Boşanma Davasında Kadının Hakları Nelerdir?

Boşanma davasında kadının hakları, Türkiye’de aile hukukuna göre belirlenmiş ve kadınların boşanma sürecinde korunması amaçlanmaktadır. Bu haklar arasında nafaka talep etme, maddi ve manevi tazminat isteme, çocuk velayeti ve çocukla kişisel ilişki kurma hakkı bulunur. Kadınlar ayrıca mal paylaşımı hakkına ve evlilik sırasında kazanılmış malların adil bir şekilde bölüşülmesine de sahiptirler.

Kadının sosyal güvencesi yoksa, ücretsiz avukat ve adli yardım talep edebilir. Boşanma davası süreçlerinde, özellikle çocukların mevcudiyeti durumunda, profesyonel bir hukuk danışmanından destek almak büyük önem taşır. Eşlerin haklarını tam olarak korumak ve adil bir sonuca varabilmek için hukuki bilgi ve danışmanlık hayati değerdedir.

Bu süreçte eşlerin mağdur olmamaları adına avukatlarından destek almaları önerilir. 😊

Boşanma Davasında Kadının Haklarına Genel Bakış

Boşanma davalarında kadının hakları, günümüz Türkiye’sinde çok çeşitli ve kapsamlı şekilde korunmaktadır. Özellikle son yıllarda Türk Medeni Kanunu’nda yapılan düzenlemeler, mahkeme içtihatları ve sosyal haklar sayesinde kadınlar, boşanma sürecinde ve sonrasında hem maddi hem manevi anlamda güvence altına alınmaktadır.

Aile birliği sona ererken kadınların ve varsa çocukların haklarının korunması büyük önem taşır. Kadınlar bu dönemde nafaka, tazminat, mal paylaşımı, ziynet eşyası, velayet, aile konutu gibi konularda ayrıntılı haklara sahiptir. Ayrıca gerek çekişmeli gerek anlaşmalı boşanma davalarında, hak kaybı yaşamamak için her detayın bilinmesi gereklidir.

2025 yılı için güncel bilgiler ve uygulamalara bakıldığında, kadınların haklarının içeriği ve kullanımı, Türk Medeni Kanunu ve ilgili mevzuat çerçevesinde açıkça belirtilmiş durumdadır.

Boşanma Davasında Temel Haklar

Boşanma davasında temel kadın hakları, nafaka talebi, tazminat (maddi ve manevi), mal paylaşımı, çocukların velayeti, ziynet eşyasının iadesi ve aile konutunun tahsisi gibi başlıklarda toplanır.

  • Nafaka hakkı: Tedbir nafakası, yoksulluk nafakası ve iştirak nafakası türlerinde, kadının ve çocuğun mali güvenliği korunur.
  • Tazminat hakkı: Eğer erkek kusurluysa veya kadın daha az kusurluysa, kadın maddi ve manevi tazminat talep edebilir.
  • Mal paylaşımı: Edinilmiş malların eşit veya adil şekilde paylaşılması için dava açılabilir.
  • Velayet hakkı: Çocuğun üstün yararı gözetilerek velayet talep edilebilir.
  • Ziynet ve kişisel eşya: Takılan altın ve ziynetlerin iadesi talep edilebilir.
  • Aile konutu: Ortak konutun kullanımına dair mahkemeden talepte bulunulabilir.

Hakların kullanılabilmesi için doğru zamanda ve usulüne uygun talepte bulunmak gereklidir. Kadınlar ayrıca dava sırasında ve sonrasında ücretsiz avukat (adli yardım) talebinde de bulunabilir.

Türk Medeni Kanunu ve Boşanma Davasında Kadının Hakları

Türk Medeni Kanunu, boşanma sürecinde kadının haklarını açık şekilde belirtmiştir. En önemli yasal dayanak 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’dur. Bu kanun kapsamında:

  • Madde 166 ve devamı, boşanma nedenlerini ve davada tarafların haklarını düzenler.
  • Madde 174, boşanma ile birlikte maddi ve manevi tazminat talep hakkını tanır.
  • Madde 175, yoksulluk nafakası hakkını düzenler.
  • Madde 182, velayet ve çocukla kişisel ilişki kurulması haklarını belirler.
  • Mal paylaşımı, esas olarak edinilmiş mallara katılma rejimine tabidir (Madde 218 ve devamı).

Kanun, kadının uğradığı zararların giderilmesini, ekonomik olarak zora düşmesini engellemeyi, varsa çocukların geleceğini güvenceye almayı amaçlar. Kadının haklarını kullanabilmesi için dilekçe ve gerekli tüm talep ve delilleri mahkemeye sunması çok önemlidir.

Boşanma Davası Türlerine Göre Kadının Hakları

Boşanma davası süreci, davanın çekişmeli veya anlaşmalı olmasına göre değişiklik gösterir. Her iki davada da kadının temel hakları korunmakla birlikte, hak taleplerinin yöntemi ve kapsamı bazı açılardan farklıdır.

Çekişmeli Boşanma Davasında Kadının Hakları

Çekişmeli boşanma davasında kadının hakları, hem talep edilenlere hem de mahkemenin re’sen dikkate alacağı konulara bağlıdır. Çekişmeli davalarda;

  • Hakların birçoğu (nafaka, tazminat, velayet, mal paylaşımı vb.) talep edilmezse mahkeme tarafından doğrudan verilmez.
  • Kadın, geçici önlemler kapsamında tedbir nafakası, ortak konutun kullanım hakkı gibi haklarını talep edebilir.
  • Dava sırasında yahut sonunda maddi ve manevi tazminat talep edilebilir.
  • Velayet ve iştirak nafakası konularında talepler net olmalıdır.
  • Mal paylaşımı davası, boşanma davası ile birlikte ya da ayrı açılabilir.
  • Kadın, varsa evlilikte takılan ziynet ve şahsi eşya alacaklarını da isteyebilir.

Çekişmeli davada kadının hakları, delillerin sunulması ve talep edilmesi ile gerçekleşir. Hak kaybı yaşamamak için hukuki destek almak faydalıdır.

Anlaşmalı Boşanma Davasında Kadının Hakları

Anlaşmalı boşanma davasında kadının haklarının alınabilmesi için tarafların üzerinde anlaştığı hükümler büyük önem taşır. Bu tür davada;

  • Tüm haklar, hazırlanacak anlaşmalı boşanma protokolüne yazılmalıdır.
  • Kadın; nafaka, tazminat, velayet, mal paylaşımı, ziynet ve şahsi eşyalar, aile konutunun tahsisi gibi tüm haklarından istediğini yazılı olarak talep edebilir.
  • Hakim, tarafların iradeleri dışında bir hüküm vermez, yalnızca tarafların anlaştıklarını onaylar. Bu nedenle kadının tüm taleplerini açıkça belirtmesi gerekir.
  • Anlaşmalı boşanma ile talep edilmeyen haklar (özellikle tazminat ya da mal paylaşımı gibi) sonradan yeniden istenemez.
  • Kadın, anlaşmalı boşanmada anlaşma protokolünü dikkatle incelemeli ve gerekirse bir avukattan destek almalıdır.

Özetle, anlaşmalı boşanma daha hızlı ve sorunsuz ilerlese de kadının hukuki hakkını koruyabilmesi için tüm detayların protokole eksiksiz eklenmesi zorunludur.

Not: Boşanma sürecinde kadınların hak kaybı yaşamaması, güncel mevzuat ve uygulamalar doğrultusunda hareket etmesi için uzman desteği almak tavsiye edilir.

Nafaka Hakları

Boşanma davası sürecinde kadının hakları arasında en çok merak edilen konulardan biri de nafaka haklarıdır. Nafaka, boşanma öncesi ve sonrası ekonomik olarak zorluk yaşayacak olan eşin ve çocuğun korunması amacıyla, mahkeme kararıyla ödenen maddi destektir. Türkiye’de genellikle kadınlar lehine hükmedilen bu haklar, Türk Medeni Kanunu’nda açıkça düzenlenmiştir. Nafaka türleri arasında tedbir nafakası, yoksulluk nafakası ve çocuk için iştirak nafakası en çok karşılaşılanlardır. Şimdi bu nafaka türlerini detaylarıyla inceleyelim.

Tedbir Nafakası

Tedbir nafakası, boşanma davası açıldıktan itibaren mahkeme süreci boyunca talep edilebilen geçici bir yardım türüdür. Kadın, dava sırasında maddi açıdan mağdur oluyorsa veya çocukların bakımı ile ilgili destek gerekiyorsa, mahkeme duruma bakarak uygun miktarda tedbir nafakası bağlar. Genellikle erkek eşten talep edilse de, ihtiyaç halinde kadın için de ödenebilir. Mahkeme, tarafların gelir ve giderlerini dikkate alır ve tarafların ekonomik durumu ile orantılı olacak şekilde bir miktar belirler. Tedbir nafakasının amacı, dava bitene kadar kadının ve çocukların hayat standardını korumaktır.

Tedbir nafakası için dava açıldıktan hemen sonra başvuru yapılabilir ve mahkeme karar verinceye kadar geçerliliğini korur. Dava sonunda ise tedbir nafakasının devam edip etmeyeceği yeniden değerlendirilir. Tedbir nafakası miktarı delil ve belgelerle artırılıp azaltılabilir.

Yoksulluk Nafakası

Yoksulluk nafakası, boşanma kesinleştikten sonra, boşanma nedeniyle yoksulluğa düşecek olan eşe diğer eş tarafından ödenen sürekli bir destektir. Türk Medeni Kanunu madde 175’e göre, boşanma yüzünden maddi durumu kötüleşen ve daha ağır kusurlu olmayan kadın, karşı taraftan yoksulluk nafakası talep edebilir. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli konu, nafaka isteyen kadının, boşanmada ağır kusurlu olmamasıdır. Yani aldatma veya evliliğin çekilmez hale gelmesinde ciddi bir kusur varsa, mahkeme yoksulluk nafakasına karar vermeyebilir.

Yoksulluk nafakası, kadının yeniden evlenmesi, taraflardan birinin ölümü veya ciddi maddi gelişmeler yaşanması halinde sona erebilir ya da mahkeme kararıyla değiştirilebilir. Yoksulluk nafakası, kadının yaşına, mesleki durumuna, gelirine ve nafaka yükümlüsünün ekonomik durumuna göre hesaplanır.

Çocuk İçin İştirak Nafakası

Çocuk için iştirak nafakası, boşanma kararıyla birlikte velayet hakkı kime verilirse verilsin, çocukların barınma, eğitim, sağlık ve bakım giderlerinin karşılanması amacıyla, çocukların diğer ebeveyninden talep edilen nafaka türüdür. Çocuğun velayetini alan anne ya da baba, çocuğun masrafları için diğer taraftan iştirak nafakası isteyebilir.

İştirak nafakası için mahkeme çocuğun yaşı, eğitim seviyesi, özel ihtiyaçları, ebeveynlerin ekonomik durumu gibi birçok kriteri dikkate alır. İştirak nafakası, çocuğun reşit olmasına kadar ödenir; çocuğun yükseköğretimine devam etmesi gibi özel durumlarda, reşit yaştan sonra da devam edebilir. İştirak nafakasının miktarı, ileride artan hayat şartları veya çocuğun değişen ihtiyaçları doğrultusunda mahkemeye başvurularak üst ya da aşağı yönlü güncellenebilir.

Sonuç olarak, nafaka hakları kadının ve çocuğun ekonomik güvenliğini sağlamak için önemli araçlardır. Nafaka miktarı ve ödemesiyle ilgili her türlü değişiklik için mahkemeye başvurmak mümkündür ve her durum davanın özelliklerine göre ayrıca değerlendirilir.

Tazminat Hakları

Boşanma davasında kadının tazminat hakları, eşlerin evlilik boyunca yaşadıkları olaylar ve boşanmanın oluşma şekline göre belirlenir. Türk Medeni Kanunu’nun 174. maddesi hem maddi hem manevi tazminat talebine olanak tanır. Aşağıda maddi ve manevi tazminat hakkına dair temel unsurlar, şartlar ve ispat yöntemleri detaylandırılmıştır.

Maddi Tazminat Hakkı

Maddi tazminat hakkı, boşanma nedeniyle mevcut veya beklenen menfaatleri azalan, zarar gören kusursuz ya da daha az kusurlu tarafın, eşinin kusuru ile uğradığı ekonomik kayıpların karşılığı olarak açılır. Bu haktan genellikle evlilik sonrası ekonomik olarak zarar görecek olan kadının yararlanması sıkça görülmektedir.

Maddi tazminat istemek için,

  • Boşanmaya neden olan olayda diğer eşin ağır kusurlu ya da en azından daha fazla kusurlu olması gerekir.
  • Tazminat isteyen eş, ya kusursuz olmalıdır ya da karşı taraftan daha az kusurludur.
  • Boşanma nedeniyle ekonomik bir zarar oluşmalıdır.
  • Zarar doğrudan boşanma ile bağlantılı olmalıdır.

Hakim, maddi tazminat miktarını belirlerken tarafların ekonomik durumunu, evlilik süresini, zarar görenin ekonomik geleceğini ve kusur oranlarını dikkate alır. Belirlenen miktar, genellikle davalı eşin gelirinin 4 ile 10 katına kadar uzanabilmektedir, ancak bu oran kesin olmayıp somut olayın niteliğine göre değişebilir.

Maddi Zararın ve Kusurun İspatı

Boşanma davasında maddi tazminat hakkı talep eden kadın, öncelikle uğradığı zararı ve bunun boşanmayla doğrudan bağlantılı olduğunu kanıtlamalıdır. Mahkemeye sunulabilecek bazı deliller şunlardır:

  • Maaş bordroları, emeklilik kayıtları, taşınır ve taşınmaz listeleri
  • Kişisel gelir beyanları, çalışılan iş yerlerinden alınan belgeler
  • Tanık beyanları
  • Mevcut hayat standardının boşanma sonrası ciddi biçimde düşeceğini gösteren finansal dokümanlar

Ayrıca kadının boşanmanın meydana gelmesine sebep olacak derecede ağır kusurlu olmaması gerekmektedir. Burada özel hayatın mahremiyetine ilişkin WhatsApp yazışmaları, mesajlar ve sosyal medya paylaşımları gibi dijital deliller de sıkça kullanılmaktadır. Tüm bu süreçte, zarar ve kusur yeterli şekilde ispat edilebilirse hakim uygun bir maddi tazminata hükmeder.

Manevi Tazminat Hakkı

Manevi tazminat hakkı, boşanma sürecinde kadının kişilik haklarının ihlal edilmesi, onurunun, gururunun zedelenmesi, psikolojik ve ruhsal açıdan ciddi zarar görmesi halinde gündeme gelir. Kanuna göre, kusur oranı daha fazla olan eşe karşı, manevi zarara uğrayan eş bu hakkını öne sürebilir.

Manevi tazminatın hedefi, kadının çektiği psikolojik acıları ya da yaşadığı duygusal travmaları maddi anlamda bir nebze hafifletmek ve kısmen telafi etmektir. Bu tazminatın miktarını yine hakim belirler ve belirlerken olayların ağırlığını, toplum içindeki utancı, yarattığı psikolojik yıkımı dikkate alır.

Psikolojik ve Duygusal Zararlarda Tazminat

Boşanma nedeniyle kadının yaşadığı duygusal yıkım ve psikolojik zarar, özellikle aşağılayıcı davranışlar, hakaret, tehdit, şiddet gibi kişilik haklarını derinden etkileyen olaylarla ortaya çıkarsa manevi tazminat hakkı olmazsa olmaz hale gelir. İspat açısından şu unsurlar önemlidir:

  • Psikolojik sorunlara ilişkin hastane/psikolog raporları
  • Tanıkların, yakın çevrenin sözlü beyanları
  • Mesaj, e-posta, mektup gibi yazılı deliller
  • Zarar görenin, olaylardan sonra yaşamında oluşan değişikliklere dair belgeler

Manevi tazminatın amacı, kadının değersiz hissetmesine, toplumsal itibarının zarar görmesine ve ruhsal hayatının bozulmasına karşı bir nebze onarım sunmaktır. Bu nedenle, manevi tazminat miktarı somut olayın ağırlığına ve toplumdaki algıya göre değişebilir; önemli olan ise kadının bu zararları net bir şekilde mahkemeye sunabilmesidir.

Her durumda hem maddi hem manevi tazminat talebi, boşanma davası sonuçlandıktan sonra da, davadan itibaren en geç bir yıl içerisinde ayrı bir dava ile de açılabilir. Hak kaybı yaşanmaması için bu sürelerin kaçırılmaması hayati önemdedir.

Edinilmiş Mallara Katılma Rejimi

Edinilmiş mallara katılma rejimi, Türkiye’de 2002 yılından itibaren yasal olarak uygulanan ve boşanma durumunda tarafların mal paylaşımında esas alınan rejimdir. Türk Medeni Kanunu’na göre evlilik birliği devam ettiği sürece eşlerin edindiği taşınmazlar, araçlar, bankadaki birikimler gibi ekonomik değerler edinilmiş mal sayılır ve boşanma halinde genellikle yarı yarıya bölüştürülür. Eğer taraflar arasında aksine bir mal rejimi sözleşmesi yapılmamışsa, edinilmiş mallara katılma otomatik olarak uygulanır.

Bu rejimde, eşlerin evlilik öncesi sahip oldukları mallar veya evlilik sırasında miras ya da bağış yoluyla edindikleri değerler ise kişisel mal olarak kabul edilir ve paylaşım dışında tutulur. Kimin hangi mala sahip olduğu, malın hangi tarihte ve nasıl edinildiğine göre belirlenir. Örneğin, evlenmeden önce alınan bir ev, boşanmada paylaşılmaz – ancak evlilikten sonra alınan bir ev paylaşım kapsamına girer.

Boşanma davası açıldığı an, edinilmiş malların paylaşımı için temel tarihtir. Yani bu tarihten sonra kazanılan mallar da kimin adına alınırsa alınsın ortak mal rejimi kapsamında değerlendirilmez.

Mal Paylaşımında Karşılaşılan Sorunlar

Mal paylaşımı sırasında en sık karşılaşılan sorunlardan biri, mal kaçırma çabalarıdır. Taraflardan biri boşanma davası açılmadan mevduatlarını çekebilir, taşınmazını satabilir veya başkasının üzerine geçirebilir. Böyle durumlarda mağdur olan eş, mahkemeden tedbir isteyebilir ve mallara ihtiyati tedbir konulmasını talep edebilir.

Bir diğer önemli problem, malın kimin üzerine kayıtlı olduğunun paylaşım hakkını belirlemesidir. Malların kim adına kayıtlı olduğu kadar, bu malların nasıl edinildiği ve değerinin zaman içinde nasıl değiştiği de göz önüne alınmalıdır. Edinilmiş malların içinde, hangi değerlerin evlilik içinde birikim veya gelir olarak elde edildiğinin ispatlanması da önemlidir.

Ayrıca, katkı payı alacağı ve katılma alacağı gibi kavramlar üzerinden, taraflar bazen birbirlerine yaptıkları finansal ve emeğe dayalı katkıların karşılığını talep edebilir. Bazı durumlarda, borçlarla ilgili sorumluluğun paylaşımı, krediyle alınan taşınmazın değeri gibi konular uzun süren tartışmalara yol açabilmektedir.

Kişisel Malların Durumu

Kişisel mallar boşanmada paylaşıma konu olmaz. Türk Medeni Kanunu’na göre kişisel mallar şunlardır:

  • Tarafların evlilik öncesi şahsi malları,
  • Miras veya bağış yoluyla elde edilenler,
  • Manevi tazminatlar,
  • Eşlerin yalnızca kişisel kullanımında olan eşyalar (ör. ziynet takıları, kişisel kıyafetler, hediyeler).

Pratikte, taraflar arasında en çok anlaşmazlık çıkan noktalardan biri, bazı malların edinilmiş mi yoksa kişisel mi olduğu konusundaki tartışmalardır. Özellikle düğün takıları ve aile büyüklerinden kalan mallar bu noktada gündeme gelir.

Kişisel mallar niteliğinde olan eşyaların mutlaka evlilik süresi, nasıl ve ne şekilde elde edildiği konusunda ispat gerekir. Mahkeme, delil sunulmasını isteyebilir.

Mehir Hakkı (İslam Hukukuna Göre)

Mehir hakkı, Türkiye’de yalnızca dini nikah ile yapılmış evliliklerde gündeme gelir ve İslam hukukuna özgü bir uygulamadır. Mehir, evlilik sırasında kocanın eşine vermeyi taahhüt ettiği maddi bir değerdir. Bu değer para, altın veya başka bir mal olabilmektedir.

Türk Medeni Kanunu’nda mehire ilişkin doğrudan bir düzenleme yoktur, ancak taraflar arasında imzalanan mehir anlaşması hukuki olarak geçerli sayılabilir ve alacak davasına konu edilebilir. Eğer eşler arasında yazılı bir mehir senedi varsa veya taraflar bunu mahkemede ispatlayabiliyorsa, kadın boşanma davası sırasında ya da sonrasında bu hakkını talep edebilir.

İslam hukukunda, mehir evlilik sırasında tamamı verilmemişse (mehr-i müeccel), boşanma halinde kadına ödenmesi gerekir. Mahkemeler ise medeni hukukun genel ilkeleri doğrultusunda, mehir anlaşmasını bir borç ilişkisi olarak değerlendirir ve ispatlandığı takdirde kadının alacağına hükmedebilir.

Kısacası, mehir hakkı, Türk hukuku açısından doğrudan tanınmamakla birlikte, yazılı sözleşme veya senetle ispat edilen mehir talepleri mahkemeye taşınabilir ve alacak olarak kadına ödenebilir.

Not: Mehir anlaşmasının varlığı ve geçerli olup olmadığı her dava özelinde titizlikle değerlendirilir. Özellikle dini nikahla yapılan evliliklerde, ileride sorun yaşamamak için tarafların yazılı belgeye sahip olması büyük önem taşır.

Ziynet Eşyası Alacağı

Ziynet eşyası alacağı, boşanma davalarında sıklıkla gündeme gelen ve kadınlar için önemli bir hak olarak öne çıkıyor. Türk Medeni Kanunu ve son yıllardaki Yargıtay kararlarına göre, evlilik sırasında özellikle düğünde kadına takılan altın, bilezik, kolye, küpe gibi ziynet eşyaları, kural olarak kadının kişisel malı olarak kabul edilir. Yani bu eşyalar, evlilikte ortak mal sayılmaz ve boşanma halinde kadına iade edilmelidir.

Son çıkan Yargıtay kararlarında, “kadına özgü ziynet eşyalarının” (altın bilezik, küpe, gerdanlık gibi) kim tarafından takılırsa takılsın kadının hakkı olduğu açıkça belirtilmiştir. Erkeğe takılan ve erkek tarafına özgü olan ziynet ve saat gibi eşyalar da kime takıldıysa ona ait sayılır. Ancak ziynet eşyası genellikle kadın üzerinde kabul edilir ve evliliğin sona ermesi durumunda kadının yazılı veya tanık beyanlarıyla bu eşyaların elinde olmadığını, eşinde (veya ailesinde) kaldığını ispatlaması yeterli olur.

Burada önemli olan bir başka nokta ise ziynet eşyaları evlilik sürecinde birlikte harcanmış olsa bile, kadının bunların aynen veya bedelinin iadesini boşanma davası ile birlikte veya ayrı bir dava ile talep edebilmesidir. Mahkeme çoğunlukla aynen iadesini, bu mümkün değilse güncel değerinin maddi alacak olarak ödenmesini hükmeder. 2024 ve 2025 yılı Yargıtay kararlarına göre, evlilikte düğün takıları veya ziynetlerin ortak harcanmasına ilişkin iddianın ispat yükü ise iddia edene (çoğunlukla erkek tarafa) düşmektedir. Yani kadının ziynet alacağıyla ilgili taleplerini mahkemede güçlü biçimde savunması mümkündür.

Şahsi Eşyaların Talep Edilmesi

Boşanma davasında şahsi eşyaların talep edilmesi kadın için temel bir haktır. Şahsi eşyalar; kişisel kullanımına ait giysi, takı, kozmetik, bakım aletleri, hatıra veya duygusal değeri olan nesneler ve kişisel araçlar olarak tanımlanabilir. Türk Medeni Kanunu’na göre bunlar edinilmiş malların paylaşımına dahil edilmez, doğrudan sahibine ait sayılır.

Boşanma sürecinde kadın, şahsi eşyalarını eski eşinden talep edebilir ve bu talep, davanın bir parçası veya ayrı bir taleple gündeme getirilebilir. Mahkeme, kadının şahsi eşyalarının aynen teslimini ve mümkün değilse bedelinin ödenmesini karara bağlar. Kadının bu hakka ulaşabilmesi için şahsi eşyanın kendisine ait olduğunu ispatlaması gerekir. Genellikle tanık beyanı, fatura veya fotoğraf gibi kanıtlar yeterli olur.

Özellikle evden ayrılmak zorunda kalan kadının şahsi eşyalarını alması veya aldırması için mahkeme kararı gerekebilir. Mahkeme ya da icra marifetiyle kadının şahsi eşyalarının teslimine karar verildiğinde, bu işlem genellikle icra müdürlüğü eşliğinde gerçekleştirilmektedir.

Kısacası, boşanma davasında kadın, şahsi eşyalarını ve ziynetlerini hukuken güvence altına alabilir ve gerekirse mahkeme yoluyla bunların iadesini sağlayabilir. Bu hem ekonomik hem de psikolojik açıdan kadın için çok önemli bir hak ve güvencedir.

Velayet ve Çocukla İlgili Haklar

Çocukların Velayeti

Çocukların velayeti, boşanma davalarında en çok merak edilen ve önem verilen konulardan biridir. Türk Medeni Kanunu’na göre, boşanma sürecinde hâkim, çocuğun velayetini hangi ebeveyne vereceğine karar verir. Burada esas alınan temel unsur “çocuğun üstün yararı”dır. Velayet, çocuğun bakımı, eğitimi, korunması ve genel olarak temsil edilmesi anlamına gelir. Özellikle küçük yaşta olan çocuklarda, mahkemeler genellikle annenin yeniden evlenmemiş ve çocuğa uygun bakım göstermeye devam edeceği kanaatine varırsa velayeti anneye verirler. Ancak bu durum kesin değildir; her olay kendi içinde değerlendirilir.

Velayetin Belirlenmesinde Çocuğun Yararının Gözetilmesi

Velayetin belirlenmesinde çocuğun yararı, yani onu fiziksel, ruhsal ve sosyal olarak en iyi yetiştirecek ebeveyn ön planda tutulur. Hâkim, hem anne hem de baba ile çocuğun ilişkisini, ebeveynlerin yaşam şartlarını, çocuğun alıştığı düzeni ve çocuğun isteklerini dikkate alır. Özellikle 8-10 yaş üzerindeki çocukların görüşü mahkeme tarafından dinlenebilir. Çocuğun eğitim durumu, sağlık koşulları, kimin yanında daha mutlu olacağı gibi pek çok faktör ayrıntılı olarak değerlendirilir. Hakim, tek başına karar vermez; gerektiğinde sosyal hizmet uzmanlarından rapor da alınabilir.

Çocukla Kişisel İlişki Kurma Hakkı

Çocukla kişisel ilişki kurma hakkı hem anneye hem babaya tanınan önemli bir haktır. Velayet annede olsa bile, babasının da çocuk ile düzenli bir şekilde görüşme ve zaman geçirme hakkı vardır. Aynı şekilde velayet babaya verilmişse, anne de çocuk ile sosyal ilişkisini sürdürebilir. Mahkeme, çocuğun psikolojisini de düşünerek, çocuk ile ebeveyn arasında sağlıklı bir ilişki kurulabilmesini sağlamak için görüşme günleri ve saatlerini karara bağlar. Bu suretle çocuk, her iki ebeveyniyle de bağını koparmadan büyüyebilir.

Çocuğun Teslimi ve İadesi

Çocuğun teslimi ve iadesi konusu, anlaşmazlık yaşanabilen önemli hususlardandır. Mahkeme, velayeti kendisine verilmeyen ebeveyne çocukla belirli süreler görüşme hakkı tanıdığında, çocuk bu sürelerde teslim edilir. Ebeveynlerden biri, çocuğun tesliminde veya iadesinde sorun çıkarırsa, mahkeme kararı ile İcra Müdürlüğü devreye girer ve polis eşliğinde çocuğun teslimi sağlanır. Bu süreçte çocuğun psikolojisinin zarar görmemesi için uzmanlar da yer alabilir. Çocuğun istemediği veya zorlama bir teslim, mahkemeler tarafından hoş karşılanmaz ve duruma göre yeniden düzenleme yapılabilir.

Boşanma davalarında çocuklarla ilgili tüm haklarda ana kural çocuğun huzur ve güvenliğidir. Ebeveynlerin de bu konuda haklarını bilirken, çocuklarının duygusal iyiliğini ön planda tutmaları oldukça önemlidir.

Aile Konutu ve Ortak Konut Hakları

Boşanma davasında aile konutu ve ortak konut hakları, özellikle evli çiftler için en hassas konulardan biridir. Evlilik birliği boyunca eşlerin yaşadığı konut, Türk Medeni Kanunu’nda ‘aile konutu’ olarak özel bir koruma altına alınır. Bu başlık altında, kadınların aile konutu üzerindeki hakları ve ortak konutun tahsisi gibi önemli konular ele alınacaktır.

Aile Konutu Şerhi Koyma Hakkı

Aile konutu şerhi koyma hakkı, evli kadının en temel güvence araçlarından biridir. Türk Medeni Kanunu’na göre, aile konutunun tapusuna “aile konutu” şerhi konulursa, eşlerden biri diğerinin izni olmadan bu evi satamaz, devredemez veya kiralayamaz. Kadın, evin sahibi olmasa bile, evin aile konutu olduğunun tapuya şerh verilmesini talep edebilir.

Aile konutu şerhi koymak için, bağlı bulunulan tapu müdürlüğüne başvurulur. Başvuru için evlilik cüzdanı, kimlik belgesi ve konutun aile konutu olarak kullanıldığını gösteren örneğin ikametgah veya elektrik-su faturası gibi belgeler yeterlidir. Aile konutu şerhi, kadının ve varsa çocukların boşanma davası sürecinde evden çıkarılmasını, eşin evi gizlice satmasını veya ipotek ettirmesini önler. Böylece maddi ve manevi güvence sağlanır.

Kadın, aile konutu şerhi yoksa bile, dava sırasında herhangi bir zamanda bu hakkı kullanabilir. Hak kaybı olmaması için bu işlemin mümkün olan en kısa sürede, hatta boşanma davası açılmadan önce yapılması önemli bir avantaj sunar.

Ortak Konutun Tahsisi ve Kullanımı

Ortak konutun tahsisi ve kullanımı konusu, boşanma sürecinde tarafların hangi koşullarda ve nasıl bu konutta yaşamaya devam edeceğini düzenler. Genellikle mahkeme, çocukların ve kadının yararını gözeterek, ortak konutun geçici olarak veya dava sonrasında kadına tahsisine karar verebilir.

Boşanma davası sırasında çocukların velayeti anneye bırakılmışsa, ortak konutun da öncelikle anneye ve çocuklara tahsis edilmesi sıkça görülen bir durumdur. Mahkeme, kadının barınma ihtiyacını ve çocukların eğitim, sağlık ve psikolojik durumunu değerlendirerek bu kararı verir. Eğer konut üzerinde ipotek, kira sözleşmesi ya da başka bir hukuki problem yoksa, kadının konuttan yararlanma hakkı korunur.

Bu süreçte en önemli noktalardan biri, tahsis edilen konutun sadece eşler arasında değil, evin sahibi olarak görünen üçüncü kişiler ile ilgili durumlarda da kadının haklarını koruyacak önlemler alınmasıdır. Kadın, eğer evin sahibi değilse bile, mahkeme kararı ile bu evde kalma ve kullanma hakkını geçici ya da kesin olarak elde edebilir.

Ortak konutun hangi şartlar altında ve ne kadar süreyle tahsis edileceği, çoğunlukla mahkeme kararına ve davadaki özel durumlara bağlıdır. Kadın ve çocuklar için güvenli bir yaşam alanı sağlanana kadar bu hak çoğunlukla devam eder ve kadına önemli bir koruma sunar.

Boşanma Davası Sırasında Kadının Ekstra Koruma Hakları

Koruma Kararı ve 6284 Sayılı Kanun

Koruma kararı, özellikle boşanma davası sırasında kadının güvenliği için çok önemli bir haktır. Türkiye’de bu konuda temel referans 6284 Sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’dur. Boşanma davası açıldığında ya da açılmadan önce kadın, şiddet görüyor ya da tehdit altında hissediyorsa bu kanun kapsamında mahkemeden koruma kararı talep edebilir.

Koruma kararı sayesinde, şiddet uygulayan kişinin eve yaklaşması, kadını ve çocuklarını araması, iletişim kurması mahkemece kısıtlanabilir. Bu kararlar çok hızlı şekilde, bazen aynı gün içinde verilebilir. Ayrıca tedbir amaçlı uzaklaştırma kararı da aynı kanun kapsamında sağlanabilir. 6284 sayılı kanun çerçevesinde başvuran kadının ayrıca delil sunması genellikle gerekmez; beyanı çoğu zaman yeterlidir. Bu da şiddet mağduru kadınların korunmasını kolaylaştıran çok önemli bir uygulamadır.

Bir başka avantajı da, koruma kararı verilen kadınların, şiddet mağduru olduklarının resmi olarak kabul edilmesi sayesinde, başka yasal haklara ulaşmalarının da önü açılır (örneğin barınma, geçici maddi yardım, psikolojik destek gibi imkanlar).

Ayrı Yaşama ve Uzaklaştırma Hakkı

Ayrı yaşama ve uzaklaştırma hakkı, çoğu kadın tarafından boşanma davası sırasında en çok merak edilen haklardan biridir. Eşinden şiddet gören veya evlilik birliği çekilmez hale gelen kadın, Türk Medeni Kanunu’na göre ayrı yaşama hakkına sahiptir. Böyle bir durumda, kadının evi terk ettiği gerekçesiyle hiçbir şekilde “kusurlu” kabul edilmesi söz konusu değildir. Özellikle şiddet tehdidi varsa ayrı yaşama hakkı kullanıldığında kadın lehine yasal koruma başlar.

Uzaklaştırma hakkı ise, şiddet uygulayan ya da tehdit eden eşin, evden ve kadından uzaklaştırılması anlamına gelir. Mahkemeden talep edilen uzaklaştırma kararıyla birlikte, şiddet uygulayan kişi evden çıkarılır ve kimi durumda ikamet ettiği yer de değiştirilebilir.

Ayrı yaşama ve uzaklaştırma kararları; sadece fiziksel şiddetle sınırlı değildir. Psikolojik, ekonomik veya cinsel şiddet nedeniyle de bu haklar kullanılabilir. Mahkemeye başvuran kadının haklarını kullanabilmesi için genellikle detaylı kanıt gerekmemektedir; kadının beyanı yine çoğu zaman güçlü bir şekilde dikkate alınır.

Sonuç olarak, boşanma sürecinde kadının can güvenliği, huzuru ve psikolojik bütünlüğü, yasal düzenlemelerle koruma altına alınmıştır. Kadının bu haklarını bilmesi ve gerektiğinde kullanması, hem kendi hem de çocuklarının geleceği için büyük önem taşır.

Ücretsiz Avukat ve Adli Yardım Hakkı

Boşanma davasında ücretsiz avukat ve adli yardım hakkı, maddi durumu yeterli olmayan kadınların adalete erişimini sağlamak açısından çok önemlidir. Türkiye’de adli yardım sistemi, başvuran kişinin gelir ve mal varlığına bakılarak, dava masrafları ve avukat ücretlerinin devlet tarafından karşılanmasını mümkün kılar. Kadınların boşanma sürecinde hak kaybı yaşamaması için bu olanaktan yararlanması büyük avantaj sağlar.

Ücretsiz avukat hakkı özellikle şiddet mağduru kadınlar, işsiz veya düşük gelirli kişiler için hukuki bir güç desteğidir. Adli yardım başvuruları, mahkemelere doğrudan ya da barolar aracılığıyla yapılabilir. Barolar ücretsiz avukat görevlendirilmesini sağlar ve bu avukatlar, kadının dava süreçlerinde yanında olup onu her aşamada bilgilendirir.

Adli yardım kapsamında sağlanan bu imkanlar; dilekçe hazırlanmasından delil toplama sürecine, duruşmalarda temsil edilmeye, ihtiyaç halinde temyize başvuruya kadar uzanır. Böylece kadınların hak kaybı yaşama riski azalır, adil ve eşit bir şekilde yargılanma şansı artar.

Ücretsiz Avukat Talepleri

Ücretsiz avukat talepleri, boşanma davalarında sıkça gündeme gelir ve çok sayıda kadın tarafından tercih edilir. Ücretsiz avukat talebinde bulunabilmek için öncelikle maddi durumun uygun olmaması gereklidir. Mahkemeye hitaben yazılacak bir dilekçe, son üç aya ait gelir durumunu gösteren belgeler ve taşınır-taşınmaz malların bilgilerini içeren belgeler gereklidir.

Kadınlar bu talebi, doğrudan boşanma davası açmadan önce veya davayı açarken iletebilirler. Baro adli yardım bürolarında görüşme yapılır, başvuru formu ve belgeler teslim edilir. Baro yapılan inceleme sonucunda talebi onaylarsa, ücretsiz bir avukat görevlendirilir. Atanan bu avukat, davacı kadının hem başvurularında hem de davanın tüm süreçlerinde temsilini üstlenir.

Ayrıca, şiddet mağduru olan kadınlar için 6284 sayılı Kanun kapsamındaki davalarda ücretsiz avukat atanması zorunludur. Böylece, mağdur kadınların hem hakkını koruması hem de davayı eksiksiz yürütmesi sağlanır.

Özetle, boşanma davasında ücretsiz avukat ve adli yardım hakkı, kadınların adalet önünde yalnız kalmaması için büyük bir güvencedir. Kriterleri sağlayan her kadın bu haktan rahatlıkla faydalanabilir ve haklarını daha güçlü bir şekilde savunabilir.

Soyadı ve Kişilik Hakları

Soyadı ve kişilik hakları, boşanma sürecinden sonra kadının hayatında önemli değişiklikler yaratabilir. Özellikle Türk Medeni Kanunu kapsamında bu haklar, kadının kimliğiyle ilgili önemli düzenlemeler içerir. Boşanma davalarında kadının soyadı ve kişilik haklarının korunması, sıkça gündeme gelen konulardandır. Yargıtay ve Aile Mahkemeleri kararları, bu konuda açık ve yol gösterici açıklamalar yapmıştır.

Boşanma Sonrası Kadının Soyadı

Boşanma sonrası kadının soyadı hakkı, Türk Medeni Kanunu’na göre açıkça düzenlenmiştir. Boşanma kararı kesinleştikten sonra kadın, evlenmeden önceki soyadını yeniden almak zorundadır. Yani, evlilikle alınan koca soyadı otomatik olarak düşer ve kadın kendi bekarlık soyadına geri döner. Ancak Türk Medeni Kanunu madde 173’e göre, bazı durumlarda kadın eski kocasının soyadını kullanmaya devam edebilir.

Kadının boşanma sonrası koca soyadını kullanmaya devam etmesi için “meşru menfaatinin” bulunması gerekir. Örneğin, iş hayatında uzun yıllar boyunca kazanılmış bir ün ya da çocuklarının da aynı soyadını taşıması gibi gerekçelerle talepte bulunabilir. Kadın, bu talebiyle birlikte Aile Mahkemesi’ne başvurmalı ve mahkemenin iznini almalıdır. Eğer mahkeme, kadının gerçekten meşru bir menfaatini görürse, kadının boşandığı eşinin soyadını kullanmasına izin verebilir.

Boşanma sonrası kadının tekrar evlenmesi durumunda ise eşinin soyadını almak zorunda kalacağı unutulmamalıdır. Diğer yandan, mahkeme kararıyla verilen soyadı hakkı, eski eşin talebiyle kaldırılabilir. Özellikle eski eşin kişilik haklarını zedelediği gerekçesiyle, koca mahkemeye başvurursa ve mahkeme haklı bulursa, kadının eski koca soyadını kullanma hakkı iptal edilebilir.

Kadının boşanma sonrasında kimlik belgelerini, banka hesaplarını ve diğer resmi kayıtlarını da değiştirerek yeni (bekarlık) soyadını kullanması gerekir. Bu süreçte ilgili resmi kurumlara başvuru yapılması, mağduriyet yaşanmaması için önemlidir.

Kısacası, boşanma sonrası kadının soyadı hakkı konusunda, kadınlar hem yasal haklarını bilmeli hem de ihtiyaç duyduklarında hukuki destek almalıdırlar. Özellikle iş, çocukların psikolojisi ya da toplumsal nedenlerle eski koca soyadının kullanılması amaçlanıyorsa, bunun için mutlaka Aile Mahkemesi’nden izin alınması gerektiği unutulmamalıdır.

Hakların Kullanımı ve İspatı

Belgelerin ve Delillerin Hazırlanması

Boşanma davasında belgelerin ve delillerin hazırlanması, kadının haklarını sağlam bir şekilde elde edebilmesi için çok önemlidir. Belgelerin eksiksiz ve doğru şekilde sunulması, mahkemeye sunulacak argümanların güçlendirilmesini sağlar.

Boşanma davasında belgelerin hazırlanması için öncelikle evliliğe dair evlilik cüzdanı, kimlik fotokopileri ve çocuk varsa onların nüfus kayıt örnekleri gereklidir. Ek olarak, maddi tazminat veya nafaka taleplerinde, eşin gelir durumu, banka hesap dökümleri, tapu kayıtları gibi ekonomik belgelerin toplanması büyük önem taşır.

Kadına ait ziynet eşyalarının varlığını kanıtlamak için, varsa düğün videoları, fotoğraflar, tanık beyanları veya alınan faturalar kullanılabilir. Aynı şekilde, şiddet veya psikolojik baskı iddialarında, doktordan alınan raporlar, polis tutanakları, koruma kararı belgeleri, mesajlaşmalar, ve tanıkların anlatımları delil olarak sunulabilir.

Mahkemeye sunulacak delillerin açık, güvenilir ve tarihli olması; gerekirse noter onaylı belge ve ihtarnamelerin dosyaya eklenmesi tavsiye edilir. Hak kaybı yaşanmaması için tüm önemli konuşmalar, yazışmalar ve işlemler mutlaka kayda alınmalı ve saklanmalıdır.

Hak Kayıplarının Önlenmesi İçin Tavsiyeler

Hak kayıplarının önlenmesi, boşanma davası sürecinde en çok dikkat edilmesi gereken konulardan biridir. Kadınlar haklarını kaybetmemek için sürecin başından itibaren bazı kurallara uymalıdır.

Öncelikle, boşanma davası açarken veya dava sırasında istenecek tüm hakların (nafaka, tazminat, mal paylaşımı, ziynet, velayet vb.) resmi şekilde talep edilmesi gerekir. Hakim, talep edilmeyen bazı hakları resen değerlendirmeyebilir, bu yüzden doğru ve zamanında talepte bulunmak önemlidir.

Ek olarak, tanıkların kimlikleri ve ifadeleri önceden hazırlanmalı; mümkünse olaylara şahit olan kişilerle irtibat kurulmalıdır. Kadının maddi haklarını (mal rejimi, nafaka, tazminat) kaybetmemesi için evlilik süresi boyunca yaptığı katkıların ve maddi desteklerin de belgeyle ispatlanması gerekir.

Davanın her aşamasında gelişmeleri takip etmek, tebligatları zamanında almak ve itiraz haklarını süresi içinde kullanmak, telafisi mümkün olmayan hak kayıplarının önüne geçer. Bu süreçte, bir avukattan profesyonel destek almak hem belgelendirme sürecini kolaylaştırır hem de yasal hakların korunmasını sağlar.

Son olarak, tüm belgelerin birden fazla kopyasını saklamak ve yedeğini almak da önemli bir güvenlik önlemidir. Tüm detaylara dikkat ederek süreci yürütmek, kadınların hak kaybı yaşamadan boşanma davasını tamamlamalarını destekler.

Sıkça Sorulan Sorular

Boşanma Davasında Hangi Haklar Hakim Tarafından Resen Değerlendirilir?

Boşanma davasında hangi haklar hâkim tarafından resen değerlendirilir konusu, kadınlar tarafından sıkça merak edilir. Boşanma sürecinde, özellikle çocukların menfaatini ilgilendiren konularda, hakim kendiliğinden yani taraflardan talep gelmeden bazı hususları dikkate alır. En önemli örneklerden biri velayet ve çocuk için iştirak nafakasıdır. Hâkim, çocuğun üstün yararı gereği velayetin kimde olacağını araştırır ve her iki tarafa da sorular yöneltir.

Ayrıca, çocukların ihtiyaçlarının karşılanması için iştirak nafakasını da resen (otomatik olarak) belirleyebilir. Taraflardan biri talepte bulunmasa bile çocuğun korunması için karar verir. Bunun dışında, 6284 sayılı kanun kapsamında, eğer bir tehdit ya da şiddet riski söz konusuysa, koruma kararı verilmesi gibi durumlarda da hâkim kendiliğinden tedbir alabilir.

Ancak yoksulluk nafakası, maddi veya manevi tazminat, mal paylaşımı gibi taleplerin resen değil, taraflardan biri tarafından açıkça talep edilmesi gerekir. Hakim yalnızca çocukların haklarını ve kamuyu ilgilendiren durumları otomatik olarak gözetir.

Nafaka ve Tazminat Taleplerinde Dikkat Edilmesi Gerekenler

Nafaka ve tazminat taleplerinde dikkat edilmesi gerekenler, boşanma sürecinde hak kaybı yaşamamak için oldukça önemlidir. Öncelikle, yoksulluk nafakası ve tazminat talepleri mutlaka dava dilekçesinde açıkça belirtilmelidir. Eğer bu talepler açıkça belirtilmezse, hakim bu konuda resen karar vermez ve talepsiz hak verilmez.

Nafaka türlerinde; tedbir nafakası için dava sürecinde talep etmek, yoksulluk nafakası için ise boşanmanın kesinleşmesinden önce talepte bulunmak gereklidir. Ayrıca, nafakanın miktarını ve ne kadar süreyle ödenmesi gerektiğini ispat eden belgeler ve deliller de önceden hazırlanmalıdır. Gelir durumu, yaşam giderleri, mevcut ihtiyaçlar gibi unsurları destekleyen evraklar önemlidir.

Tazminat taleplerinde ise, maddi tazminat için uğranılan zararın ve karşı tarafın kusurunun ispatlanması gerekir. Manevi tazminat için psikolojik ve duygusal zararın ispatı önemlidir. Davayı açarken veya davalı taraf olarak savunma yaparken, bu zararları belgeleyen raporlar, tanık beyanları ve diğer deliller kullanılabilir.

Son olarak, nafaka ve tazminat taleplerinin süresi kaçırılmamalıdır. Boşanma davası devam ederken veya kesinleşmeden hemen önce talepte bulunmak, hak kaybının önüne geçer. Hakim taleplerinizi dikkate alırken elinizdeki deliller ve dilekçedeki açık ifadeler çok önemlidir.

Tedbir ve Yoksulluk Nafakası Arasındaki Farklar Nelerdir?

Tedbir nafaka ve yoksulluk nafakası, boşanma süreçlerinde sıkça gündeme gelen ve birbirinden farklı amaçlar taşıyan iki önemli kavramdır. Tedbir nafakası, boşanma veya ayrılık davası süresince, eşi ve çocukları korumayı hedefleyen geçici bir önlemdir. Bu nafaka türü, boşanma süreci boyunca ekonomik olarak zayıf düşen eşin mağduriyetini önlemek amacıyla mahkeme tarafından verilir. Velayeti bir tarafa bırakılan çocuklar için de talep edilebilir ve belirli durumlarda mahkeme kararıyla artırılabilir veya azaltılabilir.

Yoksulluk nafakası ise, boşanma sonrasında yoksulluğa düşecek eş lehine verilen ve süresiz olan bir nafaka türüdür. Bu, boşanma sonucunda daha az kusurlu olan eş tarafından talep edilebilir. Boşanma kararı kesinleştikten sonra başvurulan yoksulluk nafakası, eşin ekonomik destek ihtiyacını uzun süreli karşılamayı hedefler.

Her iki nafaka türü de, aile hukuku çerçevesinde, tarafların ekonomik durumları ve çocuğun bakım ihtiyaçları gözetilerek belirlenir. Bu konuda daha fazla bilgi için aile mahkemelerini ve ilgili hukuk bürolarını ziyaret etmek faydalı olabilir.

Nafaka Türleri ve Tanımları

Nafaka Nedir?

Nafaka nedir sorusuna en temel cevap, bir kişinin geçimini sağlamak veya bakımını üstlenmekle yükümlü olduğu kişilere, mahkeme kararıyla ödenen maddi destektir. Nafaka terimi genel olarak boşanma sürecinde ya da aile bireyleri arasında ortaya çıkar. Türk Medeni Kanunu’na göre nafaka, sadece ekonomik bir yük değil, aynı zamanda sosyal bir koruma aracıdır. Amaç; ekonomik durumu zayıf olan tarafın mağduriyetini önlemektir.

Nafaka, çoğunlukla boşanma davası sırasında veya sonrasında gündeme gelir. Boşanma veya ayrılıktan dolayı hayat standardı ciddi anlamda etkilenecek kişilere, geçimlerini sağlayabilmeleri için düzenlenmiştir. Hem eşler hem de çocuklar açısından önemli haklar sunar.

Nafaka Türleri Nelerdir?

Nafaka türleri, ihtiyaç doğuran duruma ve tarafların konumuna göre çeşitlenir. Genel olarak Türk Medeni Kanunu’nda dört adet nafaka türü tanımlanmıştır:

  • Tedbir Nafakası
  • Yoksulluk Nafakası
  • İştirak Nafakası
  • Yardım Nafakası

Bu nafaka türlerinin her birinin uygulanma sebebi, süresi ve kapsamı farklıdır. Özellikle boşanma ve ayrılık davalarında, kişilerin maddi açıdan koruma altına alınması amaçlanır.

Tedbir Nafakası

Tedbir nafakası, boşanma veya ayrılık davası açıldığında hakim tarafından, dava süresince tarafların ve varsa çocukların geçimini sağlamak amacıyla hükmedilen geçici maddi yardımdır. Amaç, dava sürecinde mağduriyet yaşanmamasıdır. Tedbir nafakası hem eş için hem de çocuklar için talep edilebilir.

Yoksulluk Nafakası

Yoksulluk nafakası, boşanma kesinleştikten sonra, boşanma nedeniyle yoksulluğa düşecek olan ve kusuru ağır olmayan tarafa verilmesine karar verilen nafaka türüdür. Yoksulluk nafakasının amacı; boşanma sebebiyle mali gücünü kaybeden kişinin hayatını sürdürebilmesini sağlamaktır. Bu nafaka süresiz olabileceği gibi, belirli şartlarla sona erebilir.

İştirak Nafakası

İştirak nafakası özellikle çocuklar için düzenlenmiştir. Boşanma sonucunda çocuğun velayeti bir tarafa bırakıldığında, çocukların bakım, eğitim ve diğer giderlerini karşılamak üzere velayeti kendisine bırakılmayan taraftan alınan nafakadır. Ebeveynlerin çocuklarına karşı bakım ve eğitim yükümlülüğünün devamı için uygulanır.

Yardım Nafakası

Yardım nafakası ise, altsoy, üstsoy veya kardeşler arasında, kanunen birbirine bakma yükümlülüğü olan kişiler arasında gündeme gelir. Ekonomik durumu iyi olan kişinin, yoksul olan yakın akrabasına mahkeme kararıyla verdiği destektir. Evlilik bağı dışında da, aile bireylerinin ihtiyaç duyması halinde talep edilebilecek bir nafaka türüdür.

Nafaka türlerinin amacı, toplumda dayanışma duygusunu koruyarak mağduriyetlerin önüne geçmek ve özellikle boşanma sürecinde hem eşleri hem de çocukları maddi açıdan korumaktır. Özellikle son yıllarda bu konuda yapılan düzenlemeler ve Yargıtay kararları, nafaka uygulamalarına netlik kazandırmaktadır.

Tedbir Nafakası

Tedbir Nafakası Nedir?

Tedbir nafakası, boşanma ya da ayrılık davası süresince veya evlilik birliği devam ederken eş veya müşterek çocukların maddi güvencelerinin korunması amacıyla mahkemece hükmedilen geçici bir nafakadır. Yani dava sırasında eşlerin barınma ve geçim ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için önemli ve acil bir çözümdür. Tedbir nafakası, Türk Medeni Kanunu’nun 169. maddesine dayanır ve dava kesinleşene kadar geçerliliğini sürdürür.

Hangi Durumlarda Tedbir Nafakasına Hükmedilir?

Tedbir nafakasına genellikle boşanma davası açıldığı andan itibaren veya evlilik birliğinin temelden sarsılması gibi durumlarda hükmedilir. Ayrıca, bir eşin evlilik yükümlülüklerini yerine getirmemesi, ayrılık davası açılması, eşlerin ayrı yaşaması gerekiyorsa (örneğin şiddet veya sağlıksız aile ortamı durumlarında), ekonomik olarak zora giren taraf lehine de tedbir nafakası talep edilebilir. Mahkeme, taraflardan birinin talebiyle veya kendiliğinden (re’sen) bu nafakaya hükmedebilir.

Kimler Tedbir Nafakası Talep Edebilir?

Tedbir nafakası hem kadın hem de erkek tarafından talep edilebilir. Yeterli geliri olmayan ve destek ihtiyacı hisseden eş başvurabilir. Aynı şekilde, ortak çocuklar için de tedbir nafakası talebi mümkündür. Çocuğun velayetini alan taraf, çocuk adına alınacak bu nafakayı talep edebilir. Hatta hâkim, başvuru yapılmasa bile gerekli gördüğünde re’sen tedbir nafakasına karar verebilir.

Tedbir Nafakasında Kusur Durumu

Tedbir nafakasında eşlerin kusur durumu dikkate alınmaz. Yani boşanma davasında hangi tarafın daha fazla kusurlu olduğu önemli değildir. Ekonomik güçlüğe düşen tarafın korunması esas olduğu için, kusurlu eş de tedbir nafakası alabilir. Yalnızca ihtiyaç ve mağduriyet araştırılır. Bu yönüyle yoksulluk nafakasından ayrılır.

Tedbir Nafakası Miktarı Nasıl Belirlenir?

Tedbir nafakası miktarı belirlenirken, tarafların ekonomik ve sosyal durumları esas alınır. Hakim, nafaka isteyenin aylık harcamalarını, çocukların yaş ve ihtiyaçlarını, nafaka yükümlüsünün gelirini ve yaşam koşullarını ayrıntılı olarak inceler. Genellikle nafaka ödeyenin gelirinin %15 ila %30’u arasında bir miktara hükmedilebiliyor. 2025 yılı için asgari ücret baz alındığında ortalama 2.000 – 5.000 TL arası bir aralıkta ödeme kararı çıkabiliyor. Her yıl TÜFE/ÜFE oranlarında artış yapılabilir.

Tedbir Nafakası Ne Kadar Süre Devam Eder?

Tedbir nafakası, boşanma veya ayrılık davası kesinleşene kadar devam eden bir nafaka türüdür. Dava bittikten sonra, mahkeme yoksulluk veya iştirak nafakasına karar verebilir. Yani tedbir nafakası kendi kendine sona erer; ilave mahkeme kararına need yoktur. Bu süreçte eğer gerektiğinde nafaka miktarı güncellenebilir ya da değiştirilir.

Tedbir Nafakası ve Çocuklar

Tedbir nafakası sadece eş için değil, müşterek çocuklar için de talep edilebilir. Boşanma sürecinde çocuğun bakımı, eğitim ve diğer ihtiyaçları dikkate alınarak çocuk lehine de ayrı bir tedbir nafakası bağlanır. Velayet anneye ya da babaya bırakılmış olsa da, çocuk için belirlenen bu tutar hem çocuğun hem de ona bakan tarafın ekonomik yükünü hafifletir. Çocuk için ödenen tedbir nafakası dava sonunda genellikle iştirak nafakasına dönüşür.

Tedbir Nafakasının Artırılması, Azaltılması ve İptali

Tedbir nafakası bağlandıktan sonra tarafların ekonomik durumunda veya ihtiyaçlarda ciddi bir değişiklik olursa, nafakanın artırılması veya azaltılması talep edilebilir. Nafaka ödeyenin işsiz kalması, ciddi sağlık problemleri yaşaması ya da nafaka alanın gelire sahip olması gibi durumlarda mahkemeye başvurularak nafakanın kaldırılması veya miktarının değiştirilmesi mümkündür. Dava sonuçlanıp yoksulluk ya da iştirak nafakasına geçilince tedbir nafakası otomatik sona erer.

Tedbir Nafakasında Yetkili Mahkeme

Tedbir nafakası taleplerinde yetkili mahkeme, boşanma ya da ayrılık davasına bakan aile mahkemesidir. Eşlerin yerleşim yeri mahkemesi de yetkilidir. Boşanma davası açıldığında ilgili dosyada tedbir nafakası talep edilebilir; ayrıca ayrı bir dava açmaya gerek kalmaz. Aile mahkemesinin bulunmadığı yerlerde asliye hukuk mahkemesi bu yetkiyi üstlenir.

Tedbir Nafakası Ödenmezse Ne Olur?

Tedbir nafakası ödenmezse, nafaka alacaklısı ilamsız icra takibi başlatabilir. Borçlunun maaşına, banka hesaplarına, taşınmazlarına haciz konulabilir. Nafaka borcunun yine de ödenmemesi halinde, “tazyik hapsi” adı verilen üç aya kadar hapis cezası uygulanabilir. Yani nafaka borcunun gecikmesi veya ödenmemesi ciddi sonuçlar doğurur.

Boşanma Sonrası Tedbir Nafakasının Durumu

Boşanma davası kesinleştikten sonra, tedbir nafakası sona erer ve yerine genellikle yoksulluk ya da iştirak nafakası hükmedilir. Mahkeme, kararında bu geçişi belirtir. Eğer boşanma davası reddedilirse, tedbir nafakası da son bulur ve ileriye dönük nafaka hakkı ortadan kalkar.

Kısaca, tedbir nafakası dava süresinin ekonomik yükünü paylaşırken, sonunda başka bir nafaka türüne dönüşebilir ve aile fertlerinin düzenli şekilde mağduriyetini engeller.

Yoksulluk Nafakası

Yoksulluk Nafakası Nedir?

Yoksulluk nafakası, özellikle boşanma davalarında gündeme gelen bir nafaka türüdür. Yoksulluk nafakası, boşanma sonrası maddi olarak zorluk yaşayacak tarafa, diğer eş tarafından ödenen aylık maddi destektir. Türk Medeni Kanunu’nun 175. maddesi kapsamında düzenlenmiştir. Buradaki temel amaç, boşanma nedeniyle ekonomik açıdan yoksulluğa düşecek eşin hayatını asgari düzeyde devam ettirmesine yardımcı olmaktır. Yoksulluk nafakası, çoğunlukla kadın tarafından talep ediliyor gibi görünse de, erkekler de şartları sağlıyorsa bu nafakadan yararlanabilir.

Yoksulluk Nafakası Şartları Nelerdir?

Yoksulluk nafakasına hak kazanmak için bazı şartların varlığı gereklidir. Başlıca şart, boşanma nedeniyle bir tarafın maddi olarak yoksulluğa düşmesi ve diğer tarafın buna oranla daha iyi bir ekonomik durumda olmasıdır. Bir diğer önemli şart, nafaka isteyen kişinin boşanma olayında diğer taraftan daha ağır bir kusurunun bulunmamasıdır. Ayrıca, yoksulluk nafakası talebinin boşanma davasıyla birlikte ya da en geç karar kesinleşmeden önce mahkemeye iletilmiş olması gerekmektedir.

Yoksulluğa Düşme Kriterleri

Yoksulluğa düşme, genellikle kişinin boşanma sonrası kendi gelirleriyle asgari yaşam ihtiyaçlarını karşılayamaması olarak tanımlanır. Mahkemeler, kişinin maddi geliri, mevcut mal varlığı, çalışabilir olması, sahip olduğu gayrimenkulleri, sosyal ve ekonomik çevresi gibi kriterleri göz önünde bulundurur. Yoksulluğun ölçütü, ülkenin mevcut ekonomik koşulları içinde asgari geçim düzeyinin altına düşmektir. Yani kişi, barınma, beslenme, sağlık ve benzeri temel ihtiyaçlarını karşılayamıyorsa “yoksulluğa düşme” gerçekleşmiş sayılır.

Kusur ve Yoksulluk Nafakası

Kusur durumu, yoksulluk nafakasında özellikle dikkat edilen bir noktadır. Nafaka talep eden eşin boşanmaya neden olan olaylarda ağır kusurlu olmaması gerekir. Yani, kendi kusurlarıyla evliliğin bitmesine ana neden olan taraf nafaka alamaz. Ancak tamamen kusursuz olma şartı aranmaz; önemli olan, karşı tarafa göre daha düşük oranda kusurlu olmaktır. İşte bu nedenle, kusur oranı nafaka talebinin kabulünde kilit rol oynar.

Kimler Yoksulluk Nafakası Alamaz?

Yoksulluk nafakası bazı hallerde talep edilemez ve mahkeme tarafından da reddedilir. Ağır kusurlu taraf, yani boşanmanın temel sebebi olan taraf, yoksulluk nafakası alamaz. Aynı şekilde, boşanma sonrasında kendi geçimini sağlayabilecek durumda olanlar (örneğin, yüksek geliri veya mal varlığı olanlar) da bu hakka sahip değildir. Ayrıca, evlenmeden kaynaklanan nafaka ilişkisi olup olmadıkları veya mevcut evlilik dışı ilişkiler de dikkate alınır.

Yoksulluk Nafakası Ne Zaman Talep Edilebilir?

Yoksulluk nafakası, boşanma davası açıldığında veya dava süreci devam ederken talep edilebildiği gibi, dava sonuçlanmadan önce de istenebilir. Talep hakkı, boşanma kararının kesinleşmesinden önce kullanılmalıdır. Boşanma davası sonuçlandıktan ve karar kesinleştikten sonra artık yeni bir yoksulluk nafakası talebinde bulunulamaz.

Yoksulluk Nafakası Nasıl Belirlenir?

Yoksulluk nafakasının miktarı, boşanmada yoksulluğa düşen tarafın ihtiyaçları ve diğer tarafın ödeme gücü esas alınarak belirlenir. Mahkemeler genellikle tarafların gelir belgelerini, sosyal ve ekonomik durumlarını, sahip oldukları menkul ve gayrimenkulleri dikkate alır. Hakim, ülkenin ekonomik şartlarını ve tarafların yaşam standartlarını göz önünde bulundurur ve adil bir miktar tayin eder.

Yoksulluk Nafakası Süresi ve Sona Erme Sebepleri

Yoksulluk nafakası, Türk Medeni Kanunu’na göre süresiz olarak hükmedilebilir. Ancak, bazı hallerde sona erebilir:

Yeniden Evlenme

Nafaka alan taraf yeniden evlenirse yoksulluk nafakası kendiliğinden sona erer. Çünkü yeni bir evlilik, maddi anlamda destek ilişkisini bitirir.

Ölüm

Nafaka alan veya ödeyen tarafın ölümü halinde de nefaka otomatik olarak sona erer. Mirasçılara karşı nafaka talebi mümkün değildir.

Ekonomik Durumun Değişmesi

Tarafların ekonomik durumlarında önemli değişiklikler olursa; örneğin nafaka alan taraf iyi bir gelir elde etmeye başlarsa veya ödeyen taraf ağır bir maddi kayıp yaşarsa, nafakanın azaltılması ya da tamamen kaldırılması mümkün hale gelir.

Haysiyetsiz Hayat Sürme

Nafaka alan tarafın “haysiyetsiz hayat sürmesi”, yani genel ahlaka aykırı bir yaşam tarzı benimseyip, bu durumun ispat edilmesi durumunda da mahkeme kararı ile nafaka sona erdirilebilir.

Yoksulluk Nafakasının Artırılması ve Azaltılması

Yoksulluk nafakası, ekonomik koşullara veya tarafların gelir durumuna göre artırılabilir ya da azaltılabilir. Taraflar, maddi koşullarında önemli değişiklikler olduğu gerekçesiyle mahkemeden nafakanın gözden geçirilmesini isteyebilirler. Bu durumda hakim, yeni koşullara uygun bir miktar belirler.

Yoksulluk Nafakasında Yetkili Mahkeme

Yoksulluk nafakasında yetkili mahkeme genellikle nafaka alacaklısının yerleşim yeri aile mahkemesidir. Uyuşmazlık durumlarında ise boşanma davasının görüldüğü yerdeki aile mahkemesi de yetkilidir.

Yargıtay Kararları ile Uygulama

Yargıtay kararlarına bakıldığında, kusur oranlarına göre yoksulluk nafakasının kabulü ya da reddi sıkça öne çıkar. Yargıtay, özellikle ağır kusurlu ya da evliliğe esaslı şekilde zarar veren tarafların nafaka alamayacağını birçok kararında vurgulamıştır. Ayrıca, yoksulluğun tanımında asgari geçim şartlarının ve ülke ekonomisinin dikkate alınmasını istemiştir. Bunun yanında, nafakanın süresiz olması ve yalnızca somut nedenlerle sona erdirilebileceği de kararlarında sıkça belirtilmektedir.

Yoksulluk nafakası konusunda detaylı bilgi almak ve başvuru süreçlerini öğrenmek için en doğru adım, bir aile hukuku avukatına danışmaktır. Unutmayın, nafaka ile ilgili her davada kişinin özel durumları ve mahkemenin takdiri önemlidir.

Tedbir ve Yoksulluk Nafakası Arasındaki Temel Farklar

Hukuki Dayanak ve Amaç Farkları

Tedbir nafakası ve yoksulluk nafakası, hukuki temelleri ve amaçları açısından birbirinden ayrılır. Tedbir nafakası Türk Medeni Kanunu’nun 169. maddesinde düzenlenmiştir ve esas olarak boşanma veya ayrılık davası sürerken eşin ve çocukların geçici maddi ihtiyaçlarını karşılamak için verilir. Buradaki amaç, dava süresince tarafların mağdur olmamasını sağlamaktır.

Öte yandan yoksulluk nafakası, boşanma sonrası yoksulluğa düşen eşin hayatını sürdürebilmesi için verilir ve Türk Medeni Kanunu’nun 175. maddesinde yer alır. Buradaki amaç ise boşanma sonucu ekonomik olarak güçsüz kalan eşe uzun vadeli destek olmaktır. Tedbir nafakası geçici bir önlemdir; yoksulluk nafakası ise boşanma sonrası kalıcı bir maddi destektir.

Hükmedilme Zamanı ve Süresi Farkı

Tedbir nafakası, boşanma veya ayrılık davası açıldığı anda mahkemeden talep edilebilir ve dava sona erene kadar devam eder. Yani, mahkeme kararı ile dava süreci boyunca yürürlükte olur ve sadece geçici bir çözüm sunar.

Yoksulluk nafakası ise, boşanma davası kesinleştikten sonra hükmedilir. Boşanma tamamlandıktan ve taraflar arasında evlilik hukuken sona erdikten sonra geçerlilik kazanır. Yoksulluk nafakası genellikle belirli bir süreyle kısıtlanmaz ve şartlar değişmediği sürece devam eder.

Miktar Belirleme Kriterleri

Tedbir nafakası miktarı belirlenirken, eşlerin sosyal ve ekonomik durumları, davanın taraflarının ihtiyaçları ve çocukların gereksinimleri göz önünde bulundurulur. Mahkeme, tarafların gelir durumunu araştırır ve makul bir miktar belirler.

Yoksulluk nafakası miktarı ise boşanma sonrası yoksulluğa düşecek olan eşin ihtiyaçları, ekonomik durumu ve eski eşin ödeme gücü dikkate alınarak saptanır. Özellikle yoksulluk nafakası, talep eden kişinin gerçekten yoksulluğa düşüp düşmediğine, eski eşin maddi imkânlarına ve aile düzenine bakılarak hesaplanır. Her iki nafakada da miktar sonradan değişen koşullara göre artırılıp azaltılabilir.

İlgili Taraflar ve Kusur Şartları

Tedbir nafakası için kusur şartı aranmaz; boşanma veya ayrılık davası sürecinde, ekonomik olarak destek ihtiyacı olan her iki tarafa da hükmedilebilir. Yani, kimin kusurlu olduğu önemli değildir.

Yoksulluk nafakası alabilmek için, nafaka talep eden eşin boşanmada “daha ağır kusurlu” olmaması gerekir. Yani, tamamen kusurlu veya evliliğin bitmesinde ana faktör olan kişi yoksulluk nafakası alamaz. Bu nedenle burada kusur şartı çok önemlidir.

Sona Erme Şartları

Tedbir nafakası, boşanma davası veya ayrılık davasının sona ermesiyle otomatik olarak biter. Tedbir nafakasının devamı için boşanma davasının sürüyor olması şarttır.

Yoksulluk nafakası ise, nafaka alan kişinin yeniden evlenmesi, taraflardan birinin ölmesi, taraflardan birinin ekonomik durumunun değişmesi veya nafaka alanın haysiyetsiz bir hayat sürmesi gibi hallerde sona erer. Yani yoksulluk nafakası daha uzun süreli ancak sona erme sebepleri çeşitlidir.

Uygulama Süreçlerinde Önemli Noktalar

Tedbir nafakasında hızlı karar alabilmek için dava açılır açılmaz başvuruda bulunmak önemlidir. Mahkeme acele olarak nafaka miktarını belirler. Eğer mağduriyet varsa mutlaka deliller sunulmalıdır.

Yoksulluk nafakası talebinde ise, boşanma davası sırasında ya da karar kesinleşmeden mahkemeye bu yönde açıkça bir talep sunulmalıdır. Mahkeme, kusur, yoksulluk durumu ve karşı tarafın ödeme gücü gibi konularda detaylı araştırma yapar.

Her iki nafakada da, ödemelerin düzenli yapılmaması halinde icra işlemleri başlatılabilir. Ayrıca nafaka miktarının artırılması, azaltılması veya iptali için yine mahkemeye başvuru yapılması gerekir. Hak kaybı yaşamamak için süreçler titizlikle takip edilmelidir.

Sıkça Sorulan Sorular

Tedbir Nafakası Yoksulluk Nafakasına Dönüşür mü?

Tedbir nafakası yoksulluk nafakasına dönüşür mü sorusu, boşanma sürecindeki pek çok kişinin aklını karıştırır. Tedbir nafakası genellikle dava devam ederken ödenir ve boşanma gerçekleşip karar kesinleştikten sonra sona erer. Eğer nafaka alacak taraf boşanma sonrası yoksulluğa düşecekse mahkeme kararıyla yoksulluk nafakası bağlanabilir. Yani, tedbir nafakası otomatik olarak yoksulluk nafakasına dönüşmez; ancak mahkeme yoksulluk nafakasına hükmederse, tedbir nafakası yerine artık yoksulluk nafakası ödenmeye başlanır.

Herkes Yoksulluk Nafakası Alabilir mi?

Herkes yoksulluk nafakası alabilir mi, oldukça merak edilen bir sorudur. Yoksulluk nafakası herkes için geçerli değildir. Boşanma nedeniyle yoksulluğa düşecek taraf, diğer eşe göre daha az kusurlu olmalı ya da eşit kusurlu olmalıdır. Ayrıca, kendi geçimini sağlama imkanı olmayan ya da geliri yetersiz olan kişiler yoksulluk nafakası alabilir. Tam kusurlu olan veya evlilik sürecinde ağır kusuru bulunan kişiler yoksulluk nafakası alamazlar.

Tedbir ve Yoksulluk Nafakası Birlikte Talep Edilebilir mi?

Tedbir ve yoksulluk nafakası birlikte talep edilebilir mi? Evet, talep edilebilir. Çünkü tedbir nafakası boşanma davası süresince, yoksulluk nafakası ise boşanma kesinleştikten sonra ödenen bir nafakadır. Genellikle boşanma davası açılırken tedbir nafakası istenir, karar kesinleştiğinde ise yoksulluk nafakası talebinde bulunulabilir. Ancak bunlar farklı zaman dilimlerinde ödenen nafaka türleridir ve ikisi aynı anda alınmaz.

Nafaka Ödenmezse Ne Olur?

Nafaka ödenmezse ne olur sorusu, özellikle nafaka hakkı olan kişilerin çokça sorduğu bir konudur. Mahkeme kararıyla bağlanan nafakanın ödenmemesi durumunda, nafaka alacaklısı icra takibi başlatabilir. Borçlu nafakayı ödememekte ısrar ederse, alacaklı şikayetçi olabilir ve hakkında tazyik hapsi (nafaka borcunu ödeyene kadar hapis) kararı verilebilir. Ayrıca, nafaka borçlusu ödemediği günlerin tutarını faiziyle birlikte ödemek zorunda kalır. Yani nafaka ödememek ciddi hukuki sonuçlara yol açar.

Sonuç ve Değerlendirme

Hakların Korunması ve Uygulamada Dikkat Edilecekler

Hakların korunması, nafaka sürecinde tarafların en çok dikkat etmesi gereken konuların başında gelir. Nafaka türleri ve şartları konusunda bilgi sahibi olmak, hak kaybı yaşanmaması için oldukça önemlidir. Özellikle tedbir nafakası ve yoksulluk nafakası başvurularında, taleplerin zamanında ve doğru şekilde yapılması büyük fark yaratır.

Hakların korunması için öncelikle mahkeme kararlarına titizlikle uyulmalıdır. Ayrıca, nafaka miktarı ve ödeme süreleriyle ilgili ortaya çıkan değişikliklerde, vakit kaybetmeden artırma, azaltma veya iptal talebiyle mahkemeye başvurmak gerekir. Nafaka ödemeleri düzenli takip edilmeli, hak edilen nafaka alınamıyorsa icra takibi yoluyla yasal yollar kullanılmalıdır.

Uygulamada dikkat edilmesi gereken en önemli noktalardan biri de, nafaka hükümlerinin geçici ya da sürekli olabileceğidir. Özellikle boşanma sürecinde verilen tedbir nafakası, boşanmanın kesinleşmesiyle birlikte sona erebilir veya başka bir nafaka çeşidine dönüşebilir. Bu süreçlerde taraflar arasında yanlış anlaşılmalar ve mağduriyetler yaşanmaması için uzman bir avukattan destek almak faydalı olacaktır.

Güncel yasal değişiklikler ve Yargıtay kararları dikkatle takip edilmelidir. Kanunda yapılan yeni düzenlemeler ve emsal mahkeme kararları, hakların korunmasında yol gösterici olur.

Sonuç olarak, nafaka sürecinde hakların korunması için yasal yükümlülüklerin bilincinde olmak, başvuruları zamanında yapmak, gerektiğinde uzman desteği almak ve mahkeme kararlarına uygun hareket etmek temel noktalardır. Böylece hem hak kayıplarının hem de hukuki sorunların önüne geçmek mümkün olacaktır.

İhtiyati Tedbir Nedir? Tedbir Kararı Ne Demek, Nasıl Alınır?

İhtiyati tedbir hukuki süreçlerde doğabilecek ciddi zararlara karşı alınan bir önlem olarak karşımıza çıkar. Bu tedbirler, hukuki ihtilaflar sırasında veya öncesinde tarafların haklarını korumak amacıyla verilmektedir. Örneğin, bir tarafın mal varlığının azalmasını önlemek amacıyla, mahkeme tarafından ihtiyati tedbir kararı verilebilir.

Tedbir kararları, dava açılmadan önce ilgili ve yetkili mahkemeden talep edilebilir. Dava açıldıktan sonra ise davanın görüldüğü mahkemeden talep edilmelidir. Hakim, somut durumları değerlendirerek karar verebilir ve bazı durumlarda karşı tarafı dinlemeden karar alabilir.

İhtiyati tedbir kararı, talep eden tarafın haksız çıkması halinde karşı tarafın uğrayabileceği zararları karşılamak üzere teminat alınmasını gerektirebilir. Verilen tedbir kararlarına karşı taraflar itiraz edebilir ve itiraz süreci de belirli bir usule tabidir.

İhtiyacınız halinde daha fazla bilgi için bir hukuk uzmanına başvurabilirsiniz. Bu süreçler karmaşık olabilir, bu yüzden her adımda profesyonel bir rehberlik almak önemlidir.

İhtiyati Tedbir Nedir?

İhtiyati tedbir, HMK’da (Hukuk Muhakemeleri Kanunu) tanımlanan ve uygulamada çok önemli bir yere sahip olan geçici hukuki koruma yöntemidir. En basit haliyle, bir hakkın ya da malvarlığının dava sonuçlanana kadar kaybolmamasını, zarar görmemesini ya da el değiştirmesini önlemek amacıyla mahkemece verilen, geçici ve önleyici nitelikte bir karardır.

İhtiyati tedbir, adeta yargılamanın bekçisi gibi davada veya davadan önce ortaya çıkabilecek tehlikelere karşı hakları “muhafaza altına alan” bir kalkan görevi görür. Uzun süren dava süreçlerinde, asıl davanın sonunda hak sahibinin hakkını etkili bir şekilde alabilmesi için gereklidir. Özellikle taşınmazlara, malvarlığına veya haklara yönelik sıklıkla uygulanır.

Tedbir Kararı Ne Demek?

Tedbir kararı, mahkemeler tarafından verilen koruma amaçlı geçici bir karardır. Hukuki bir ihtilafın çözümü için mahkeme kararı beklenirken, ortaya çıkabilecek zararları önlemek, mevcut durumun korunmasını sağlamak amacıyla verilir. Tedbir kararı, ihtiyati tedbirin bizzat uygulamaya geçirilmiş halidir.

Tedbir kararı sayesinde, taraflardan biri veya üçüncü kişiler, dava konusu mal üzerinde işlem yapamaz, hakkı devredemez veya zarar veremez. Bu tür bir karar, yargılamanın uzun sürdüğü davalarda, davacı ya da davalı için telafisi mümkün olmayan zararların doğmasını engellemiş olur. Örnek olarak, taşınmaz satışının durdurulması, banka hesabının veya aracın üzerine tedbir koyulması gibi uygulamalar verilebilir.

Hukuki Dayanağı (HMK’da İhtiyati Tedbir)

İhtiyati tedbirin hukuki dayanağı, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 389 ve devamı maddelerinde düzenlenmiştir. HMK’nın 389. maddesinde, ihtiyati tedbirin kapsamı, şartları ve hangi durumlarda uygulanabileceği açıkça belirtilmiştir. Buna göre:

  • HMK 389. maddeye göre, “Mevcut durumda meydana gelebilecek bir değişme nedeniyle hakkın elde edilmesinin önemli ölçüde zorlaşacağı veya tamamen imkânsız hâle geleceği ya da gecikme sebebiyle bir sakınca veya ciddi bir zararın doğacağı endişesi bulunan hâllerde, mahkemeden ihtiyati tedbir talep edilebilir.”
  • HMK 390 ve devamı maddelerde ise, ihtiyati tedbir başvurusu usulü, yaklaşık ispat kuralı, teminat yükümlülüğü ve tedbirin uygulanma şekli ile süresi gibi detaylar düzenlenmiştir.

Kısacası; ihtiyati tedbirin hukuki niteliği, HMK’daki ilgili maddelerle belirlenmiş ve yargılamada hakların korunması için vazgeçilmez bir mekanizma halini almıştır. Özellikle taşınmaz davaları, ticari uyuşmazlıklar ve aile hukukunda sıkça başvurulan bir güvencedir.

İhtiyati Tedbir Kararının Amaç ve Önemi

Geçici Hukuki Korumanın Gerekliliği

Geçici hukuki koruma, hukuki uyuşmazlıklarda tarafların haklarının dava süresince korunması için çok önemli bir mekanizmadır. İhtiyati tedbir kararı, bir davanın sonuca ulaşması için geçecek sürede, kişilerin haklarının zarar görmesini engellemek amacıyla uygulanır. Çünkü dava süreçleri bazen beklenilen süreden uzun sürebilir ve bu süreçte tarafların hakları tehlikeye girebilir. Bu tehlikenin önüne geçmek, mağduriyeti önlemek veya ileride verilecek mahkeme kararının etkisiz kalmasını engellemek için geçici hukuki korumaya ihtiyaç duyulur.

İhtiyati tedbir, özellikle hakkın elde edilmesinin zorlaşıp zorlaşmayacağını belirlemede ve hak kayıplarını önlemede faydalıdır. Örneğin, bir taşınmazın satılması ya da bir bankadaki paranın harcanması gibi bir durum söz konusuysa, mahkemeden geçici olarak bu haklara dokunulmamasını sağlamak mümkündür. Böylece dava bitinceye kadar hak sahibinin hakları güvence altına alınır.

Dava Sonuçlanana Kadar Hakların Korunması

Dava sonuçlanana kadar hakların korunması, ihtiyati tedbir sisteminin en kritik amacıdır. Dava açıldıktan sonra veya dava açılmadan önce alınabilen ihtiyati tedbir sayesinde, taraflardan birinin ileride elde edeceği hakkın şu anda korunması sağlanır. Mesela, bir borç ilişkisi nedeniyle alacaklının, borçlunun mallarını kaçırmasını veya yok etmesini engellemek için mahkeme, ihtiyati tedbir kararı verebilir. Bu kararla, örneğin borçlunun taşınmazlarına tapuda şerh konulması sağlanabilir.

Bu şekilde, mahkeme kararı kesinleşene kadar hak kaybı yaşanmasının önüne geçilmiş olur. Amaç, mahkeme kararının ileride anlamını yitirmemesini, etkili ve uygulanabilir olmasını güvence altına almaktır. Ayrıca, davayı kazanan tarafın hakkının gerçekten korunup kullanılabilmesi adına geçici olarak önlem alınması toplumda adalet duygusunu da güçlendirir.

Sonuç olarak, ihtiyati tedbirin temel önemi, hala devam eden bir davada tarafların haklarının korunması ve nihai karar verilene kadar doğabilecek telafisi güç zararların önlenmesidir. Bu, adil bir yargı süreci açısından vazgeçilmezdir.

İhtiyati Tedbirin Şartları

Hakkın Elde Edilmesinin Zorlaşması veya İmkansızlaşması

Hakkın elde edilmesinin zorlaşması veya imkansızlaşması ihtiyati tedbirin en temel şartlarından biridir. Uygulamada ve HMK’da, mahkemeler bir tedbir kararı verirken, davacı tarafın hakkının yargılama sonuna kadar korunmadığı takdirde o hakkı elde etmesinin ya ciddi şekilde zorlaşacağına ya da tamamen imkansız hale geleceğine kanaat getirmelidir. Bu şart, mahkemeye sunulan belgeler ve somut olayın özelliklerine göre değerlendirilmektedir.

Örnek: Satışı yapılacak bir ev için açılan tapu iptal davasında, satış işlemi gerçekleşirse hakkın yerine getirilmesi çok zor veya neredeyse imkansız olacaktır. Bu gibi durumlarda mahkeme, taşınmaz üzerinde ihtiyati tedbir koyabilir. Bu nedenle, hakkın acil korunması gerekliliği net ve makul bir şekilde gösterilmelidir.

Gecikme Nedeniyle Doğacak Ciddi Zararın Önlenmesi

Gecikme nedeniyle doğacak ciddi zararın önlenmesi ihtiyati tedbir talebinde ikinci önemli şarttır. Bu düzenleme ile; davacının davasının karara bağlanmasını beklemek yerine, bekleme süresince kayba uğramaması veya mağdur olmaması amaçlanır. Özellikle ticari davalarda süre çok önemli olduğundan, zaman kaybının telafisi güç zarar doğurabileceği kabul edilir.

Gecikmenin zararı; maddi kayıp olabileceği gibi (örneğin bir malın elden çıkması) manevi kayıp (örneğin itibarın zedelenmesi) da olabilir. Yani mahkemeye, gecikme halinde ciddi bir risk ve zarar ihtimali olduğunu belgelerle veya somut biçimde göstermek gerekir. Tedbir kararı verilmezse, başvurucu daha sonra hakkını kazansa bile mağduriyetini telafi edemeyebilir.

Yaklaşık İspat Kuralı

Yaklaşık ispat kuralı, ihtiyati tedbir kararı verilmesinin üçüncü ana şartıdır. Burada mahkemeden tam anlamıyla kesin bir ispat beklenmez. Ancak iddia edilen hakkın varlığı ve tedbir kararının gerekliliği, sunulan belgeler ve deliller ışığında %100 değil, makul ve güçlü bir ihtimal düzeyinde ispat edilmelidir.

Yaklaşık ispat, “talepte bulunan kişinin iddialarının büyük oranda gerçek olabileceği” kanaatini uyandırmalıdır. Hakim, mevcut delillerden ve olayın genel akışından başvurucunun ihtiyati tedbir istemekte haklı olabileceği sonucuna varmalıdır. Tam ispat aranmaması, ihtiyati tedbirin hızlı ve pratik şekilde uygulanabilmesi için getirilmiştir.

Sonuç olarak; hakkın elde edilmesinin zorlaşması veya imkansızlaşması, gecikme ile ortaya çıkacak ciddi zararın önlenmesi ve yaklaşık ispat kuralına uyulması, ihtiyati tedbir için vazgeçilmez şartlardandır. Mahkemeler bu üç temel koşulun varlığını her olayda dikkatle inceler.

İhtiyati Tedbir Türleri

Eda Amaçlı İhtiyati Tedbir

Eda amaçlı ihtiyati tedbir, mahkemeden belirli bir eylemin yapılmasını veya yapılmamasını geçici süreyle istemektir. Bu tür tedbirlerde, bir kişinin bir şeyi yapmasına, yapmamasına ya da bir şeyi engellemesine karar verilebilir. Örneğin, bir taşınmazın satılmasının geçici olarak durdurulması veya bir ürünün piyasadan toplatılmasına yönelik tedbirler bu kapsama girer. Eda amaçlı tedbirler, genellikle tarafların haklarının devam eden ihlali riskini önlemek için uygulanır ve sonuçları doğrudan bir edime yöneliktir.

Teminat Amaçlı İhtiyati Tedbir

Teminat amaçlı ihtiyati tedbir, çoğunlukla alacaklı ile borçlu arasındaki ilişkilerde kullanılır ve borçlunun mal kaçırmasını engellemek için malların üzerine geçici olarak el konulması şeklinde uygulanır. Teminat amaçlı tedbirin temel hedefi, dava sonunda alacaklının hakkını alabilmesini güvence altına almaktır. Bu tür tedbirler sayesinde, borçlunun taşınır veya taşınmaz malları geçici süreyle koruma altına alınır ve mal varlığının azaltılması önlenir.

Düzenleme Amaçlı İhtiyati Tedbir

Düzenleme amaçlı ihtiyati tedbir, mahkeme süreci boyunca taraflar arasındaki ilişkilerin geçici olarak yeniden düzenlenmesini sağlar. Bu tedbir türü özellikle aile hukukunda sıkça görülür, örneğin bir müşterek konutta kimin kalacağına karar verilmesi gibi. Ayrıca çocukların velayeti, yanında kimde kalacağı gibi uygulamalar da düzenleme amaçlı tedbirlerdendir. Kısacası, ilgili düzenlemelerle taraflar arasındaki mevcut durumu dengelemek amaçlanır.

Taşınır Mallar Üzerine Tedbir

Taşınır mallar üzerine ihtiyati tedbir, genellikle araçlar, makinalar veya değerli eşyalar gibi kimliği belli ve taşınabilir mallar hakkında uygulanır. Bu tür tedbir kararlarında, malların satışı, devri veya el değiştirmesi önlenir. Uygulamada özellikle araç satışının yasaklanması ya da bir makinenin başkası tarafından kullanılmasının engellenmesi örnek olarak gösterilebilir. Taşınır malın bulunduğu yerdeki icra dairesi tarafından tedbir uygulanır ve genellikle polis veya kolluk kuvvetlerinden destek alınır.

Taşınmazlar Üzerine Tedbir

Taşınmazlar üzerine verilen ihtiyati tedbir, en çok “tapuya şerh” olarak karşımıza çıkar. Yani bir taşınmazın (arazi, arsa, ev, daire gibi) maliki tarafından üçüncü kişilere devri, satılması ya da üzerinde herhangi bir tasarruf yapılması mahkeme kararıyla engellenir. Bu tür tedbir kararları tapu siciline işlenerek hukuki geçerlilik kazanır ve işlemlerin önüne geçilir. Özellikle ortaklığın giderilmesi davalarında ve alacak davalarında taşınmazlar herhangi bir olumsuz sonuç doğmaması için güvenceye alınır.

Diğer Mal ve Haklar Üzerine Tedbir Uygulamaları

Diğer mal ve haklar üzerine tedbir uygulamaları ise, banka hesapları, fikri haklar, şirket hisseleri, alacak hakları gibi unsurları kapsar. Mesela; bir kişinin banka hesabının dondurulması, şirket ortaklığının devrinin önlenmesi veya marka, patent haklarının devri ile ilgili ihtiyati tedbirler bu başlık altındadır. Bu tür tedbirler sayesinde hem maddi hem de manevi hakların geçici olarak korunması sağlanır. Her hak için uygun uygulama yapılır ve kararlar ilgili kurumlara bildirilir.

Çeşitli ihtiyati tedbir türleri, mağduriyetin önüne geçmek ve hakların korunmasını sağlamak adına oldukça önemlidir. Mahkemeler her bir tedbir türü için duruma, delillere ve tarafların haklarına göre en uygun kararı vermeye çalışır.

Dava Açılmadan Önce Tedbir Talebi

Dava açılmadan önce ihtiyati tedbir talebi, genellikle henüz asıl dava açılmamış ancak hakkın korunmasının aciliyet arz ettiği durumlarda başvurulan bir yoldur. Dava açılmadan önce ihtiyati tedbir talebinde bulunacak olan kişi, ileride asıl davayı açacağını düşündüğü ve hakkı korumak ihtiyacı hissettiği anda, bu talebi esas davanın görüleceği görevli ve yetkili mahkemeye yöneltmelidir. Kanuna göre, korunması gereken hak mevcutsa ve ileride açılacak davada bu hakkın elde edilmesi zorlaşacak veya imkansız hale gelecekse yahut gecikme halinde ciddi bir zarar doğacaksa, mahkeme ihtiyati tedbir kararı verebilir.

Talep üzerine verilen ihtiyati tedbir kararıyla tarafların hakları koruma altına alınır. Ancak, böyle bir karar verildiğinde, kararı veren mahkeme, talepte bulunan kişiye genellikle iki hafta içinde (veya belirli bir süre içinde) esas davayı açma zorunluluğu getirir. Eğer verilen sürede dava açılmazsa, ihtiyati tedbir kendiliğinden kalkar.

Dava Açıldıktan Sonra Tedbir Talebi

Dava açıldıktan sonra ihtiyati tedbir talebi ise, dava devam ederken ortaya çıkan yeni riskler veya hak kayıplarını önleme amacı taşır. Dava açıldıktan sonra ihtiyati tedbir istemek için de bazı şartların varlığı gerekir: Mevcut durumda bir değişiklik olmasından dolayı hakkın elde edilmesinin zorlaşması, hakkın kaybedilme tehlikesinin ortaya çıkması veya gecikme yüzünden ciddi bir zararın oluşması gibi.

Bu durumda, asıl davanın görüldüğü mahkemeye yazılı olarak dilekçe ile başvurulup, tedbir talebinin gerekçeleri açıklanır. Mahkeme, gerekli gördüğü durumlarda karşı tarafı dinlemeden de tedbir kararı verebilir. Dava açıldıktan sonraki tedbir taleplerinde, dosya üzerinden hızlı karar alınması için mahkeme ivedilikle değerlendirme yapar.

Yetkili ve Görevli Mahkeme

İhtiyati tedbir taleplerinde yetkili ve görevli mahkeme son derece önemlidir. Kural olarak, dava açılmadan önce ihtiyati tedbir talebi, esas hakkında görevli ve yetkili olan mahkemeden istenir. Yani, esas dava hangi mahkemede açılacaksa, tedbir için de aynı mahkemeye başvurulmalıdır. Eğer özellikle hızlı hareket edilmesi ve hakların korunması gerekiyorsa, HMK’da belirtildiği şekilde en az masrafla ve hızlı uygulanabilecek yer mahkemesi de yetkili olabilir.

Dava açıldıktan sonraki ihtiyati tedbir talepleri ise, asıl davanın görüldüğü mahkemeye yapılır. Burada yetkili ve görevli mahkeme, zaten davayın açıldığı mahkemedir.

Tedbir Talebinde Gerekçelendirme ve Belgeler

Tedbir talebinde bulunulurken, talebin mutlaka gerekçelendirilmesi ve iddiaların belgelerle desteklenmesi gerekir. HMK’ya göre, ihtiyati tedbir talep eden taraf dilekçesinde hangi nedenle tedbir istediğini, tedbirin türünü ve olayın özetiyle birlikte, bu talebin şartlarını oluşturan olguları ayrıntılı bir şekilde açıklamak zorundadır.

Ayrıca yaklaşık ispat kuralı gereği, talepte bulunan kişi hakkın varlığı ve korunmasına yönelik iddialarını belgelemek zorundadır. Mahkemeye sunulacak belgeler arasında; tapu kayıtları, banka dökümleri, yazılı deliller, tanık beyanları veya diğer resmi evraklar olabilir. Tedbir talebinde, talep edilen önlemin ne olduğu ve neden acil olarak alınması gerektiği açıkça belirtilmelidir.

Sonuç olarak, ihtiyati tedbir sürecinde mahkemeye sunulan gerekçeler ve belgeler, talebin kabul edilmesinde en önemli unsurlar arasında yer alır. Yetersiz veya dayanağı olmayan talepler mahkeme tarafından reddedilir.

Kararın İcra Dairesi Tarafından Uygulanması

İhtiyati tedbir kararının uygulanması için, kararın mahkeme tarafından verilmesinden sonra ilgili icra dairesine başvuru yapılması gerekir. Uygulama işlemi, genellikle ya mahkemenin bulunduğu yerdeki ya da tedbir konusu mal veya hakkın bulunduğu yerdeki icra dairesi tarafından yapılır. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 393. maddesine göre, ihtiyati tedbir kararını mahkemeden alan taraf, bu kararın tefhim veya tebliğinden itibaren bir hafta içinde icra dairesine başvurmak zorundadır. Şayet bu süre içinde başvuru yapılmazsa, verilen tedbir kendiliğinden ortadan kalkar.

Tedbir uygulaması sırasında icra müdürü, mahkemenin kararında belirtilen şartlara, limitleme ve detaylara aynen uymak zorundadır. Uygulama, hukuki güvenliği sağlamak için en ince ayrıntısına kadar yerine getirilir ve icra dairesi sadece yetkili olduğu işlemleri yapar.

Uygulama İçin Başvuru ve Tutanak

İhtiyati tedbirin uygulanabilmesi için, tedbir isteyenin veya avukatının yazılı başvurusu gereklidir. Başvuruda, mahkeme tarafından verilen ihtiyati tedbir kararının aslı veya onaylı örneği, ilgili icra dairesine teslim edilir. İcra müdürü, bu başvuru üzerine derhal uygulama işlemlerini başlatır.

Uygulama sırasında, uygulamayı yapan memur tarafından bir tutanak düzenlenmesi zorunludur. Tutanakta, tedbir kararının mahiyeti, uygulamanın nasıl yapıldığı, başvuru sahibinin ve karşı tarafın isimleri, tarihler ve uygulamanın aşamaları ayrıntılı şekilde belirtilir. Bu tutanak, hem işlemin şeffaflığı hem de olası itirazlar için hukuki delil niteliği taşır.

Ayrıca, uygulama işlemi sırasında taraflar veya vekilleri hazır bulunabilir. Uygulama işlemi tamamlandığında da, icra dairesi ilgili taraflara tebligat yapmakla yükümlüdür.

Tapu ve Diğer Kayıtlara Şerh Verilmesi

İhtiyati tedbir kararı, tapu gibi merkezi kayıtlara ilişkin ise, karar icra dairesi vasıtasıyla ilgili tapu müdürlüğüne iletilir. Tapu müdürlüğü, gönderilen mahkeme kararına ve icra işlemlerine uygun şekilde taşınmaz üzerine ihtiyati tedbir şerhini işler. Bu şerh sayesinde, taşınmaz üçüncü kişilerce devredilemez veya üzerinde işlem yapılamaz.

Sadece taşınmazlar değil, araçlar, şirket payları veya başka kamu kayıtları söz konusu olduğunda da aynı uygulama geçerlidir. Sicile işlenen ihtiyati tedbir şerhi, hakların korunmasını sağlar ve alacaklı/tarafların hak kaybı yaşamasının önüne geçer.

Önemli bir not olarak; tapu kaydına işlenen tedbir şerhi bazı durumlarda yalnızca satışa değil, taşınmaz üzerinde her türlü tasarrufa engel olabilir. Şerhin kaldırılması için ise yine mahkeme kararı veya tedbirin kendiliğinden hükümsüz hale gelmesi gerekir.

Kısacası, ihtiyati tedbir kararının uygulanması aşamasında en önemli adımlar icra dairesine başvuru, işlemin tutanak altına alınması ve kararın tapu veya ilgili kayıtlara şerh verilerek hukuki korumanın fiilen sağlanmasıdır.

Ne Zaman Teminat Gösterilir?

Ne zaman teminat gösterilir sorusu, ihtiyati tedbir kararlarında en çok merak edilen konulardan biridir. HMK 392. maddeye göre, ihtiyati tedbir talep eden kişi, haklı çıkamazsa karşı tarafın görebileceği zararları karşılamak için genellikle teminat göstermek zorundadır. Yani mahkeme, ihtiyati tedbir kararı vermeden önce başvurandan belirli bir miktar teminat isteyebilir. Bunun amacı, karşı tarafın veya üçüncü kişilerin uğrayacağı olası zararları güvence altına almaktır.

Ancak burada hakime bir takdir yetkisi de verilmiştir. İhtiyati tedbir isteyen, talebini resmî bir belgeye veya kesin bir delile dayandırıyorsa, mahkeme, teminat gösterilmesinden muafiyet tanıyabilir. Ama genel kural, teminatsız tedbir kararı verilmemesidir. Uygulamada teminat oranı genellikle %15 olarak belirlenir.

Teminattan Muafiyet Halleri (Adli Yardım)

Teminattan muafiyet halleri, özellikle adli yardım konusunda önemlidir. Adli yardım kararı alan kişiler, maddi durumlarının yetersizliğinden dolayı yargı harçları ve masraflarından olduğu gibi, teminat göstermekten de muaf tutulurlar. Ayrıca devletin taraf olduğu davalarda, kamu tüzel kişileri için ve bazı özel durumlarda da teminat istenmez.

Bunun dışında mahkeme, talebin kesin delile dayandığı veya resmî belgeye bağlandığı durumlarda teminattan muafiyet kararı verebilir. Ancak bu bir zorunluluk değil, tamamen hakimin takdirindedir. Eğer mahkeme teminatsız tedbir kararı verirse, bunun gerekçesini belirtmek zorundadır.

Kısacası, adli yardım kapsamında olanlar ve bazı istisnai durumlar haricinde, ihtiyati tedbirde teminat göstermek çoğunlukla bir zorunluluktur. Adli yardım başvurusu kabul edilmişse bu hak özellikle geçerlidir.

Teminatın Tutulması ve İadesi

Teminatın tutulması ve iadesi de uygulamada önemli sorulardandır. Mahkemece alınan teminat, dosya üzerinden vezneye veya banka hesaplarına yatırılır ve dava sonuna kadar tutulur.

Eğer davacı lehine sonuçlanır ve ihtiyati tedbir kararı kesinleşirse, karşı taraf bu teminat üzerinde hak iddia etmedikçe ve tazminat talebinde bulunmazsa, teminat sahibine iade edilir. HMK m.392’ye göre, asıl davaya ilişkin hükmün kesinleşmesinden veya tedbir kararının kaldırılmasından itibaren bir ay içinde karşı taraf tazminat davası açmazsa teminat iade edilir.

İade sürecinde mahkemeye bir dilekçeyle başvuru yapılması gereklidir. Teminatın iadesi için gerekli şartların oluşup oluşmadığı mahkeme tarafından incelenir ve iade kararı yazılır. Eğer karşı taraf bir ay içinde herhangi bir tazminat davası açmazsa, yatırılan teminatı geri almak mümkün olur.

Not: Teminatın iadesi ile ilgili süreleri kaçırmamak önemlidir; bu hakların zamanında kullanılması gerekir.

Tedbirin Geçerlilik Süresi (7 Gün/2 Hafta Kuralı)

Tedbirin geçerlilik süresi, ihtiyati tedbir kararının uygulanması için çok önemli bir detaydır. HMK’ya (Hukuk Muhakemeleri Kanunu) göre bir ihtiyati tedbir kararı, kararın verildiği andan itibaren en geç 1 hafta (7 gün) içinde uygulanmak zorundadır. Bu süre içinde uygulanmazsa, tedbir kararı otomatik olarak geçersiz olur ve kendiliğinden kalkar.

Eğer ihtiyati tedbir kararı, dava açılmadan önce verilmişse, bu kez kararın uygulanmasından itibaren 2 hafta (14 gün) içinde asıl davanın açılması gerekmektedir. Bu süre içinde davanın açılmaması durumunda ise yine tedbir kararı başka bir işleme gerek olmadan sona erer. Kısacası, 7 gün ve 2 hafta kuralı, ihtiyati tedbir kararlarının etkinliğini ve hakkaniyeti korumak için konmuş zaman sınırlamalarıdır.

Dava Açılmamasında Tedbirin Kalkması

Dava açılmamasında tedbirin kalkması kuralı, korunmak istenen hakkın gerçekten dava yoluyla takip edilip edilmediğine bakar. Eğer ihtiyati tedbir kararı alındıktan sonra, kanunda öngörülen 2 haftalık süre içinde davacı esasa ilişkin davayı açmazsa, bu durumda tedbir kararı kendiliğinden sona ermiş olur. Yani, herhangi bir mahkeme kararı olmadan ve yeni bir işleme gerek kalmadan, önceden konulan tedbir ortadan kalkar. Bu kural, mahkemelerde gereksiz yere tedbir kararlarının uzamasını önler ve karşı tarafın haklarının haksız yere kısıtlanmasına engel olur.

Yani, özetle: Dava açılmazsa ihtiyati tedbir de biter.

Nihai Kararla Tedbirin Sona Ermesi

Nihai kararla tedbirin sona ermesi ise şu anlama gelir: İhtiyati tedbir kararı, kural olarak, dava sonuçlanıncaya ve verilen esas karar kesinleşinceye kadar geçerlidir. Asıl davada verilen nihai karar kesinleşirse, bu kararla birlikte tedbirin de artık uygulanmasına gerek kalmaz ve tedbir otomatik olarak kalkar. Fakat, mahkeme gerekçeli kararında aksi yönde bir hüküm koymamışsa veya tedbirin kaldırılması yönünde açıkça bir taleple karşılaşılmamışsa, genellikle nihai karar kesinleştiğinde ihtiyati tedbirin de hukuken sona erdiği kabul edilir.

Bu sistem sayesinde, mahkeme kararıyla haklı çıkan taraf mağdur edilmez, aynı zamanda hakların suistimal edilmesinin de önüne geçilmiş olur.

Kısacası; ya 7 gün içinde tedbir uygulanır, 2 hafta içinde dava açılır veya en geç nihai karar kesinleştiğinde tedbir tamamen sona erer.

İtiraz Hakkı, Süresi ve Usulü

Tedbir kararına karşı itiraz hakkı, kararın muhatabı veya menfaati zedelenen üçüncü kişiler tarafından kullanılabilir. İhtiyati tedbir en çok karşı taraf dinlenmeden verilmişse itiraz gündeme gelir. HMK’ya göre, tedbir kararına karşı itiraz süresi bir haftadır. Bu süre, tedbir kararının tebliğinden veya öğrenilmesinden itibaren başlar. Üçüncü kişilerin tedbirin kendi haklarını etkilediğini öğrendikleri tarihten itibaren de bu bir haftalık süre işler.

İtiraz, karar veren mahkemeye yazılı olarak yapılır. Dilekçede tedbirin neden haksız olduğu, şartlarının bulunmadığı veya teminatla ilgili eksiklikler detaylı şekilde açıklanmalıdır. Mahkeme, itirazı genellikle dosya üzerinden ve gerekirse tarafları duruşmaya davet ederek inceler. Sonuçta mahkeme itirazı kabul ederse tedbiri kaldırabilir veya değiştirebilir; reddederse tedbir devam eder. Tedbir talebinin reddi halinde de istinaf yolu açıktır.

İtirazın Kararın Uygulanmasına Etkisi

Tedbir kararına itiraz edilmesi, tedbirin uygulanmasını otomatik olarak durdurmaz. Yani, mahkemeye yapılan itiraz, tedbirin icrasını kendiliğinden ortadan kaldırmaz. Ancak, mahkeme gerekli görürse itirazı değerlendirene kadar tedbir uygulamasını geçici olarak durdurmaya karar verebilir. Bu, somut olayın özelliklerine göre hakimin takdirine bağlıdır.

Kanunda ayrıca, tedbire yapılan itirazın derhal ve öncelikle inceleneceği belirtilmiştir. Bu da taraflar için hızlı ve etkili bir hak arama olanağı sunar. Yani mahkeme, normal süreçlere kıyasla daha hızlı karar verir ve tarafların mağduriyetini önlemeye çalışır.

İstinaf ve Temyiz Yolları

İhtiyati tedbir kararlarına karşı istinaf kanun yolu açıktır. Yani, tedbir isteyenin talebinin reddi veya tedbir kararının kaldırılması/refus edilmesi üzerine ilgili taraf, kararı bölge adliye mahkemesine (istinaf) taşıyabilir. İstinaf başvuru süresi genelde iki haftadır; süre gerekçeli kararın taraflara tebliğiyle başlar.

Ancak, istinaf incelemesi sonunda verilen kararlara karşı temyiz yolu kapalıdır. Yani, Bölge Adliye Mahkemesince verilen tedbir kararları kesin olup Yargıtay’a götürülemez. Bu, Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK) ve istinaf uygulamalarında açıkça düzenlenmiştir. Tedbir sürecinde hızlılık ve kesinlik sağlamak için böyle bir sistem öngörülmüştür.

Sonuç olarak; ihtiyati tedbir kararlarında taraflara hem mahkemeye itiraz, hem de istinaf hakkı tanınmıştır. Ancak temyiz yolu yoktur ve kararlar istinaf sonrası kesinleşir. Bu süreç, uygulamadaki güncelliğiyle tarafların haklarının hızlı korunmasına imkan tanır.

Değişiklik ve Kaldırılma Talepleri

Tedbirin kaldırılması veya değiştirilmesi konusunda mahkemeye başvuru, genellikle ilgililerin talepleri üzerine gerçekleşir. İhtiyati tedbir kararı verildikten sonra, taraflardan biri, tedbir kararının şartlarında bir değişiklik olduğunu veya artık tedbire gerek kalmadığını düşünüyorsa mahkemeye başvurarak tedbirin tamamen kaldırılmasını veya mevcut tedbirin değiştirilmesini talep edebilir.

Değişiklik ve kaldırılma taleplerinde, istekte bulunan taraf gerekçelerini açıkça belirtmelidir. Mahkeme, sunulan yeni delilleri, olayda yeni gelişmeler olup olmadığını ve tedbir ihtiyacının devam edip etmediğini değerlendirir. Eğer tedbir kararının devamı artık haklı bir gerekçeye dayanmıyorsa veya şartlar değişmişse, mahkeme tedbirin kaldırılmasına veya değiştirilmesine karar verebilir.

Uygulamada en çok karşılaşılan durumlar; borcun ödenmesi, uzlaşma sağlanması ya da tedbirin konulmasına neden olan hukuki durumun ortadan kalkmasıdır. Ayrıca ilgili taraflardan birinin zarara uğradığı iddiası gündeme geldiğinde, tedbirin kaldırılması veya değiştirilmesi talepleri oldukça önem kazanmaktadır.

Şartların Değişmesi Halinde Ne Yapılır?

İhtiyati tedbir kararlarında şartların değişmesi, çoğu zaman karara itiraz veya kaldırma talebinin en önemli gerekçesidir. Eğer tedbirin verildiği tarihten sonra yeni deliller ortaya çıkarsa, taraflar arasında sulh ya da uzlaşma sağlanırsa veya tedbir koymayı gerektiren sebep ortadan kalkarsa, mahkemeye başvurulabilir.

Şartların değişmesi halinde, ilgililer dilekçeyle tedbiri veren mahkemeye başvurur ve durumu belgeler. Mahkeme, yapılan başvuruyu dosya üzerinden veya duruşma açarak inceler. Tedbirin artık amacı kalmamışsa ya da şartlar kökten değiştiyse, mahkeme resen veya talep üzerine tedbiri kaldırabilir veya içeriğinde değişiklik yapabilir.

Ayrıca, karşı tarafın veya üçüncü kişilerin haklarına zarar verildiğinin tespiti halinde de değişiklik gündeme gelebilir. Yeni şartlara göre tedbirin kapsamı daraltılabilir, genişletilebilir ya da tamamen ortadan kaldırılabilir. HMK hükümleri gereği, mahkemeler şartların değişip değişmediğini güncel olarak denetleme hakkına sahiptir.

Bu sebeple, ihtiyati tedbir kararlarının mutlak ve süresiz olmadığının, hukuki ve fiili durumdaki değişikliklere göre esnetilebileceğinin altını çizmek gerekir. En doğru yol, şartlarda değişiklik olduğunda ilgili kanuni yollara başvurarak mahkemeye gerekli gerekçeleri sunmaktır.

İhtiyati Tedbiri Haksız Kullananın Sorumluluğu

Haksız Tedbirden Doğan Tazminat

Haksız tedbirden doğan tazminat, hak sahibinin ihtiyati tedbir kararını haksız bir şekilde aldırması sonucu, karşı tarafın uğradığı zararların karşılanması için gündeme gelir. HMK (Hukuk Muhakemeleri Kanunu) 399. maddesine göre, bir ihtiyati tedbirin haksız olduğu mahkeme kararıyla anlaşıldığında, tedbir sebebiyle zarara uğrayan kişi tazminat davası açabilir.

İhtiyati tedbir kararı, sonradan haksız çıkar veya davacı davada haklı çıkamazsa, tedbir nedeniyle zarar gören taraf bu zararı tazmin ettirme hakkına sahip olur. Mahkemeler bu tazminatın kapsamına maddi zararları kapsayacak şekilde karar verir. Mahkemeye başvurarak tazminat talebinde bulunmak, hakkın kötüye kullanılması durumunda önemli bir güvence olarak görülür. Özellikle ticaret davalarında zararın tespitiyle birlikte tazminat miktarı da daha ayrıntılı hesaplanmaktadır.

Tedbir nedeniyle ortaya çıkan zararın miktarını ispat yükü ise tazminat talebinde bulunan kişiye aittir. Haksız tedbir, hem ticari ilişkilerde hem de şahsi davalarda büyük zararlara neden olabileceğinden, mahkemeler tazminat taleplerini ciddiyetle inceler.

Tedbirin Kötüye Kullanılmasının Sonuçları

Tedbirin kötüye kullanılması, ihtiyati tedbirin asıl amacı dışında, karşı tarafa zarar vermek veya haksız bir avantaj elde etmek için kullanılması anlamına gelir. Tedbirin kötüye kullanılması halinde hem maddi hem de hukuki yaptırımlar ortaya çıkar.

Öncelikle, kötü niyetli olarak alınan ihtiyati tedbir için karşı tarafın tazminat isteme hakkı doğar. Ayrıca, mahkeme ihtiyati tedbiri kaldırabilir ve karar veren hakim, gerekirse bu davranıştan dolayı disiplin işlemleri başlatabilir.

Kötüye kullanma durumlarında, mahkemeler genellikle aşağıdaki sonuçlara hükmeder:

  • Tedbir kararının kaldırılması
  • Zarar gören karşı tarafın zararının tazmini
  • İlgili kişinin, bir daha benzer taleplerle mahkemeye başvurması halinde daha ağır teminat veya masraf yükümlülükleri getirilmesi
  • Nadir de olsa, kötü niyetin derecesine göre suç duyurusu yoluyla ceza davası açılması

Sonuç olarak, ihtiyati tedbir yoluna başvururken dikkatli davranmak, hakkı yalnızca korunma amacıyla kullanmak gerekir. Aksi halde, hem zararı tazmin etmek zorunda kalmak hem de hukuki yaptırımlarla karşı karşıya gelmek mümkündür. Tedbirin kötüye kullanılması hukuk sistemimizde hoş karşılanmaz ve caydırıcı hükümlerle engellenmeye çalışılır.

Tedbir Kararına Uyulmamasının Cezai Sonuçları

Disiplin Hapsi ve Diğer Yaptırımlar

Tedbir kararına uyulmamasının cezai sonuçları, Türk hukukunda oldukça ciddi şekilde düzenlenmiştir. İhtiyati tedbir kararı veren mahkeme veya icra müdürlüğü tarafından uygulama sırasında, taraflar ya da üçüncü kişiler bu karara uygun davranmak zorundadır. Aksi halde, mahkemenin verdiği karara riayet edilmemesi durumunda birtakım yaptırımlar söz konusu olur.

Tedbir kararına uymayan kişiler hakkında en önemli yaptırım disiplin hapsidir. HMK’nın 397. maddesine göre, kararın gereğini yerine getirmeyen taraf veya üçüncü kişilere, mahkeme kararıyla dört güne kadar disiplin hapsi verilebilir. Disiplin hapsi, bir ceza yargılaması gerektirmeden, doğrudan mahkeme kararıyla uygulanır ve kişiyi karara uymaya zorlamak amaçlanır.

Disiplin hapsinin yanında, bazı durumlarda ek yaptırımlar da gündeme gelir. Özellikle ihtiyati tedbir kararına rağmen işlem yapan kişilerin yaptığı işlemler geçersiz sayılabilir. Ayrıca, bu kişiler doğabilecek zararları tazminle de yükümlü tutulabilirler. Örneğin; tedbir şerhi konulan bir taşınmazı devreden kişi, karşı tarafa uğrattığı zararı tazmin etmek zorunda kalabilir.

Tedbir kararına uyulmaması halinde uygulanan disiplin hapsi ve diğer yaptırımlar, hem kararların etkinliğini sağlamak hem de hakların korunmasını temin etmek için oldukça önemlidir. Mahkemeler, tedbir kararlarının ihlalini tespit ettiklerinde, tarafların veya üçüncü kişilerin savunmasını aldıktan sonra bu yaptırımları uygulamaktadır.

Sonuç olarak, tedbir kararına uymamanın hukuki ve cezai sonuçları hem kişi özgürlüğünü hem de ekonomik hakları yakından ilgilendiren ağır ve caydırıcı sonuçlar doğurur. Bu yüzden tedbir kararlarına uymak, sadece hukuki bir sorumluluk değil, aynı zamanda cezai yaptırımdan kaçınmak için de gereklidir.

Sık Karşılaşılan Sorular ve Uygulamada Örnekler

Tapu ve Araç Üzerinde Tedbir

Tapu ve araç üzerinde ihtiyati tedbir, mahkemeler tarafından oldukça sık uygulanan bir koruma tedbiridir. Tapu üzerinde ihtiyati tedbir kararı alındığında, taşınmaz malın devri, satışı ya da üzerinde başka bir hak tesis edilmesi engellenir. Bu karar tapu kütüğüne şerh edilir ve ilgili taşınmazda işlem yapmak isteyen herkes tarafından görülebilir. Özellikle miras, boşanma, alacak davası gibi durumlarda başvurulan bu tedbir, hak kaybını önlemede etkilidir.

Araç üzerinde ihtiyati tedbir ise genellikle borç alacak davalarında, aracın üçüncü kişilere devredilmesini ya da üzerinde işlem yapılmasını engellemek için kullanılır. Karar Trafik Tescil Şube Müdürlüğü’ne bildirilir ve araç üzerine yeni işlemler koyulamaz. Özellikle yüksek meblağlı alacaklar veya boşanma davalarında tarafların menfaatlerinin korunması için sıkça tercih edilmektedir.

Aile Mahkemelerinde Tedbir

Aile mahkemelerinde ihtiyati tedbir kararı genellikle nafaka, evden uzaklaştırma, çocuk teslimi ve şahsi ilişki kurulması gibi konularda verilmektedir. Özellikle şiddet tehdidi altında bulunan bir taraf için veya çocukların zarar görmesini önlemek amacıyla geçici süreyle koruyucu önlemler alınabilir.

Aile mahkemelerinde tedbir kararıyla birlikte uzaklaştırma veya geçici velayet de sağlanabilir. Başvurunun hızlı sonuçlanması için mahkemeye dilekçe ile başvurulması gerekir ve çoğunlukla belge veya tanıkla desteklenir. Uygulamada en çok rastlananlar; eşin ortak konuttan uzaklaştırılması, çocuk için geçici velayet, ortak malın satılmasının veya devrinin önlenmesi gibi kararlardır. Bu kararların uygulanmasında da kolluk kuvvetleri devreye girebilir.

Tedbirle Haciz Arasındaki Farklar

Tedbir kararı ile haciz işlemi çoğu zaman karıştırılmaktadır; oysa aralarında bazı önemli farklar bulunmaktadır. Tedbir kararı; mahkeme tarafından, hukuki bir anlaşmazlık çözülmeden önce mevcut durumun korunması için verilen geçici bir karardır. Eşyaların devri, satışı ya da tapuda işlem yapılması önlenir; ancak tapulu mal veya araç fiilen kişinin elinden alınmaz.

Haciz ise, icra işlemi sürecinde alacaklının talebi üzerine borçlunun malvarlığı üzerindeki mülkiyet hakkını sınırlayan bir işlemdir. Haciz ile mallar satılabilir ve alacaklıya ödeme yapılır. Oysa tedbirde mallar satılamaz ama tarafların hakları dava sonuna kadar güvence altına alınır.

Özetle:

  • Tedbir kararı mahkeme koruması getirir, mal üzerinde fiili işlem yapılmaz.
  • Haciz icra müdürlüğü tarafından uygulanır ve alacak tahsilatına yöneliktir.
  • Tedbir geçici, haciz ise alacağın tahsiline kadar sürebilir.
  • Tedbirde mülkiyet devam eder, hacizde mal haciz edilip satılabilir.

Bu farkları bilmek hem icra hem de dava sürecinde hak kaybı yaşamamak açısından büyük önem taşır.

Sıkça Sorulan Sorular (SSS)

Tedbir Kararı Ne Kadar Sürer?

Tedbir kararı ne kadar sürer sorusu, uygulamada en çok merak edilen konulardan biridir. İhtiyati tedbir kararı, mahkeme tarafından koruma amacıyla geçici olarak verilen bir karardır. Bu karar, genellikle asıl dava kesin karara bağlanana kadar yürürlükte kalır. Ancak, bazı durumlarda mahkeme tarafından belirli bir süreyle sınırlanabilir. Eğer tedbir kararı verildikten sonra, kanunda öngörülen yasal süre içinde dava açılmazsa (genellikle 2 hafta içinde), tedbir kendiliğinden kalkar. Dava açılmışsa, dava kesinleşene kadar tedbir devam eder. Taraflardan biri tedbirin kaldırılması için başvurursa ve şartlarda değişiklik olmuşsa, mahkeme kararı değiştirebilir veya kaldırabilir.

Ne Kadar Ücret ve Harç Gerekir?

Ne kadar ücret ve harç gerekir sorusu, tedbir talebinde bulunacakların sıkça sorduğu bir başka önemli noktadır. İhtiyati tedbir talebinde, başvuru sırasında maktu bir harç ödenir. 2024 yılı için bu harç miktarı, Adalet Bakanlığı’nın her yıl yayımladığı tarifelerde belirtilmektedir. Ayrıca, mahkeme genellikle tedbir isteyen taraftan “teminat” gösterilmesini isteyebilir. Teminatın miktarı ise, dava konusu hakkın niteliğine ve maddi değerine göre değişiklik gösterebilir. Adli yardımdan yararlananlar veya kanunda belirtilen bazı özel hallerde teminat gösterilmesi istenmeyebilir. Avukatlık ücreti, dosya giderleri ve diğer masraflar ise, davanın niteliğine göre farklılık gösterebilir.

Tedbir Kararı Hangi Mahkemeden Alınır?

Tedbir kararı hangi mahkemeden alınır sorusunun cevabı, davanın türüne ve konusuna göre değişir. Genel olarak, esas hakkındaki davaya bakacak olan mahkeme, tedbir talebine de bakmaya yetkilidir. Eğer henüz dava açılmamışsa, davalının yerleşim yeri mahkemesi veya ihtiyati tedbirin uygulanacağı yer mahkemesi yetkilidir. Örneğin, taşınmaz (arsa, daire vb.) üzerinde tedbir isteniyorsa, taşınmazın bulunduğu yerdeki Sulh Hukuk ya da Asliye Hukuk Mahkemesi yetkilidir. Aile mahkemeleri, iş mahkemeleri ve ticaret mahkemeleri gibi özel mahkemelerde de ihtiyati tedbir kararları verilebilir.

Tedbir Kararı Kimlere Karşı Uygulanır?

Tedbir kararı kimlere karşı uygulanır sorusu, kararın etkisinin anlaşılması açısından önemlidir. İhtiyati tedbir kararı, genellikle karşı taraf yani davalıya karşı uygulanır. Ancak, bazı durumlarda üçüncü kişileri de (örneğin tapu müdürlüğü, banka gibi) etkileyebilir. Ayrıca, tedbir kararları sadece tarafların haklarına etki etmekle kalmaz, ilgili kamu kurumlarına veya kişiler üzerinde de yaptırım gücüne sahiptir. Mahkemenin açıkça belirttiği çerçevede, ilgili herkes bu karara uymakla yükümlüdür. Tedbire uymayanlara karşı çeşitli yasal yaptırımlar ve cezalar uygulanabilir.

İzale-i Şuyu (Ortaklığın Giderilmesi) Davası

İzale-i Şuyu Davası, diğer adıyla Ortaklığın Giderilmesi, paylı veya elbirliği mülkiyetine tabi taşınır veya taşınmaz mallardaki ortaklık durumunu sona erdirerek kişisel mülkiyete geçişi sağlayan bir dava türüdür. Bu dava, T.C. Medeni Kanunu kapsamında yer almakla birlikte, özellikle miras kalan ya da paydaşlar arasında anlaşılamayan malların üzerindeki ortak mülkiyetin giderilmesinde kullanılır.

Ortaklığın Giderilmesi Davası, iki temel yolla sonlandırılabilir: Aynen Taksim yani mülkün fiziksel olarak bölünmesi, veya Satış Suretiyle ki bu yöntemde mülkün satışa çıkarılması ve elde edilen bedelin paylaşılması söz konusudur. Dava açılmadan önce arabuluculuk başvurusu zorunludur ve aksi takdirde dava usulden reddedilecektir.

Davaya, mal üzerinde hak sahibi olan tüm paydaşların katılımı zorunludur ve bu dava, malın bulunduğu yerin sulh hukuk mahkemesinde açılır. Tarafların anlaşmazlıklarına rağmen süreç için çeşitli mahkeme harçları ve avukatlık ücretleri, genellikle tüm taraflarca eşit olarak karşılanır.

Not: İzale-i şuyu davalarında öncesinde hukuki destek alınması önerilmektedir.

İzale-i Şuyu Davasının Tanımı

İzale-i şuyu davası, halk arasında en çok miras kalan taşınmazlarda karşılaşılan bir durumdur. İzale-i şuyu, diğer adıyla ortaklığın giderilmesi davası olarak da bilinir. Bu dava, bir taşınmaz veya taşınır malda birden fazla kişinin paydaş olarak malik olması ve bu ortaklığın sona erdirilmek istenmesi halinde açılır. Ortaklar arasında sözleşme veya uzlaşma ile paylaşım sağlanamıyorsa, mahkemeye başvurularak ortaklığın bitirilmesi talep edilir. Mahkeme, malın aynen bölüşülüp bölüşülemeyeceğine bakar; mümkünse aynen taksim kararı verir, mümkün değilse satış yoluyla paraya çevrilip bedelin paylaştırılmasına karar verir. Bu sayede uzun süreli ve çözümsüz ortaklık ilişkileri yasal olarak sona erer.

Paylı ve Elbirliği Mülkiyeti Kavramları

Paylı mülkiyet, bir malın birden fazla kişiye ait olduğu ve her birinin payının belli olduğu mülkiyet türüdür. Tapuda herkesin payı açıkça yazılıdır ve sahipler kendi payları üzerinde hak sahibidir. Her paydaş, kendi payını başkasına satabilir, devredebilir ya da borçlandırabilir.

Elbirliği mülkiyeti ise genellikle miras yoluyla ortaya çıkar ve paylar belirli değildir. Burada, malların tamamı tüm mirasçılara birlikte aittir ve hiçbir mirasçı kendi başına payını satamaz veya devredemez. Tasarruflar ancak tüm ortakların oybirliği ile mümkündür. Elbirliği mülkiyetine en tipik örnek miras ortaklığıdır. Ortaklardan biri bile istemese paylaşım ya da tasarruf işlemi yapılamaz. Bu nedenle izale-i şuyu davası, elbirliği halindeki mülkiyetin paylı mülkiyete çevrilmesi veya satış yoluyla ortaklığın sona erdirilmesi için de gündeme gelir.

Kat Mülkiyeti ile Farkları

Kat mülkiyeti, tamamlanmış bir binanın bağımsız bölümlerine ayrı ayrı sahip olunmasıdır. Mesela bir apartmanda her dairenin ayrı bir tapusu vardır. Burada hem ortak alanlar (merdiven, asansör gibi) hem de bağımsız bölümler söz konusudur. Kat mülkiyeti, genellikle herkesin kendi bölümünde tam yetkiyle hareket edebildiği bir modeldir.

İzale-i şuyu davası ise, bir taşınmazda paylı veya elbirliği mülkiyeti söz konusu olduğunda, yani birden fazla kişinin birlikte ve ortak malik olması durumunda gündeme gelir. Kat mülkiyetinde ise her bağımsız bölüm sahibinin kendi bölümünde tek başına hak ve tasarruf yetkisi vardır. Ortaklığın giderilmesi davası kat mülkiyetli alanlarda genellikle ortak alanlar (örneğin arsada hissedar olanlar için) veya bağımsız bölüm henüz oluşmamış, bütün bina tek tapuda ise gündeme gelebilir.

Sonuç olarak kat mülkiyetinde zaten “ortaklık” bağımsız bölümlerde yoktur; izale-i şuyu esas olarak klasik hisseli tapularda veya miras paylarında uygulanır. Bu iki kavramı karıştırmamak gerekir.

Türk Medeni Kanunu’nda Düzenlenişi

İzale-i şuyu davasının hukuki dayanağı, Türk Medeni Kanunu’nda özellikle 698. ve devamı maddelerinde yer almaktadır. Kanunun 698. maddesine göre, birden fazla kişi bir taşınmazda paylı mülkiyet sahibiyse, bu kişilerden her biri ortaklığın giderilmesini, yani malın paylaşılmasını talep edebilir. Bu hakkın kullanılabilmesi için malın sürekli bir amaca özgülenmemiş olması gerekir.

Türk Medeni Kanunu’na göre, paydaşlar aralarında anlaşamazlarsa, ortaklık dava yoluyla sona erdirilebilir. Kanunda, paylaşımı isteme hakkının hukuki bir işlemle en fazla on yıl süreyle sınırlandırılabileceği de belirtilmiştir. Ancak genel kural, paydaşlardan herhangi birinin istemiyle ortaklığın sona erdirilmeye açık olmasıdır.

Özetle, izale-i şuyu davası doğrudan Türk Medeni Kanunu’nda tanımlanmamış olsa da, dayanağını TMK 698 ve devamındaki ilgili hükümlerden alır ve paylaştırma iki şekilde gerçekleşir: aynen taksim (malın bölünerek paylaştırılması) veya satış yoluyla paylaşım.

Miras Hukukunda Ortaklığın Giderilmesi

İzale-i şuyu davası, miras hukuku açısından da önemli bir yere sahiptir. Mirasçılar arasında kalan taşınır veya taşınmaz mallar üzerinde elbirliği mülkiyeti kurulur. Türk Medeni Kanunu’nun 642. maddesi gereğince, miras sebebiyle oluşan elbirliği ortaklığında, mirasçılardan her biri ortaklığın giderilmesini isteyebilir.

Mirasçılar, öncelikle mirasın paylaşımı konusunda anlaşabilirler. Ancak anlaşma sağlanamazsa, miras ortaklığının sona erdirilmesi için izale-i şuyu davası açma hakkı vardır. Dava açıldığında, genellikle paylaşım aynen yapılamadığından taşınmazın satış yoluyla paraya çevrilmesi ve bedelin mirasçılar arasında paylaştırılması yöntemine başvurulur.

Yargı uygulamalarında da mirasçılar arasında anlaşmazlık söz konusu ise, en pratik ve hukuken geçerli çözüm yolu olarak izale-i şuyu davası gösterilmektedir. Böylece miras mallarındaki ortaklık sona ererek, herkes kendi payı üzerinde tam hak sahibi olur.

Sonuç olarak, izale-i şuyu davası hem Türk Medeni Kanunu’nda hem de miras hukuku çerçevesinde açıkça hukuki bir hak olarak tanınmaktadır ve ortaklığın çözülememesi halinde mahkemeye başvurmak en etkili yoldur.

Ortaklar Arasındaki Anlaşmazlıklar

Ortaklar arasındaki anlaşmazlıklar, izale-i şuyu davasının en çok görülen açılma sebeplerindendir. Paylı veya elbirliği mülkiyetinde, ortaklardan biri ya da birkaçı malın birlikte kullanımından rahatsızlık duyabilir veya ortaklar arasında çeşitli fikir ayrılıkları ve çatışmalar yaşanabilir. Özellikle taşınmaz mallar üzerinde (arsa, arazi, daire gibi) anlaşmalar yapılamadığında ya da bir arada hareket edilemediğinde bu davaya başvurulur.

İzale-i şuyu davası, ortakların malı birlikte yönetme veya kullanma konusunda yaşadığı sorunları yasal olarak çözme yoludur. Genellikle ortaklardan bazıları malı kullanırken, diğerleri kullanamıyor ya da yararlanamıyorsa, hakkaniyet gereği ortaklığın sona ermesi amaçlanır. Her ortak, paydaşlar arası uyumsuzluk, anlaşmazlık veya maldan yeterince yararlanamama durumunda bu davayı açma hakkına sahiptir.

Elbirliği ve Paylı Mülkiyet Şartları

Elbirliği ve paylı mülkiyet, izale-i şuyu davasının temelini oluşturan iki mülkiyet türüdür. Davanın açılabilmesi için mal üzerinde bu mülkiyet türlerinden birinin bulunması gerekir.

Paylı mülkiyette (müşterek mülkiyet), her ortağın payı bellidir ve her ortak kendi payı üzerinde hak sahibidir. Paydaşlar, payları oranında maldan yararlanır ve kendi payı üzerinde tasarrufta bulunabilirler.

Elbirliği mülkiyetinde (iştirak halinde mülkiyet) ise ortaklar arasında belirli paylar yoktur. Bütün ortaklar, malın tamamı üzerinde birlikte hak sahibidir. Özellikle miras yoluyla geçen mallarda elbirliği mülkiyeti söz konusu olur. Herhangi bir ortak, malın tamamı üzerinde diğerleriyle beraber hareket etmek zorundadır.

İzale-i şuyu davası hem paylı mülkiyette hem de elbirliği mülkiyetinde mümkündür. Ancak elbirliği mülkiyetinde önce paylı mülkiyete geçiş sağlanır, ardından ortaklığın sona erdirilmesi talep edilebilir. Davanın şartı, ortada birlikte sahip olunan bir malın bulunmasıdır ve tüm ortakların davaya dahil edilmesi zorunludur.

Mirasçıların Ortaklığı Sonlandırması

Mirasçıların ortaklığı sonlandırmak istemesi, pratikte en sık karşılaşılan izale-i şuyu dava sebebidir. Miras yoluyla intikal eden taşınır ya da taşınmaz mallarda, tüm mirasçılar otomatik olarak elbirliğiyle mal sahibi olur. Ancak mirasçılar arasında uzlaşma sağlanamadığı veya paylaşım konusunda anlaşma çıkmadığı durumlarda, ortaklık ilişkisi sürdürülemez bir hal alır.

Bu durumda, mirasçılardan herhangi biri izale-i şuyu davası açarak mirasın paylaşılmasını mahkemeden talep edebilir. Mahkeme, malın aynen taksimi mümkünse paylaştırılmasına, mümkün değilse satışına ve bedelin paylaşılmasına karar verir. Böylece mirasçılar, bireysel olarak paylarına düşen hakkı alır ve ortaklık ilişkisi sona erdirilir.

Özetle, ortaklar arasında anlaşma sağlanamaması, elbirliği ya da paylı mülkiyetin varlığı ve özellikle mirasçılar arasında paylaşım yapılamaması durumları, izale-i şuyu davasının açılmasına temel teşkil eder.

Ortaklığın Giderilmesi Yöntemleri

Ortaklığın giderilmesi, yani izale-i şuyu davasında iki temel yöntem öne çıkar: Aynen taksim ve satış yoluyla ortaklığın giderilmesi. Mahkeme ve taraflar en uygun çözümü bulmak için bu iki yolu değerlendirir. Aşağıdaki başlıklarda bu yöntemleri detaylıca bulabilirsiniz.

Aynen Taksim

Aynen taksim, ortaklığın konusu olan taşınır ya da taşınmaz malın fiziksel olarak bölünüp paydaşlara ayrı ayrı mülkiyet hakkı tanınarak paylaşılması anlamına gelir. Burada amaç, herkesin kendi hissesini bağımsız şekilde kullanabilmesini sağlamaktır.

Aynen Taksim Koşulları

Aynen taksimin uygulanabilmesi için öncelikli şart, malın fiilen ve hukuken bölünebilir olmasıdır. Yani;

  • Taşınmaz, bölündükten sonra her paydaşa ekonomik değeri olan, kullanılabilir ve imar mevzuatına uygun bir parça düşmelidir.
  • Taşınır mallar açısından ise, malın kendi niteliği açısından bölünebilir olması gerekir.

Mahkeme tarafından genellikle bilirkişi atanarak taşınmazın bölünebilirliği detaylı şekilde incelenir. Eğer taşınmaz; arsa, tarla veya büyük parsel ise, paydaş sayısına ve yüzölçüme göre bölünüp bölünemeyeceği değerlendirilir. Binadan oluşan taşınmazlarda ise her paydaşa uygun bağımsız birimler çıkartılabiliyorsa aynen taksim uygulanabilir.

Eşit Olmayan Paylarda Değer Dengelemesi

Paylar eşit değilse, aynen taksim yapıldığında değerlerin eşitlenemediği durumlar oluşabilir. Bu durumda mahkeme, payı fazla olan paydaşa, değer fazlasını karşılayacak şekilde “denkleştirme ödemesi” yaptırır. Yani örneğin bir taşınmaz üçe bölündü ama bir parçanın değeri çok yüksek çıktıysa, fazla değerin sahibi olan kişi diğer iki paydaşa aradaki fark kadar ödeme yapar.

Amaç, hak kaybı yaşanmadan adil bir paylaşım sağlamaktır. Yine bilirkişi raporuyla taşınmazın her bir parçasının değeri belirlenir ve ona göre dengeleme yapılır.

Satış Suretiyle Ortaklığın Giderilmesi

Satış suretiyle ortaklığın giderilmesi, malın aynen bölünmesi teknik ya da hukuki olarak mümkün değilse uygulanan yoldur. Bu durumda mal, mahkeme kararı ile açık artırma (ihale) yoluyla satılır ve elde edilen gelir paydaşlara hisseleri oranında dağıtılır.

Satış Usulleri (Açık Artırma, Ortaklar Arasında Satış)

Satış genellikle iki şekilde olur:

  1. Açık Artırma (İhale) Yoluyla Satış: Mal, satış memurluğu tarafından düzenlenen ve ilan edilen bir açık artırma ile satılır. Herkes bu ihaleye katılabilir, ister paydaş isterse dışarıdan katılımcılar teklif verebilir. Taşınmazların açık artırması genellikle UYAP sisteminden elektronik ortamda da yapılabilir.
  2. Ortaklar Arasında Satış: Tüm paydaşların oybirliğiyle kabulü halinde, mal sadece ortaklar arasında pazarlıkla da satılabilir. Bu uygulama oldukça nadir görülür çünkü genellikle tüm ortakların anlaşması zordur.

Satış ilanı ve satış günü, usulüne uygun şekilde tüm paydaşlara tebliğ edilir ve Resmî Gazete’de / yerel gazetede ilan edilir.

Bilirkişi Raporu ve Değer Tespiti

Satıştan önce, ortaklığın giderilmesine konu malın güncel rayiç değerinin tespiti için mahkeme bilirkişi atar. Bilirkişi;

  • Malın yeri, büyüklüğü, imar durumu, niteliği ve piyasa koşullarına göre değer belirler.
  • Hazırlanan rapor tüm taraflara tebliğ edilir, isteyen taraflar bu rapora itiraz edebilir.

Bilirkişi raporuyla tespit edilen değer, açık artırmanın başlangıç bedeli olarak kabul edilir. Açık artırmada mal, bu değerin genellikle %50’sinden aşağı olmamak üzere teklif verilirse satılabilir. Olayın sonunda satıştan elde edilen gelir paydaşlar arasında adil olarak dağıtılır.

Özetle; izale-i şuyu davasında önce aynen taksim denenir, mümkün olmazsa satış yoluna gidilir. Her iki durumda da adil bir paylaşım ve hakkaniyet gözetilir.

İzale-i Şuyu Davasında Dava Süreci

Zorunlu Arabuluculuk Süreci

İzale-i şuyu davası açılmadan önce, 2023 yılı itibarıyla yapılan değişiklikler gereği zorunlu arabuluculuk sürecinin işletilmesi gerekmektedir. Davacı ortaklardan biri, öncelikle yetkili bir arabulucuya başvurarak çözüm yolu arar. Burada amaç, tarafların mahkemeye gitmeden önce uzlaşmasını sağlamaktır. Arabuluculuk görüşmeleri başarılı olmazsa, son tutanakla birlikte dava açılabilir. Zorunlu arabuluculuk aşaması atlanırsa, mahkeme davayı usulden reddeder ve süreci başa alır. Arabulucu sonunda anlaşma çıkarsa, taraflar uzlaştığı şekilde işlem yapabilirler.

Dava Dilekçesi ve Gerekli Belgeler

İzale-i şuyu davası açmak için hazırlanacak dava dilekçesinde davanın konusu, taraflar, taşınmazın açık adresi ve hukuki sebepler açıkça yazılmalıdır. Gerekli belgeler arasında;

  • Tapu kaydı örneği,
  • İlgili taşınmaza ait tapu senedi,
  • Tüm ortakların kimlik ve adres bilgileri,
  • Zorunlu arabuluculuk tutanağı bulunmalıdır.

Dava dilekçesine ortaklar arasındaki pay oranları ve mülkiyet durumunu gösteren ekler de eklenmelidir. Belgelerin eksiksiz hazırlanması, sürecin hızlı ilerlemesi için çok önemlidir.

Davanın Tarafları (Davacı/Davalı Olarak Kimler Yer Alır?)

İzale-i şuyu davasında davacı, ortaklardan biri veya birkaçı olabilir. Davalı ise diğer tüm paydaşlardır. Yani, taşınmazda ya da taşınırda ortak olan herkes ister davacı, ister davalı olarak davada taraf olmak zorundadır. Hiçbir ortak davadan muaf tutulamaz. Tüm ortaklar davaya dahil edildikten sonra, mahkeme ortaklığın sona erdirilmesi için karar verebilir. Taraflardan bazılarının bilinmemesi halinde ilan yoluyla tebligat yapılır.

Yetkili ve Görevli Mahkeme

İzale-i şuyu davalarında yetkili ve görevli mahkeme seçimi çok önemlidir. Dava açılırken yanlış mahkemeye başvurulması halinde süreç uzayabilir.

Sulh Hukuk Mahkemesi

Bu davalar için Sulh Hukuk Mahkemesi görevlidir. Hakim, davanın bütün aşamalarında tarafların haklarını korumalı ve yasal prosedüre uygun hareket etmelidir.

Taşınmazın Bulunduğu Yer Mahkemesi

Dava konusu bir taşınmaz ise, yetkili mahkeme taşınmazın bulunduğu yer mahkemesidir. Yani, taşınmaz nerede kayıtlı ise oranın sulh hukuk mahkemesinde dava açılır. Bu kural, taşınmaz ile ilgili tüm izale-i şuyu davalarında geçerlidir.

Keşif ve Bilirkişi İncelemesi

Dava sürecinde mahkeme, keşif ve bilirkişi incelemesi yapılmasına karar verir. Keşif sırasında mahkeme heyeti, taraflarla birlikte taşınmazı/bölüşülecek malı yerinde inceler. Tarafların paylarının tespit edilmesi, malın aynen taksime uygun olup olmadığı ve değerinin belirlenmesi için bilirkişi raporu alınır. Bilirkişiler, teknik uzmanlar olup taşınmazın değeri, kullanım şekli ve taksim imkânı hakkında rapor sunar.

Karar Aşamaları (Aynen ve Satışla)

Mahkeme, bilirkişi raporu ve delilleri değerlendirerek karar aşamasına gelir. Eğer taşınmaz aynen (bölünerek) paylaştırılabiliyorsa, aynen taksim yoluyla ortaklık sona erdirilir. Ancak aynen paylaşım mümkün değilse, satış yoluyla ortaklığın giderilmesine karar verilir. Satış için genellikle açık artırma yapılır ve elde edilen bedel paylara göre dağıtılır.

Kıymet Takdiri ve İtiraz Yolları

Mahkeme, satış öncesi taşınmazın değerini belirler, bu işleme kıymet takdiri denir. Kıymet takdiri raporuna ortaklar 7 gün içinde itiraz edebilir. İtiraz edilirse, mahkeme yeni bir bilirkişi raporu alabilir veya ek inceleme yaptırabilir. Değer tespiti kesinleşmeden satış işlemi yapılamaz.

İstinaf ve Temyiz Başvurusu

Mahkemenin kararına katılmayan taraflar, istinaf yoluna başvurabilirler. İstinaf mahkemesi kararı yerinde bulmazsa, dosyayı tekrar inceleyerek karar verebilir. Gerektiğinde daha üst mahkeme olan Yargıtay’a (temyiz) başvurulabilir. Böylece hukuki denetim süreci tamamlanır ve kesin sonucu bu şekilde alınır.

Satış İşlemleri ve Satış Memuru

İzale-i şuyu davasında satış işlemleri, mahkemenin ortaklığın satış yoluyla giderilmesine karar vermesinin ardından başlar. Öncelikle mahkeme kesinleşen kararını Gayrimenkul Satış Memurluğu’na yollar. Satış işlemini yürütme görevini ise bu memurluk üstlenir. Satış memuru, icra ve iflas mevzuatı çerçevesinde işlemleri yerine getirir ve taşınmazın açık artırmaya hazırlanmasını sağlar. Buna ek olarak, satış ilanı hazırlanır, ilgililere duyurulur ve bilirkişi tarafından belirlenen kıymet esas alınarak sürecin yönetimi yapılır. Satış memuru; artırma günü, ödeme şartları, teminat yatırılması gibi detayları bizzat takip eder. Alıcılar tarafından satış bedelinin ödenmesi genellikle peşin olur, ancak bazı durumlarda 7 güne kadar ödeme süresi de verilebilir.

Açık Artırma İşlemleri

Açık artırma işlemleri, izale-i şuyu davalarında genellikle elektronik ortamda başlar ve fiziksel açık artırmayla devam eder. Satış ilanı, resmi internet sitelerinde ve yerel basında yayımlanarak paydaşlar, ilgililer ve kamuoyuna duyurulur. Artırma günü geldiğinde, elektronik ortamda verilen teklifler ve salon artırması olarak bilinen uygulamada paydaşlar ve katılımcılar tekliflerini sunar. İhale, en yüksek teklifi veren gerçek ya da tüzel kişide kalır. Dikkat edilmesi gereken nokta, ihaleye katılmak isteyenlerin genellikle taşınmazın muhammen bedelinin yüzde 20’si kadar teminat yatırmaları gerektiğidir. Açık artırma, hem üçüncü kişilere hem de paydaşlara açıktır; bazı özel durumlarda sadece paydaşlar arasında kapalı artırma da yapılabilir.

Elde Edilen Bedelin Paylaşımı

Elde edilen bedelin paylaşımı aşamasında, taşınmazın satışından elde edilen gelir, paydaşların tapudaki resmi hisseleri oranında dağıtılır. Eğer taşınmaz üzerinde ilana ve satış işlemlerine ilişkin masraflar oluşmuşsa, bu masraflar satış bedelinden düşülür. Geriye kalan net bedel, kimin ne kadar payı varsa o oranda hak sahiplerine ödenir. Paydaşlar arasında anlaşmazlık varsa veya pay oranları tartışmalıysa, mahkeme veya satış memurluğu tarafından hazırlanan paylaşım tablosu üzerinden ödeme yapılır. Varsa, katma değer ve sair vergiler de dağıtımdan önce kesilir. Satış sonrası tapu devri tamamlanmadan önce, paylaşım işlemi kesinlikle yapılmaz.

Tapu Kaydında Yer Almayan Paydaşlar Durumu

Tapu kaydında yer almayan, ancak fiilen ortak olan kişilerin durumu özellikle miras ilişkilerinde karşımıza çıkar. Bir paydaşın ölümüyle birlikte mirasçılar hukuken fiilen paydaş olsalar bile, tapuda adlarına tescil yapılmadıysa satış ve paylaşım hakkı doğmaz. İzale-i şuyu davasında tüm gerçek paydaşlar davaya dahil edilmelidir ve fiilen paydaş olduklarını ispatlayanlar da; mirasçılık belgesi veya veraset ilamı sunarak hak iddia edebilirler. Tapuda adı olmayanların yasal hakkı olmasına rağmen mahkeme kararıyla haklarının korunması ve bedel paylaşımı mümkün olur; aksi halde, sürece dahil edilmezler.

Ecrimisil ve Diğer Talepler

İzale-i şuyu davası sırasında ya da öncesinde, ortaklardan birinin taşınmazı tek taraflı kullanması hâlinde, diğer hak sahipleri “ecrimisil” yani haksız işgal tazminatı talebinde bulunabilir. Ancak, ecrimisil talepleri izale-i şuyu davası ile birlikte değil, ayrı bir dava olarak açılmalıdır. Çünkü izale-i şuyu, yalnızca ortaklığın sona erdirilmesini hedefler; işgal ve tazminat konuları için ayrı yargı yolu gerekir. Ayrıca ortaklıktaki taşınmazda yapılan masraf, fayda, bakım gibi diğer talepler de varsa, bunlar da yine ayrı davalarda ileri sürülmelidir. Özellikle ortaklardan biri diğer ortakların izni veya haberi olmadan taşınmazda yaşayıp gelir elde etmişse, bu gelir için de ayrıca alacak talep edilebilir. Ecrimisil veya diğer maddi taleplerin süresine dikkat edilmeli ve mümkünse uzman bir avukatla hareket edilmelidir.

Dava Harçları ve Giderler

İzale-i şuyu davasında dava harçları ve giderler konusu genellikle davanın türüne göre değişiklik gösterir. İzale-i şuyu (ortaklığın giderilmesi) davası açılırken başvuru harcı ve peşin harç alınır. 2025 yılı için güncel maktu başvuru ve peşin harç bedellerini adliyeler veya güncel yargı kaynaklarından kontrol etmek gerekir.

Eğer taşınmaz satış yoluyla ortaklıktan çıkarılırsa, satış harcı taşınmazın satış bedelinden binde 11,38 oranında hesaplanır. Diğer yanda aynen taksim kararı verilirse, bu sefer gayrimenkul değerinin binde 4,55’i kadar harç alınır. Buna ek olarak bilirkişi ücreti, keşif masrafları, tebligat giderleri, dosya masrafları gibi çeşitli yargılama giderleri de ödenir. Genellikle dava açan taraf bu ödemeleri ilk aşamada üstlenmek zorundadır. Satış yapılacaksa, satış masrafları da ayrıca dikkate alınmalıdır. Ayrıca, satış sonucunda alıcılar %18 KDV ödemekle yükümlü olabilir.

Avukatlık Ücretleri ve Paylaşımı

İzale-i şuyu davasında avukatlık ücretleri hem Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi’ne hem de tarafların avukatlarıyla yaptığı vekalet sözleşmesine göre belirlenir. 2025 yılı için Asgari Ücret Tarifesi’ne göre izale-i şuyu davasında avukatlık ücreti en az 54.600 TL’dir; bu miktar çalışılan avukata ve taşınmazın değeri ile dosyanın kapsamına göre artabilir.

Dava sonunda mahkeme, karşı taraf aleyhine vekalet ücreti de hükmeder. Kazanan taraf lehine hükmedilen avukatlık ücreti, kaybeden tarafa yüklenir. Ancak taraflar kendi avukatlarıyla özel bir ücret sözleşmesi yaptıysa, bu ücretin içeriği serbestçe belirlenebilir ve bazen taşınmazdan elde edilen gelirin belirli bir yüzdesi üzerinden de kararlaştırılabilir.

Giderlerin Taraflar Arasında Dağıtımı

İzale-i şuyu davasında giderlerin paylaşımı genellikle adaletli ve orantılı şekilde yapılır. Davayı açan paydaş yargılama giderlerini başlangıçta öder, fakat dava bittiğinde toplam yargılama giderleri ve avukatlık ücretleri tarafların taşınmazdaki pay oranlarına göre dağıtılır. Yani her paydaş, hissesine düşen kadarlık kısmı öder.

Bu kapsama başvuru-peşin harç, bilirkişi ücreti, keşif gideri, tebligat parası ve satış masrafları gibi kalemler girer. Davacı tüm giderleri ödediyse, dava sonrasında mahkemeden yaptığı masrafları diğer paydaşlara pay oranında rücu hakkına sahiptir. Ayrıca, satıştan elde edilen bedel önce masraflara (ve varsa borçlara) paylaştırılır, kalan miktar da pay sahiplerine düşer.

Özetle, izale-i şuyu davasında tüm masraflar ve ücretler sadece davacıya ait olmaz; nihai yükümlülük tüm ortakların hissesine göre paylaşılarak adil bir şekilde tamamlanır.

Sıkça Sorulan Sorular ve Karşılaşılan Sorunlar

İzale-i Şuyu Davası Kaç Yıl Sürer?

İzale-i şuyu davası yani diğer adıyla ortaklığın giderilmesi davası, davanın açıldığı yerdeki mahkemelerin iş yüküne, taraf sayısına ve taşınmazın özelliklerine göre değişkenlik gösterir. Genel anlamda izale-i şuyu davaları ortalama 1 yıl ile 1,5 yıl arasında sonuçlanır. Ancak, bazen bilirkişi raporlarına itiraz, taraflar arasında anlaşmazlıklar, tebligat zorlukları veya istinaf-temyiz gibi hukuki yollar süreci uzatabilir. Tarafların çok olması ya da birden fazla taşınmaz bulunması halinde, dava süresi 2 yılı bulabilir. Yoğun mahkemelerde ve karmaşık dosyalarda bu süre daha da uzayabilir. 

Dava Sırasında Yapılan Hatalar

İzale-i şuyu davası açılırken ve dava sürecinde en sık yapılan hata, ortaklığın tüm taraflarının yani tüm paydaşların davaya dahil edilmemesidir. Paydaşlardan biri bile eksik gösterilirse, dava usulden reddedilir veya ek dava ile eksik taraflar davaya dahil edilmek zorunda kalınır ve bu da sürecin ciddi şekilde uzamasına neden olur. Diğer bir hata, malın niteliğinin ve bölünebilirliğinin yanlış değerlendirilmesidir. Aynen taksim mümkün olmayan bir mal için aynen taksim talep edilmesi, davanın gereksiz yere uzamasına yol açar. Son olarak, gerekli bilirkişi incelemesi ve keşif talebinin zamanında yapılmaması, eksik belge sunulması gibi usul hataları da süreci uzatır ve hak kaybına neden olabilir.

Tebligat ve Adres Problemleri

İzale-i şuyu davalarında yaşanan en büyük sorunlardan biri tebligatın yapılamamasıdır. Taraflardan birinin adresinin güncel olmaması, yurt dışında yaşıyor olması veya MERNİS kayıtlarında hatalı adres bilgisi bulunması tebligat yapılamamasına yol açabilir. Mahkemeler, öncelikle TC kimlik numarası ve MERNİS adresiyle tebligat yapmayı dener. Adres bulunamazsa veya kişi adresini değiştirmişse, çoğu zaman muhtara tebligat bırakılır ve bu da bazen tarafların haklarını tam kullanamamasına neden olur. Özellikle yurt dışında ikamet eden paydaşlara tebligat yapmak ise ayrı ve zaman alan bir süreçtir. Adres araştırmasının eksiksiz yapılması ve adreslerin mümkün olduğunca güncel tutulması büyük önem taşır.

Tapu ve İmar Durumu Sorunları

Davanın sağlıklı yürütülebilmesi için taşınmazın tapu kaydı, çapı ve imar durumu çok önemlidir. Tapuda malik olarak görünen herkesin mutlaka davada taraf olması gerekir. Ayrıca, taşınmazın imar planında değişiklik olmuşsa, imar planı iptali veya yeni plan askıda ise, bu tür işlemler ortaklığın giderilmesi davasını doğrudan etkiler. Bazı hallerde imar iptal davaları bekletici mesele yapılabilir; yani, öncelikle imar iptali davasının sonucunun beklenmesine karar verilir. Tapuda kaydı olmayan hak sahiplerinin davaya dahil edilmemesi ya da tapu kayıtlarının güncel olmaması da sürecin uzamasına ve olumsuz sonuçlara neden olur. Bilirkişi, taşınmazın imar durumunu ve değerini de inceleyerek rapor hazırlar.

Davacı Tarafın Feragat Etmesi Durumu

İzale-i şuyu davasında davacı, açtığı davadan feragat edebilir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta var: Bu davalarda davacının feragati, davalıların tamamının kabulüne bağlıdır. Eğer davalılardan biri bile davanın devamını isterse, mahkeme davaya devam eder ve esas hakkında karar verir. Diğer bir ifadeyle, izale-i şuyu davalarında herkes diğerinin hem davacısı hem davalısı olduğundan, “ben pes ettim” demekle dava bitmez. Feragat eden tarafın bu hak üzerindeki talepleri sona erer, fakat ortaklar arasında hala paylaşım veya satış talebi olan biri varsa, süreç devam eder. Ancak tüm taraflar feragati kabul ederse, dava tamamıyla sona erer ve aynı konu tekrar dava edilemez.

İpuçları: Davanın kısa sürede sonuçlanması için evrakların tam ve eksiksiz sunulması, güncel adreslerin bulunması ve taşınmazın tapu/imar bilgilerinin doğru şekilde temin edilmesi çok önemlidir.

Güncel Yargıtay İçtihatları

İzale-i Şuyu davası, yani ortaklığın giderilmesi davası konusunda güncel Yargıtay kararları, uygulamada taraflar için yol gösterici niteliktedir. Son yıllarda verilen kararlar, özellikle taşınmazların satışı, bilirkişi raporu ve paydaşların önalım hakkı gibi konularda detaya inmektedir.

Yargıtay’ın 2024 ve 2025 yılı güncel içtihatlarına göre; öncelikle malın aynen taksim ile bölünüp bölünemeyeceği incelenmektedir. Yargıtay, mümkünse öncelikle aynen taksim yönteminin tercih edilmesini, mümkün olmadığı durumlarda ise satış yoluyla ortaklığın giderilmesine gidilmesi gerektiğini vurgulamaktadır.

Ayrıca, son kararlarda satışın açık artırma ile elektronik ortamda yapılmasının usulüne uygun olduğuna hükmedilmiştir. Paydaşların önalım hakkı ise, taşınmaz üçüncü kişiye satılırsa doğmakta, paydaşlar arasında yapılan satışlarda bu hak kullanılamamaktadır.

Bir diğer önemli içtihatta, davanın açılmasında tüm paydaşların davalı gösterilmesi zorunluluğu üzerinde durulmaktadır. Yargıtay, tarafların tam ve doğru şekilde belirlenmemiş olması durumunda davanın usulden reddedilebileceğini tekrar etmiştir.

Uzman raporlarının güvenilirliği ve itiraz mekanizması da öne çıkan başka bir konu. Bilirkişi raporlarına yapılan itirazların süreleri ve şekli de Yargıtay kararlarında ayrıntılı şekilde incelenmektedir.

2025 yılı itibarıyla arabuluculuğun dava şartı olması ve süreç yönetiminde ortaya çıkan yenilikler de Yargıtay kararlarında net bir şekilde yer bulmaktadır.

İzale-i Şuyu davalarında Yargıtay kararlarının sık sık değişebildiği unutulmamalıdır. Bu nedenle benzer bir davada sürece başlamadan önce en güncel içtihatların dikkate alınması gerekmektedir.

Davada Deneyimli Avukatla Çalışmanın Önemi

İzale-i Şuyu davasında deneyimli bir avukat ile çalışmak, hem dava sürecinin düzgün ilerlemesi hem de hak kayıplarının önlenmesi açısından son derece kritiktir. Ortaklığın giderilmesi davaları, hukuken teknik detaylar ve usuli işlemler içerir; bu noktada avukatın bilgi ve tecrübesi büyük fark yaratır.

Davada en sık karşılaşılan problemlerden biri, dava dilekçesinin eksik veya uygunsuz hazırlanmasıdır. Deneyimli bir avukat, gerekli tüm usul işlemlerinin ve taleplerin zamanında yapılmasını sağlar. Özellikle paydaşların doğru şekilde davaya dahil edilmesi, gerekli delillerin toplanması ve bilirkişi raporlarının takibi, ciddi bir uzmanlık gerektirir.

Uygulamada hatalı işlemler sonucu; davanın reddedilmesi, süreçlerin uzaması veya talep edilen hakkın kaybı gibi durumlar yaşanabilir. Avukat aracılığıyla; bilirkişi raporuna itiraz, istinaf ve temyiz başvuruları gibi hakların etkin kullanımı mümkün olur.

Ayrıca, yeni çıkan Yargıtay kararlarının ve mevzuatta yapılan değişikliklerin takibi, davada güncel uygulamanın bilinmesini sağlar. Arabuluculuk süreci, satış ihaleleri, tapu işlemleri gibi karmaşık aşamalarda uzman avukat desteği ile sürecin sorunsuz ilerlemesi sağlanabilir.

Sonuç olarak, İzale-i Şuyu davasında deneyimli bir avukat ile çalışmak, hem hak kaybı riskini azaltır, hem de davanın daha hızlı ve hedefe yönelik sonuçlanmasına yardımcı olur. Eğer bir taşınmazda hissedar iseniz ve diğer ortaklarla anlaşmazlık yaşıyorsanız, mutlaka tecrübeli bir avukat desteği alın. 👩‍⚖️

İzale-i Şuyu Davasında Özel Durumlar

Zamanaşımı Konusu

Zamanaşımı konusu, izale-i şuyu davası açmayı düşünenler için sıkça merak edilen bir noktadır. İzale-i şuyu davası, ortaklığın giderilmesini amaçladığından, bu davada genel olarak bir zamanaşımı süresi yoktur. Yani, paydaşlardan herhangi biri ortaklığın devamını uygun bulmadığı anda, dilediği zaman mahkemeye başvurarak bu davayı açabilir. Ancak, ortaklığın sona erdirilmesini engelleyen özel bir durum veya bir takım hak düşürücü sürelerin olup olmadığı davanın spesifik niteliğine göre değişiklik gösterebilir.

Türk Medeni Kanunu ve uygulamaya bakıldığında, paylı veya elbirliği mülkiyeti devam ettiği sürece ortaklardan her biri izale-i şuyu davası açma hakkını korur. Fakat paydaşlar arasında dava konusu taşınmaz ya da hak üzerinde uzun süreli fiili el atma, hak iddiasının terk edilmesi ya da zilyetlik gibi farklı hukuki durumlar söz konusu ise, bu durumda başka türden zamanla ilgili kısıtlamalar ve ayrı tespitler gündeme gelebilir. Dolayısıyla, zamanaşımı genel kural olarak yoksa da, bazı özel uyuşmazlıklarda durumun bir hukukçuya danışılarak değerlendirilmesi önemlidir.

Muhdesat (Bina, Ağaç vb.) ve Bütünleyici Parçalar

Muhdesat kavramı, bir taşınmazın üzerinde sonradan yapılan bina, yapı, ağaç ve benzeri eklemeleri ifade eder. İzale-i şuyu davası sırasında paydaşlardan birinin, taşınmaz üzerinde yaptığı bina, eki ya da diktiği ağaçlar gibi muhdesatlar varsa bu konu önemli hale gelir.

Ortaklığın giderilmesine karar verildiğinde, genellikle önce taşınmazın ana gövdesi ile muhdesatları tespit edilir. Mahkeme; bilirkişi ve keşif yoluyla kimin hangi muhdesat üzerinde hakkı olduğunu araştırır. Muhdesat sahipliği genellikle bunun kimin tarafından, hangi tarihte ve hangi nedenle yapıldığına göre belirlenir. Sonuç olarak; satış yoluyla ortaklık sona erdirilecekse, muhtesatın bedeli ayrıca belirlenip, muhdesat sahibi ortaklara satış bedelinden ödenmesi gerekir. Bu durum özellikle ağaçlık arsalar, çeşitli eklenti yapılan taşınmazlar ve üzerinde bina bulunan tarla gibi yerlerde sıkça görülür.

Ayrıca, bütünleyici parçalar (taşınmazın ayrılmaz bir parçası haline gelmiş yapılar ya da sistemler, örneğin alt yapı, su hattı gibi unsurlar) da, taşınmazla birlikte değerlendirilir ve genellikle onun doğal bir uzantısı kabul edilir.

İmar Planı Değişiklikleri

İmar planı değişiklikleri, özellikle şehirleşmenin yoğun olduğu alanlarda ortaklığın giderilmesi davalarında önemli etkiye sahip olabilir. Çünkü, taşınmazın tapu kaydındaki niteliği ile imar planındaki mevcut ya da planlanan kullanım şekli arasında fark varsa, paydaşlar arasında anlaşmazlık yaşanabilir.

İmar uygulamasına girmiş ya da girmesi planlanan taşınmazlarda, genellikle aynen taksim mümkün olmayabilir. Çünkü imar parselleri oluşmadan önce parselasyon ve düzenleme süreçleri gereklidir. İzale-i şuyu davası esnasında mahkeme, taşınmazın imar planına uygun olarak paylaştırılıp paylaştırılamayacağı hususunda belediyeden ve tapudan görüş alır, gerekirse bilirkişi incelemesi yapar.

Özellikle toplu konut bölgelerinde, yeni yapılanma alanlarında ya da geniş çaplı kamulaştırma olan bölgelerde, imar planı değişiklikleri nedeniyle aynen taksim yapılamıyorsa, satış yoluyla ortaklığın giderilmesine karar verilir. Ayrıca plan değişiklikleri nedeniyle taşınmaz üzerinde değer artışı veya azalışı olursa, bu durum da satış ve paylaşımda dikkate alınır.

Sonuç olarak, izale-i şuyu davasında zamanaşımı olmamakla birlikte, muhdesat ve bütünleyici parçalar ile imar değişiklikleri gibi özel durumlar sürece doğrudan etki edebilir. Bu nedenle, her somut olayda detaylı bir inceleme yapılması büyük önem taşır.

Sonuç ve Değerlendirme

İzale-i şuyu davası, ortaklık ilişkilerinin sonlandırılmasında Türk Medeni Hukuku’nda önemli bir rol oynar. Ortaklar arasında anlaşmazlıkların önlenmesi ve taşınmaz ya da taşınır malların daha verimli kullanılabilmesi için bu dava yoluna başvurmak çoğu zaman gereklidir. İzale-i şuyu davası, genellikle miras yoluyla ya da ortak yatırımlar sonucu meydana gelen paylı veya elbirliği mülkiyetini, kanunda düzenlenen yöntemlerle sonlandırmayı hedefler.

İzale-i şuyu davalarında, uygulamada en çok karşılaşılan yöntem satış suretiyle ortaklığın giderilmesidir. Bu süreç, taşınmazların aynen taksimi mümkün değilse, çoğu zaman mahkeme kararıyla açık artırmayla satış yoluyla tamamlanır ve elde edilen gelir paylaşıma konu edilir. Mahkemenin kararı, özellikle taraflar arasında ihtilafların çözülmesini sağlar ve uzun süreli anlaşmazlıkların önüne geçer.

Modern uygulamada, davaların süreçleri zorunlu arabuluculuk, bilirkişi incelemesi, keşif ve açık artırma gibi aşamaları kapsar. Her aşamada yasal sürelere, gerekli belgelere ve doğru adımlara dikkat etmek davacı ve davalılar için büyük önem taşır. Ayrıca, alanında deneyimli bir avukatla bu süreci yürütmek, hem zamandan hem de maddi kayıptan korunmak için büyük avantaj sunar.

Son olarak, izale-i şuyu davası ile ilgili mevzuat gelişmeleri ve Yargıtay kararları sürekli güncellendiği için, tüm güncel bilgilere hakim olmak gereklidir. Doğru bilgilerle ve uzman desteğiyle hareket edildiğinde, ortaklığın giderilmesi yolu daha hızlı ve sorunsuz bir şekilde tamamlanabilir. Her durumda, hukuki danışmanlık almak ileride doğabilecek hak kayıplarının da önüne geçecektir.

Ortak Velayet Nedir?

Ortak velayet, monogami olmayan veya ayrılmış ebeveynlerin çocukları üzerinde eşt yetki ve sorumlulukları paylaşmasını ifade eder. Genellikle boşanma veya ayrılık sonrası gündeme gelen bu modelde amaç, çocuğun hem annesi hem de babasıyla dengeli bir ilişki kurabilmesini sağlamaktır. Çocukların eğitimi, bakımı ve sağlığı gibi önemli konularda alınacak kararlarda anne-baba eşit söz hakkına sahiptir. Ortak velayet, çocukların psikolojik ve duygusal gelişimini olumlu etkileyerek, her iki ebeveynin de çocuk üzerindeki sorumluluklarını dengede tutmalarına yardımcı olur. 🤝

Ortak velayetin yararları arasında çocukların ebeveynlerinden kopmadan büyümesi ve sorumlulukların eşit paylaşılması sayılabilir. Ancak, iki tarafın da anlaşması ve iş birliği en önemli unsurlar arasında yer alır; aksi takdirde uygulanması zor olabilir.

Velayet Nedir?

Velayet, çocukların bakımı, eğitimi, korunması ve temsil edilmesi gibi temel hak ve yükümlülüklerin, ana ve babaya kanunen verilmesi anlamına gelir. Türk Medeni Kanunu’na göre, on sekiz yaşından küçük olanlar ya da bazı durumlarda mahkemece kısıtlanmış olanların velayeti vardır. Yani, velayet; çocuğun gelişimi, eğitimi, sağlığı ve genel refahı ile ilgili önemli kararların alınmasında ebeveynlerin rehberlik ve gözetim yükümlülüğünü ifade eder.

Ebeveynler evli oldukları sürece velayet otomatik olarak ikisinde de bulunur. Boşanma sonrasında ise genellikle çocuklardan birinin ya da birkaçının velayeti anneye veya babaya verilir. Geleneksel olarak Türkiye’de boşanma sonrası velayet hakkı tek bir ebeveyne tanınırken, son yıllarda “ortak velayet” kavramı daha fazla gündeme gelmektedir.

Türk Medeni Kanunu’nda Ortak Velayet

Türk Medeni Kanunu’nda ortak velayet ile ilgili net ve ayrı bir düzenleme yer almamaktadır. Kanun, evlilik birliği devam ettiği sürece velayetin anne ve babada birlikte olduğunu belirtir. Yani, ortak velayet aslında evlilik devam ettiği sürece standarttır. Ancak boşanma veya eşlerin ayrılması halinde, uzun yıllar sadece tek taraflı velayet tanınmaktaydı.

Son yıllarda özellikle Yargıtay’ın iştihatları ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının etkisiyle, Türk hukukunda da ortak velayet uygulaması görülmeye başlamıştır. Artık anlaşmalı boşanmalarda eşler aralarında anlaşırlarsa ve çocuk için faydalı olduğu kanaatine varılırsa, mahkeme ortak velayet kararı verebilmektedir. Yani, Medeni Kanun’da açıkça yazmasa bile uygulamada Türk mahkemeleri ortak velayeti kabul edebilmektedir.

Yargıtay ve Sözleşmeler Işığında Ortak Velayet

Ortak velayet konusunda Yargıtay’ın 2017 yılına ait önemli bir kararı ile Türk hukuk tarihinde bir dönüm noktası yaşanmıştır. Daha önce Yargıtay, ortak velayeti kanunda açıkça düzenlenmediği için uygun görmüyordu. Ancak 2017 yılındaki kararında, uluslararası sözleşmelerin iç hukuka üstünlüğüne dayanarak, anlaşmalı boşanma halinde ortak velayete hükmedilebileceğine karar verdi.

Bu açılımla birlikte, Türkiye’nin de taraf olduğu Çocuk Haklarına Dair Sözleşme ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi uluslararası sözleşmeler, çocuğun yararının ön planda tutulmasını ve ebeveynlerin eşit şekilde çocuğa destek olmasını öngörüyor. Yani, bu sözleşmelerin temel prensiplerinden biri olan “çocuğun üstün yararı”, ortak velayet uygulamasının da temelini oluşturuyor.

Sonuç olarak, hem Yargıtay kararları hem de tarafı olunan uluslararası sözleşmeler sayesinde, Türkiye’de ortak velayet hukuki olarak mümkün hale gelmiştir. Artık mahkemeler, özellikle ebeveynlerin anlaşması halinde ve çocuğun yüksek yararı gözetilirse, ortak velayet kararı verebilmektedir.

Ortak Velayet Hangi Durumlarda Verilir?

Ortak velayet hangi durumlarda verilir diye bakıldığında, öncelikli olarak ebeveynlerin ortak velayet için başvuruda bulunmaları gerekir. Mahkeme bu kararı verirken birkaç önemli ölçütü değerlendirir: Ebeveynler arasında ciddi bir iletişim kopukluğu yoksa, çocuğun fiziksel ve psikolojik gelişimini sekteye uğratacak bir durum söz konusu değilse ve taraflar ortak bir irade gösteriyorsa, ortak velayet verilmesi mümkündür.

Aile mahkemesi, sosyal inceleme raporu hazırlatarak aile ortamını ve çocuğun durumu detaylıca inceler. Hakim, çocuğun üstün yararının korunup korunmadığına bakar; ebeveynler işbirliği yapabiliyor ve çocuk için sağlıklı bir iletişim sürdürebiliyorsa, bu karar alınabilir. Yani, taraflar arasında büyük kin, sürekli kavga veya çocuk üzerinde baskı varsa ortak velayet verilmez. Uzmanların belirttiği gibi, ebeveynlerin birlikte hareket edebilmesi ve uzlaşma sağlayabilmesi temeldir.

Çocuğun Menfaatinin Gözetilmesi

Çocuğun menfaatinin gözetilmesi, ortak velayet şartları arasında en önemli kriterdir. Mahkeme, çocuğun fiziksel, duygusal ve sosyal ihtiyaçları açısından en iyi çözümü bulmak zorundadır. Ortak velayette, çocuğun hayattaki düzeni, gelişimi ve mutluluğu ön planda tutulur. Hakim, gerekirse pedagog ve sosyal hizmet uzmanlarının görüşünü de alarak, çocuğun yeni düzende zarar görmemesini ister.

Her karar çocuğun üstün yararına olmalıdır; eğer ortak velayet çocuğa zarar verecekse, bu yönde karar verilmez. Dolayısıyla, çocuğun yüksek yararı gözetilmeli, hem anne hem de babayla olan ilişkisi sağlam kalmalıdır. Ayrıca, çocuğun yaşına, okul hayatına ve duygusal bağlarına da dikkat edilir.

Ebeveynler Arasında Anlaşma Gerekliliği

Ebeveynler arasında anlaşma gerekliliği, ortak velayetin temel taşlarından biridir. Mahkemeler, ortak velayet verebilmek için öncelikle anne ve babanın birlikte hareket edebildiğine, iletişimlerinde ciddi bir engel olmadığına bakar. Özellikle anlaşmalı boşanmalarda, taraflar bu hususu bir protokolle açıkça belirtirse, başvuru sonrasında hakim genellikle ortak velayet kararı verir.

Taraflar ortak velayete karşı duruyorsa veya bir taraf buna kesinlikle karşıysa, genellikle ortak velayet uygun görülmez. Ebeveynler, çocuğun eğitimi, sağlığı ve temel yaşam kararlarında uzlaşabilmeli, çocuğu çatışmanın aracı hâline getirmemelidir. Bu yüzden hâkimler uzlaşma ve iletişim düzeyini detaylı inceler. Sürdürülebilir bir işbirliği tespit edilirse, ortak velayet mümkün olur.

Hakimin Kararındaki Kriterler

Hakimin ortak velayet kararındaki kriterleri oldukça çeşitlidir. En başta çocuğun üstün yararı gözetilir. Bunun yanında, ebeveynlerin ekonomik, sosyal ve psikolojik yeterlilikleri değerlendirilir. Hakim, çocuğun yaşı, mevcut düzeni ve ebeveynleriyle olan ilişkisi gibi noktaları da dikkate alır.

Sosyal inceleme raporları, pedagog ve psikolog görüşleri, çocuğun okul ve yaşam düzeni, çocuğun ebeveynlere karşı tutumu ve tercihi de sürece dâhil edilir. Ebeveynlerin çocuğun bakım ve eğitimine katkısı, aralarındaki iletişim ve çatışma düzeyi gözetilir. Hakim, tüm koşulları değerlendirip çocuğun sağlıklı ve mutlu bir ortamda büyüyeceğinden emin olursa, ortak velayet kararı verir. Eğer ortak velayet çocuğun gelişimini olumsuz etkileyecekse, ayrı ayrı velayet de gündeme gelebilir.

Boşanma Sonrası Ortak Velayet

Türkiye’de boşanma sonrası ortak velayet son yıllarda yargı kararlarıyla birlikte giderek daha fazla uygulanmaya başlamıştır. Eğer taraflar çocuğun menfaatine uygun gördükleri takdirde ve mahkeme onaylarsa, boşanmış ebeveynler çocuğun velayet hakkını birlikte kullanabilir. Türk Medeni Kanunu’nda doğrudan düzenlenmese de Yargıtay’ın son içtihatları, boşanma sonrası ortak velayetin mümkün olduğu yönündedir. Mahkemeler, anne ve babanın ebeveynlik görevlerini sürdürebilecek olgunlukta ve iş birliği içinde olup olmadıklarına dikkat ederler. Yani, çocuğun yararı en ön plana alınmaktadır.

Anlaşmalı Boşanmada Ortak Velayet

Anlaşmalı boşanma davasında ortak velayet almak çok daha kolaydır. Çünkü ortak velayet için öncelikli şartlardan biri, anne ve babanın bu konuda uzlaşmış olmasıdır. Anlaşmalı boşanma protokolünde, ortak velayet açıkça talep edilmeli ve velayetle ilgili tüm detayların (çocuğun ikameti, bakım masrafları, görüş günleri vb.) net bir biçimde yazılması gerekir. Mahkeme, bu protokoldeki düzenlemeleri ve ebeveynlerin iş birliği yapabilme kapasitesini inceleyerek çocuğun da yüksek yararını gözetir. Eğer her iki tarafın imzası ve gerekçeli gerekçeler varsa, mahkemeler çoğunlukla bu protokolleri onaylar.

Çekişmeli Boşanmada Ortak Velayet

Çekişmeli boşanma davalarında ortak velayet daha karmaşık bir sürece sahiptir. Çünkü çekişmeli süreçte, çoğunlukla taraflar arasında ciddi anlaşmazlıklar ve iletişim sorunları olur. Ortak velayet kararının verilebilmesi için öncelikle anne ve babanın asgari düzeyde iletişim kurabilmeleri ve iş birliği yapabilmeleri gerekir. Mahkeme, çocuğun psikolojik ve sosyal gelişiminin zarar görüp görmediğini titizlikle inceler. Eğer bir taraf ortak velayeti istemez veya ebeveynler arasında büyük çatışmalar varsa, mahkeme genellikle ortak velayet talebini reddeder ve tekil velayet kararı verir. Ancak bazı örnek davalarda, ebeveynlerin süreç sonunda uzlaşmasıyla ortak velayet mümkün olmuştur.

Yargı Kararlarının Önemi

Türkiye’de ortak velayet uygulamasının önünü açan en önemli unsur, Yargıtay’ın son yıllarda vermiş olduğu kararlar olmuştur. Yargıtay, 2017’den bu yana ortak velayetin kamu düzenine aykırı olmadığını, tam tersine çocuğun üstün yararına uygun olması halinde uygulanabileceğini belirtmiştir. Bu kararlar, mahkemelerin ortak velayeti daha cesurca vermelerini sağlamıştır. Bugün, boşanma davalarında ortak velayet uygulanması yargı içtihatlarının etkisiyle yaygın hale gelmiştir ve çocuğun yararı gözetilerek, her somut olayda farklı değerlendirme yapılır. Yani yargı kararları, hem uygulamanın ana çizgisini belirler hem de gelişimine yön verir.

Ortak Velayette Ebeveyn Hak ve Sorumlulukları

Ortak velayette ebeveyn hak ve sorumlulukları çift taraflı olarak paylaşılıyor. Bu uygulamada anne ve baba, çocuğun eğitiminden sağlığına, yaşam standardından günlük bakımına kadar birçok konuda eşit haklar elde ediyor. Her iki ebeveyn de çocuğun önemli kararlarında söz sahibi olabiliyor. Velayet hakkı olan ebeveynler, çocuğun yaşamı ve gelişimiyle ilgili tüm hukuki işlemleri birlikte yürütüyor. Yasal işlemler, okul kayıtları veya sağlık işlemleri gibi durumlarda iki ebeveynin de imzası ya da onayı aranabiliyor. Ayrıca çocuğun bakımı konusunda sorumluluklar paylaşılır; sadece haklar değil, çocuğun maddi ve manevi ihtiyaçları da birlikte karşılanmak zorundadır.

Eğitim, Sağlık ve Sosyal Kararlar

Eğitim, sağlık ve sosyal kararlar ortak velayet uygulamasında büyük önem taşır. Okul tercihi, ders seçimi, ek kurs veya özel eğitim kararları her iki ebeveynin de ortak onayıyla alınmalıdır. Aynı şekilde çocuğun rutin sağlık kontrolleri, tedavileri ve acil müdahaleleri yine anne ve baba arasında iletişim ve mutabakatla gerçekleşir. Sosyal etkinlikler, kurslar veya arkadaş ortamları gibi konularda da çocuğun ihtiyaçları ve menfaati ön planda tutularak, ebeveynlerin karşılıklı anlaşması sağlanır. Burada amaç; çocuğun ruhsal ve fiziksel gelişimini, iki ebeveynin ilgisiyle desteklemektir.

Çocukla Kişisel İlişki ve İkametgah Düzenlemesi

Çocukla kişisel ilişki ve ikametgah düzenlemesi ortak velayetin işleyişinde önemli bir yere sahiptir. Çocuğun hangi ebeveynle ne zaman ve ne kadar vakit geçireceği, düzenli olarak belirlenir ve bu plan çocuğun menfaatini gözetir. Ebeveynler arasında anlaşmazlık olması durumunda mahkeme, çocuğun yaşına, okuluna ve alışık olduğu düzene uygun bir takvim oluşturur. Genellikle çocuk bir ebeveynin yanında ikamet ederken, diğeriyle belirli günler ve saatlerde görüşme hakkı elde eder. Ancak modern uygulamalarda, çocuğun iki evli yaşama modeli de söz konusu olabilir; haftalık değişimlerle ya da tatil dönemleri paylaştırılarak eşit ilişki sağlanabilir.

Şehir veya Ülke Değişikliği Nasıl Olur?

Şehir veya ülke değişikliği, ortak velayet sürecinde hassas bir konudur. Eğer ebeveynlerden biri çocuğun ikametgahını başka bir şehre ya da ülkeye taşımak isterse, diğer ebeveynin mutlaka rızası alınmalıdır. Bu rıza olmadan çocuğun yerleşim yeri tek taraflı değiştirilemez. Çünkü böyle bir karar, çocuğun diğer ebeveyniyle olan ilişkisini olumsuz etkileyebilir ve mahkeme tarafından çocuğun menfaati açısından yeniden değerlendirilir. Çoğu durumda, ebeveynler arasında anlaşma sağlanamadığında, hâkim karar verir ve çocuğun düzenini, eğitimini ve ebeveynlerle olan ilişkisini gözeterek en uygun seçeneği belirler. Ayrıca şehir veya ülke değişikliğinde, çocuğun sosyal çevresi, arkadaşları ve eğitim hayatı gibi unsurlar da dikkate alınır.

Ortak Velayetin Avantajları

Çocuğun Her İki Ebeveynle İlişki Kurabilmesi

Çocuğun her iki ebeveynle ilişki kurabilmesi, ortak velayetin en önemli avantajları arasında yer alır. Ortak velayet sayesinde, çocuk yalnızca bir ebeveynin yanında büyümez; her iki ebeveynin de eğitim, sevgi ve ilgisinden sürekli olarak faydalanır. Bu durum, çocuğun duygusal gelişimini ve sosyal ilişkilerini olumlu biçimde etkiler. Özellikle boşanma sonrasında bir ebeveynle bağlantısı zayıflayan çocuklarda görülen psikolojik sorunların önlenmesinde ortak velayet büyük rol oynar. Çocuk, annesini de babasını da hayatının düzenli bir parçası olarak görür ve kendisini daha güvende hisseder.

Ebeveynler Arasında İşbirliği ve Uzlaşma

Ebeveynler arasında işbirliği ve uzlaşma, ortak velayet sisteminin getirdiği bir diğer olumlu yönüdür. Ortak velayet, ebeveynlerin çocuğun geleceğiyle ilgili kararları birlikte almalarını teşvik eder. Bu, ebeveynlerin iletişim düzeyinin artmasına ve olası anlaşmazlıkların daha hızlı çözülmesine imkan sağlar. Taraflar arasında ortak bir sorumluluk duygusu gelişir, bu da çocuğun menfaatinin sürekli olarak ön planda tutulmasına yardımcı olur. Boşanma sonrası oluşan olumsuz etkiler, taraflar işbirliği içinde olduğunda hem ebeveynler hem de çocuk açısından hafifler.

Sorumlulukların Paylaşılması

Sorumlulukların paylaşılması, ortak velayet koşullarında ebeveynlere yük olan yükümlülüklerin dengeli bir şekilde dağılmasını sağlar. Tek bir ebeveyne aşırı sorumluluk yüklenmeden, bakım, eğitim, sağlık ve diğer önemli konularda iki taraf da aktif rol oynar. Bu paylaşım, çocuğun ihtiyaçlarının karşılanmasında denge sağlar ve ebeveynlerden birinin yalnız bırakılmasının önüne geçer. Aynı zamanda ebeveynlerin kendi sosyal ve iş hayatlarında daha rahat hareket edebilmelerine imkan tanır. Sonuç olarak, hem çocuk hem de ebeveynler için daha sürdürülebilir ve sağlıklı bir aile düzeni oluşur.

Ebeveynler Arasındaki İletişim Sorunları

Ortak velayet düzenlemesinde ebeveynler arasındaki iletişim, en hassas ve önemli konulardan biridir. Çünkü ortak velayet, çocukla ilgili önemli kararların birlikte alınmasını ve sağlıklı bir iletişimin kurulmasını gerektirir. Ancak boşanmanın getirdiği öfke, kırgınlık veya anlaşmazlıklar iletişimi zorlaştırabilir. Ebeveynler arası sürekli tartışma, çocuk üzerinde stres ve kaygı yaratabilir. Ayrıca iletişim kopuklukları, çocuğun ihtiyaçlarının gözden kaçmasına ve eğitim, sağlık gibi konularda aksaklıklara yol açabilir. Her iki taraf da aralarındaki kişisel sorunları bir kenara bırakıp, çocuk yararını ön planda tutmalıdır. Eğer uyum sağlanamazsa ortak velayet hem çocuk hem de anne-baba için yorucu ve yıpratıcı olabilir.

Karar Alma Süreçlerinin Zorlukları

Ortak velayette karar alma süreçleri genellikle daha uzun ve zorlu olabilir. Çünkü her iki ebeveynin de çocuğun hayatı üzerindeki önemli kararlarda eşit söz hakkı bulunur ve uzlaşmaları gerekir. Özellikle okula başlama, şehir veya ülke değişikliği, sağlıkla ilgili kritik müdahaleler gibi konular hızlı ve acil karar alınmasını gerektirdiğinde, taraflar arasında fikir ayrılıkları büyük sorunlara yol açabilir. Eğer ebeveynlerden biri iş birliğine açık davranmazsa veya sürekli çekişme olursa, karar alma süreçleri tıkanır ve çocuk mağdur olur. Bu noktada zaman kaybı, çocuğun eğitim ve sağlık gibi haklarının aksamasına sebep olabilir. Dolayısıyla ortak velayet protokolünde acil durumlar için özel hükümler koymak faydalı olabilir.

Uygulamadaki Aksaklıklar ve Çatışmalar

Ortak velayetin hayata geçirilmesinde uygulamadan kaynaklanan çeşitli aksaklıklar ve çatışmalar yaşanabiliyor. Özellikle Türkiye’de ortak velayet uygulaması yeni sayıldığı için, adli süreçlerde ve bürokratik işlemlerde çeşitli sorunlarla karşılaşmak mümkün. Örneğin; çocuğun eğitim, sağlık, seyahat gibi resmi işlerinde iki ebeveynin birden onayı gerektiğinde bürokrasi uzayabilir, çocuk ve ebeveynler gereksiz yere yorulabilir. Bazı ebeveynlerin yükümlülüklerini ihmal etmesi, yapılan protokole veya mahkeme kararına uymaması yine ortak velayetin işleyişini zorlaştırır. Bu gibi durumlarda, hakim tekrar değerlendirme yapabilir ve çocuğun yararı gerektiriyorsa ortak velayeti sona erdirebilir. Ayrıca, çocuk anne-baba arasındaki çekişmenin ortasında kalabilir ve psikolojik olarak olumsuz etkilenebilir. Kısacası, ortak velayet hem doğru iletişim hem de aktif işbirliği isteyen bir süreçtir ve uygulanmasında pratik sorunların yaşanması ihtimali oldukça yüksektir.

İştirak Nafakası

İştirak nafakası, ortak velayet durumunda çocuğun bakımı, eğitimi ve temel ihtiyaçları için ödenen paradır. Ortak velayetin uygulanması halinde, her iki ebeveynin de çocuğun giderlerine katkı sağlaması önemlidir. İştirak nafakası, Türk Medeni Kanunu’nda açıkça belirtilmiştir ve amacı, çocuğun maddi açıdan mağdur olmamasıdır.

Ortak velayette iştirak nafakası genellikle çocuğun yaşadığı ebeveyn tarafından talep edilir. Ancak bazı durumlarda çocuk, iki evde de eşit zaman geçiriyorsa, nafaka gerekliliği mahkeme tarafından yeniden değerlendirilir. Hakim, hem çocuğun ihtiyaçlarını hem de anne ve babanın gelir durumunu göz önünde bulundurarak iştirak nafakasının miktarını belirler. Burada önemli olan nokta, nafakanın sadece bir ebeveynden değil, imkânlar ölçüsünde her iki taraftan sağlanmasıdır.

Masrafların Paylaşılması

Masrafların paylaşılması, ortak velayet anlaşmalarında sıkça üzerinde durulan bir konudur. Ortak velayetli ailelerde eğitim, sağlık, günlük bakım ve sosyal aktiviteler gibi çocuğun düzenli giderleri, adil biçimde anne ve baba arasında paylaştırılır. Bu paylaşım nasıl yapılacaksa, çoğu zaman ya mahkeme kararıyla ya da ebeveynlerin kendi arasında yaptığı protokolle belirlenir.

Ortak velayet masraflarının paylaşımı yapılırken, ebeveynlerin gelirleri ve maddi olanakları dikkate alınır. Uygulamada, büyük harcamalar ve ekstra eğitim/sağlık giderleri (örneğin özel ders, ameliyat vb.) genellikle belirli oranlarda veya eşit şekilde karşılanır. Gündelik ihtiyaçlar ise, çocuğun hangi ebeveynin yanında kaldığı sırada kimdedir sorusuna göre değişkenlik gösterebilir.

Sonuç olarak, ortak velayette nafaka ve masrafların paylaşımı konusunda tarafların iş birliği içinde olması, hem çocuğun huzuru hem de uygulamadaki adalet için vazgeçilmezdir. Eğer ebeveynler aralarında anlaşamazsa, devreye mutlaka mahkeme girer ve en adil çözümü bulmak için karar verir.

Çocuk Kimde Kalır?

Çocuk kimde kalır sorusu, özellikle ortak velayet davalarında ailelerin en çok merak ettiği konuların başında gelir. Ortak velayet durumunda çocuk, her iki ebeveynin de ortak sorumluluğunda olur. Ancak çocuğun sürekli olarak bir evde yaşaması gerekir. Bu yüzden mahkeme, çocuğun fiilen hangi ebeveynin yanında kalacağına dair bir düzenleme yapar.

Genellikle, çocuğun yaşı ve ihtiyaçları göz önüne alınarak çocuğun temel bakımını üstlenen ebeveynin yanında kalması sağlanır. Diğer ebeveyn ise çocuğu belirli günler, hafta sonları veya tatillerde görebilir. Çocuğun kimde kalacağına karar verilirken, çocuğun alışık olduğu çevre, okul durumu ve arkadaş ilişkileri de dikkate alınır. Bununla birlikte, ortak velayetin amacı çocuğun her iki ebeveyniyle de yeterli ve düzenli ilişki kurabilmesini sağlamaktır.

Görüş Günlerinin Düzenlenmesi

Görüş günlerinin düzenlenmesi, ortak velayette en önemli konulardan biridir. Mahkeme tarafından veya ebeveynlerin karşılıklı anlaşmasıyla görüş günleri belirlenebilir. Ebeveynler, görüş saatleri ve günleri konusunda anlaşamazsa, genellikle mahkeme duruma el koyar ve çocuğun menfaatini gözeterek en uygun planlamayı yapar.

Görüş günleri, şu şekilde düzenlenebilir:

  • Hafta sonu ve hafta içi belirli günler
  • Resmi tatiller ve bayramlar
  • Yarıyıl ve yaz tatilleri

Ebeveynler bu süreçte esnek davranır ve çocuğun isteği de dikkate alınırsa, çocuk açısından daha sağlıklı bir düzen kurulabilir. Görüş günlerinin ihlali ya da aksatılması durumunda, diğer ebeveyn mahkemeye başvurarak düzenlemenin yeniden yapılmasını talep edebilir. Burada ana amaç, çocuğun hem anne, hem de babası ile düzenli ve kaliteli zaman geçirebilmesidir. Bu nedenle görüş günleri planlanırken çocuğun yaşı, gelişimi ve sosyal hayatı da değerlendirilir.

Özetle, ortak velayette çocuk kimin yanında kalırsa kalsın, diğer ebeveynle görüşme hakkı korunur ve çocuğun duygusal gelişiminin desteklenmesi amaçlanır.

Ortak Velayetin Kaldırılması

Ortak velayetin kaldırılması, anne ve babanın ortaklaşa aldığı çocuk üzerindeki velayet hakkının, mahkeme kararıyla sona erdirilmesi anlamına gelir. Ortak velayetin kaldırılması için aile mahkemesine başvuru yapmak gerekir. Bu karar, genellikle ortak velayetin çocuğun menfaatine uygun olmadığı hallerde verilir.

Mahkeme, velayetin kaldırılmasına şu gibi durumlarda karar verebilir:

  • Ebeveynlerden birinin ortak velayet sorumluluklarını yerine getirmemesi,
  • Taraflar arasında ciddi iletişim ya da işbirliği sıkıntısının ortaya çıkması,
  • Çocuğun psikolojik veya fiziksel gelişimini olumsuz etkileyen ortamların meydana gelmesi,
  • Ortak velayet düzeninin artık çocuğun yararına olmaması.

Kaldırma davası, çocuğun yaşadığı yerdeki aile mahkemesine açılır. Mahkeme sürecinde öncelik, daima çocuğun yüksek yararıdır. Hakim tarafların tutumunu, çocuğun güncel ihtiyaçlarını ve olası riskleri dikkate alır. Uygulamada, ortak velayetin kaldırılmasıyla birlikte velayet genellikle ebeveynlerden birine verilir ve diğer ebeveynin çocukla kişisel ilişkisi düzenlenir.

Değişen Koşullarda Velayet Değişikliği

Ortak velayetin devam ettiği süreçte, hayat şartlarında değişiklikler meydana gelebilir. Değişen koşullarda velayet değişikliği için de yine mahkemeye başvurmak gerekir. Çünkü velayet kararları kesin değildir ve her zaman çocuğun yararı ön planda tutulur.

Önemli değişiklikler arasında şunlar yer alır:

  • Ebeveynlerden birinin başka bir şehre veya ülkeye taşınması,
  • Çocuğun bakımı, eğitimi veya sağlığı konusunda yeni ve önemli gelişmelerin olması,
  • Mevcut velayet düzeninin çocuğa zarar vermesi veya menfaatine aykırı hale gelmesi,
  • Ebeveynlerden birinin ağır hastalığı, vefatı ya da çocuğa bakamayacak durumda olması.

Velayet değişiklikleri için yapılan başvurularda, mahkeme mevcut koşulları detaylı şekilde inceler. Ebeveynler anlaşarak da velayetin değiştirilmesini talep edebilir; ancak çocuğun üstün yararı hakim tarafından ayrıca değerlendirilir. Hakim, çocuğun yaşını, alıştığı düzeni, ebeveynlerle olan ilişkisini ve ihtiyaçlarını dikkate alarak en uygun kararı vermeye çalışır.

Velayet değişikliği davaları, hızlı işleyen basit yargılama usulüne tabidir. Ancak yine de her dava için kesin bir süre verilemez; mahkemenin önündeki delillere ve çocuğun özel durumuna göre süreç değişebilir.

Ortak Velayette Dava Süreci

Ortak velayet ile ilgili dava süreci, genellikle anlaşmalı ya da çekişmeli boşanma davaları kapsamında işler. Ortak velayet dava süreci başlatmak isteyen ebeveynler, öncelikle bu konuda birlikte bir talepleri olduğunu açıkça mahkemeye iletmelidir. Taraflar bir protokol (anlaşmalı boşanma protokolü veya ek bir beyan) hazırlayarak, çocuğun hangi ebeveyn yanında kalacağı, kişisel görüş günleri ve nafaka gibi konularda anlaşmaya vardıklarını yazılı şekilde sunar.

Bu süreçte mahkeme; öncelikli olarak çocuğun üstün yararını değerlendirir. Ebeveynlerin ortak karar alma, iletişim becerileri ve çocuğun psikolojik durumu göz önünde bulundurulur. Hakim, gerek görürse sosyal hizmet uzmanlarından ya da pedagogdan rapor talep edebilir. Tarafların anlaşmasını yeterli bulmaz ya da çocuğun menfaatinin zedeleneceğini düşünürse, ortak velayet yerine tek bir ebeveyne velayet verebilir.

Dilekçe ile başlayan süreç; ilk duruşmada tarafların dinlenmesiyle devam eder. Mahkeme, geçici velayet tedbirleri de verebilir. Anlaşmazlık yoksa davalar birkaç ayda sonuçlanabilmektedir. Fakat çekişme varsa, süreç uzayabilir.

Ortak Velayetin Tek Velayete Çevrilmesi

Ortak velayetin tek velayete çevrilmesi, hem çocuğun durumu hem de ebeveynlerin ortak velayet sorumluluklarını yerine getirememe durumlarıyla gündeme gelir. Ortak velayet tek velayete nasıl çevrilir sorusu sıkça sorulmaktadır. Şu durumda bu mümkün olabilir:

  • Ebeveynlerden biri veya çocuk, ortak velayet durumundan olumsuz etkileniyorsa,
  • Ebeveynler arasında ciddi ve kalıcı anlaşmazlıklar ortaya çıkmışsa,
  • Ortak velayet çocuk yararına artık uygun değilse,

Mahkemeye, çocuğun yaşadığı yerdeki aile mahkemesine başvuru yapılır. Dilekçede, ortak velayetin çocuğun menfaati açısından artık uygun olmadığını, nedenleriyle birlikte belirtmek gerekir. Mahkeme, dosyayı inceler, gerekirse sosyal hizmet uzmanlarının görüşünü alır ve çocuğun menfaatini esas alarak karar verir. Ortak velayet kaldırıldığında, velayet tek bir ebeveyne bırakılır ve kişisel ilişki açısından düzenleme yapılır.

Ortak Velayet Protokolü Örneği

Ortak velayet protokolü, genellikle anlaşmalı boşanma sürecinde hazırlanır ve mahkemeye sunulur. Bu protokolde şu başlıklar yer alır:

  1. Boşanma hususunda tarafların anlaştığı,
  2. Çocuğun ortak velayet altında kalacağı,
  3. Çocuğun hangi ebeveyn yanında ikamet edeceği,
  4. Görüş günleri ve tatil düzenlemeleri (ör. hafta içi/hafta sonu, bayramlar, yaz tatili),
  5. Çocuğun eğitimi, sağlığı ve bakımı gibi önemli konularda birlikte karar alınacağı,
  6. İştirak nafakası miktarı,
  7. Gerekiyorsa diğer özel koşullar.

Bir örnek madde şöyle olabilir:

“Taraflar, müşterek çocuk …’ın velayetinin ortak olarak kendilerinde kalmasına, çocuğun ikametinin … adresinde olmasına, tarafların eğitim, sağlık, sosyal faaliyetler gibi çocuğun hayatına dair tüm önemli kararlarda birlikte karar vermesine, hafta içi … ve hafta sonu … günlerinin … ile kişisel ilişki günü olmasına karar vermiştir.”

Hazırlanacak protokol, mahkemeye sunulur ve hakim uygun bulursa karar altına alınır. Örnek protokol metinlerine birçok hukuki danışmanlık sitesinden ulaşmak mümkündür.

Not: Kendi durumunuza özel bir protokol hazırlanması için mutlaka bir avukata danışmak faydalı olacaktır.

Psikolojik ve Sosyal Gelişim Üzerine Etkiler

Ortak velayet, çocuğun psikolojik ve sosyal gelişimi açısından çok önemli sonuçlar doğurabilir. Araştırmalara göre ortak velayet uygulanan çocuklar, hem anneleriyle hem babalarıyla dengeli ve düzenli ilişki kurabildikleri için kendilerini daha güvende hissederler. Özellikle duygusal bağların devamı, çocuklarda ayrılık kaygısını azaltabilir ve aidiyet hissini güçlendirebilir.

Ortak velayet, çocuğun sosyal gelişimini de olumlu etkiler. Her iki ebeveynin de yaşamı içinde yer almak, çocuğun toplumsal rolleri, değerleri ve ilişki biçimlerini öğrenmesinde etkili olur. Çocuklar anneden ve babadan farklı yaklaşımlar, düşünce tarzları ve davranış modelleri görebilir. Bu durum, gelecekte sosyal ilişkilerinde daha esnek ve anlayışlı olmalarını sağlar.

Olumsuz yönleri de tamamen yok değildir. Ortak velayet sırasında ebeveynler arasında devam eden anlaşmazlıklar ya da iletişim problemleri çocuğun ruhsal dünyasını olumsuz etkileyebilir. Uzmanlar, sürekli tartışan veya iletişim kuramayan anne-babanın olduğu durumlarda, çocuğun huzursuzluk ve stres yaşama riskinin arttığını vurguluyor.

Uzman Görüşleri ve Bilimsel Araştırmalar

Uzmanlar, ortak velayetin çocuğun üstün yararı bakımından çoğunlukla olumlu olduğunu belirtmektedir. Türk ve uluslararası literatürde yapılan birçok çalışma, ortak velayetle büyüyen çocukların, tek taraflı velayetle büyüyen çocuklara göre daha az psikolojik sorun yaşadıklarını ortaya koymuştur. Avrupa ülkelerinde yapılan bazı bilimsel araştırmalara göre ortak velayet, çocuklarda depresyon, anksiyete ve uyum sorunlarını azaltabiliyor.

Pedagog ve çocuk psikologlarının görüşleri, çocuğun duygusal gelişimi için iki ebeveynle de düzenli, sevgiye dayalı ilişki kurmasının çok önemli olduğu yönündedir. Türkiye’de de Yargıtay’ın ve aile mahkemelerinin kararlarında, uzman raporlarının dikkate alındığı ve çocuğun psikolojik sağlığının korunduğu görülmektedir.

Tabii her çocuk özelinde farklı dinamikler söz konusu olabilir. Ebeveynlerin iş birliği yapamaması, sürekli çatışma ortamı ya da çocuğun bireysel ihtiyaçlarına yeterince duyarlı olunmaması gibi durumlarda, uzmanlar ortak velayet yerine tek velayetin çocuğun yararına olabileceğini de belirtmektedir.

Sonuç olarak, güncel akademik yayınlar ve uzman görüşleri, iyi uygulanan bir ortak velayet sisteminin çocuğun psikolojik ve sosyal güvenliğini beslediğini göstermektedir. Yine de her kararda çocuğun üstün yararı gözetilmeli, onun bireysel ihtiyaçları ön planda tutulmalıdır.

Avrupa’da ve Dünya’da Ortak Velayet Uygulamaları

Avrupa’da ortak velayet uygulamaları, birçok ülkede çocuk haklarının ve ebeveyn eşitliğinin korunması için hem yasalarda yer almakta hem de yaygın şekilde uygulanmaktadır. Almanya ve İsviçre gibi ülkelerde, boşanma sonrasında ortak velayet kural haline gelmiştir; yani anne ve babanın her ikisinin de çocuğun velayeti konusunda söz hakkı vardır ve birlikte çocuk için karar alırlar.

Fransa‘da ise ortak velayet otomatik olarak uygulanmaz, fakat ebeveynlerin talebi ve çocuğun menfaati doğrultusunda mahkeme ortak velayet kararı verebilir. Sistem “autorité parentale conjointe” olarak adlandırılır ve her iki ebeveyn birçok önemli konuda çocuğun bakım, eğitim ve sağlık kararlarında birlikte hareket eder.

Belçika, Danimarka, Hollanda, İsveç gibi Kuzey ve Batı Avrupa ülkelerinde fiziksel ortak velayet oranları her geçen yıl artmaktadır. Örneğin Belçika’da fiziki ortak velayet oranı %33’e, İsveç’te %30’a kadar çıkmıştır. Bu sayede çocuklar anne ve babanın gözetiminde, mümkün olduğunca eşit zaman geçirebilmektedir.

Dünya genelinde ise Amerika Birleşik Devletleri’nin birçok eyaletinde, Avustralya’da ve son olarak hukuki değişiklikle Japonya’da da ortak velayet imkanı tanınmaktadır. Japonya’da yakın zamanda yapılan değişikliklerle birlikte boşanmış ebeveynler artık ortak velayet veya tek velayet arasında seçim yapabilmektedir.

Özetle, özellikle medeni yasalarla yönetilen ülkelerde çocukların üstün yararı gözetilerek ve ebeveynler arası eşitliği sağlamak amacıyla ortak velayet uygulaması yaygınlaşmaktadır.

Türk Hukuku ile Karşılaştırma

Ortak velayet Türk hukukunda, halen gelişmekte ve değişmekte olan bir kavramdır. Türk Medeni Kanunu’nun 336. maddesine göre, boşanma durumunda velayet temel olarak bir ebeveyne verilir. Ancak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları ve taraf olduğumuz uluslararası sözleşmeler nedeniyle, Türk mahkemeleri de anlaşmalı boşanmalarda veya çocuğun üstün yararı gerektiriyorsa, ortak velayet hükmü verebilmektedir.

Almanya, İsviçre ve diğer Batı Avrupa ülkelerinde boşanma sonrası ortak velayet genel kural haline gelirken, Türkiye’de bu durum istisnai olarak değerlendirilir ve hakim kararı ile mümkündür. Örneğin Almanya’da mahkeme, aksini gerektiren çok özel bir durum olmadıkça, boşanma sonrası çocuğun velayetinin her iki ebeveynde de ortak kalmasına hükmeder. Türkiye’de ise genellikle, ancak ebeveynlerin ikisinin de rızası ve mahkemenin uygun görmesi durumunda ortak velayet uygulanmaktadır.

Avrupa ve dünyadaki uygulamalar ile karşılaştırıldığında; Türkiye daha muhafazakâr ve çekimser bir tutum sergilemekte, ancak uluslararası sözleşmeler ve AİHM kararları sonucu uygulamada esneklik artmaktadır. Son yıllarda, çocukların yüksek yararı ve uluslararası standartların etkisiyle Türk hukukunda da ortak velayet kararları yaygınlaşmaya başlamıştır.

Kısacası; Avrupa’da ve dünyanın birçok ülkesinde ortak velayet daha açık ve kapsamlı şekilde uygulanmakta, Türkiye ise bu alandaki gelişmeleri yakından takip ederek hem kanuni hem de uygulama açısından giderek daha fazla ortak velayet kararına imza atmaktadır.

Nafaka Miktarı Neye Göre Hesaplanır? Nafaka Hesaplama Nasıl Yapılır?

Nafaka hesaplama süreci, tarafların gelir durumları, çocuk sayısı ve masraflar gibi birçok farklı faktöre dayanmaktadır. Özellikle boşanma sürecinde mağduriyet yaşamamak adına tarafların ekonomik durumları göz önünde bulundurulur. Yoksulluk nafakası genellikle eşin gelirinin %25’i oranında belirlenirken, çocuklar için ödenen iştirak nafakası da benzer oranlarda hesaplanabilir. 🧮 Buna ek olarak, maaş üzerinden yapılan hesaplamalar, mahkeme kararlarına ve bireysel durumlara göre farklılık gösterebilir. Kanun, kesin bir hesaplama yöntemi sunmadığından, hâkim her olayı ayrı değerlendirmektedir. Ayrıca, nafakanın artırılması veya azaltılması gibi durumlar da mümkün. Nafaka miktarının belirlenmesi, tarafların sosyal ve ekonomik durumları kadar, boşanmadaki kusur oranına da bağlıdır.

Nafaka Nedir?

Nafakanın Tanımı

Nafaka, en basit anlamıyla bir kişinin geçimini sağlamak için başka bir kişi tarafından mahkeme kararıyla ödenen düzenli paradır. Türk Medeni Kanunu’na göre, nafaka, boşanma veya ayrılık sonrasında maddi olarak sıkıntıya düşebilecek olan tarafa, ya da yoksulluk sınırında yaşayan aile fertlerine bir destek olarak verilir. Nafaka amacı, eşler veya yakınlar arasında ekonomik dengeyi sağlamak, özellikle boşanma sürecinde ortaya çıkan mağduriyetleri önlemektir. Bu nedenle nafaka, sosyal dayanışma anlayışının da bir yansımasıdır.

Nafaka Türleri

Nafaka türleri; kanuna ve ihtiyaca göre şekillenmiştir. Türk Medeni Kanunu’nda düzenlenen başlıca nafaka çeşitleri şunlardır:

Tedbir Nafakası

Tedbir nafakası, boşanma ya da ayrılık davası sürerken mahkeme tarafından hem eşin hem de çocukların geçici olarak korunması ve ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla hükmedilen bir nafaka türüdür. Boşanma davası devam ettiği sürece işler ve dava sonuçlanana kadar geçerlidir. Genellikle, ayrılık sürecindeki ekonomik dengeyi sağlamak için ödenir.

Yoksulluk Nafakası

Yoksulluk nafakası, boşanma sonrasında yoksulluğa düşecek olan eşin yaşamını sürdürebilmesi için diğer eş tarafından ödenen aylıktır. Burada dikkat edilmesi gereken, nafaka talep edenin boşanmada ağır kusurlu olmamasıdır. Eğer boşanma ile birlikte bir taraf, gelir kaynağına ulaşamıyorsa veya ciddi bir ekonomik sıkıntı içine düşecekse, mahkeme yoksulluk nafakası ödenmesine karar verebilir.

İştirak Nafakası

İştirak nafakası, boşanma veya ayrılık sonrası velayeti alan eşe, çocukların masraflarına katılmak amacıyla hükmedilen nafakadır. Çocuğun eğitimi, sağlığı, barınması ve genel ihtiyaçları için kullanılır. Çocuğun bakımı ve eğitimi ön plandadır ve genellikle reşit olana kadar devam eder.

Yardım Nafakası

Yardım nafakası, yoksulluk içinde bulunan ve aynı zamanda nafaka yükümlüsüne yakın hısımlık bağı bulunan bireylere ödenen nafakadır. Bu nafaka türü sadece boşanma ya da ayrılık durumlarında değil, genel anlamda yakın akrabaların birbirine bakma zorunluluğu kapsamında ortaya çıkar. Medeni Kanun kapsamında örneğin anne, baba, çocuk ya da kardeşe ekonomik destek sağlamak amacıyla verilebilir.

Nafaka türleri konusunda bilinmesi gereken en önemli husus, her bir nafakanın verilme nedeni ve şartlarının farklı olduğudur. Bunlar ihtiyaçlara, davanın seyrine ve tarafların ekonomik durumuna göre değişiklik gösterir.

Tedbir Nafakası Ne Zaman ve Kimlere Verilir?

Tedbir nafakası, özellikle boşanma davası süresince eşlerden birinin veya ortak çocukların geçimini sağlamak amacıyla mahkeme tarafından verilen geçici bir destektir. Boşanma ya da ayrılık davası açıldığında, dava süresince ekonomik olarak zorluk yaşayabilecek eş ya da çocuklar bu nafakadan yararlanabilirler. Bu nafaka, boşanma kararının kesinleşmesine kadar devam eder ve en çok mağdur olabilecek tarafa, yani daha az geliri veya hiçbir geliri olmayan eşe ve reşit olmayan çocuklara verilir.

Çalışan bir eş dahi, eğer geliri mevcut hayat standardını sürdürmeye yetmiyorsa, tedbir nafakası alabilir. Aynı şekilde ortak çocuklar için de 18 yaşına kadar ödenir ve eğitim hayatı devam ediyorsa bu süre uzayabilir. Hakim, dosyadaki talepler, ekonomik araştırmalar ve aile bireylerinin ihtiyaçlarını dikkate alarak nafaka miktarını takdir eder. Tedbir nafakası tamamen geçici ve mahkemenin kararına bağlı bir güvence sağlar.

Yoksulluk Nafakası Şartları

Yoksulluk nafakası, evlilik boşanma ile sonlandığında ekonomik gücü önemli ölçüde azalan, yani yoksulluğa düşecek olan eş lehine hükmedilen bir nafakadır. Burada önemli olan; talep eden eşin boşanma nedeniyle yoksulluğa düşecek olması ve karşı tarafın daha ağır kusurlu olmamasıdır. Kusur durumunda, daha ağır kusurlu olan eş lehine yoksulluk nafakası kararı verilmez.

Hakim, eşlerin sosyal ve ekonomik durumunu; gelir, yaşam standardı, sağlık ve iş bulabilme imkanlarını gözetir. Yoksulluk nafakası, talepte bulunan eşin boşanma ile temel hayat ihtiyaçlarını karşılayamayacak duruma gelmesi halinde devreye girer. Gelir düzeyi uygun olanlar, çalışabilenler veya yoksulluk seviyesini aşan bir gelire sahip olanlar bu nafakadan yararlanamazlar.

İştirak Nafakası ve Hesaplama Usulü

İştirak nafakası, boşanma sonrası çocukların bakım, eğitim, sağlık ve genel ihtiyaçlarını karşılamak üzere, velayeti almayan ebeveyn tarafından ödenen bir nafaka türüdür. Mahkeme, çocuğun eğitim masrafları, yaş, sağlık durumu ve standart yaşam koşullarını göz önünde bulundurarak nafaka miktarını belirler.

Hesaplama yapılırken genellikle ödeyecek kişinin gelirinin %10 ila %25’i arası bir oran esas alınır. Fakat bu oran kesin olmayıp, hakimin takdirine göre artıp azalabilir. İştirak nafakası genellikle çocuk 18 yaşına girene kadar devam eder; çocuk eğitim hayatına devam ediyorsa (üniversite vb.) bu süre eğitim bitene kadar uzayabilir. Nafaka miktarı ve süresi, çocuğun ihtiyaçlarının değişmesi durumunda yeniden düzenlenebilir veya arttırılıp azaltılabilir.

Yardım Nafakası

Yardım nafakası, boşanma veya evlilik ile ilgili olmayan, daha çok kan bağı ile bağlı yakınların, ihtiyaç sahibi olanlarına yönelik bir nafaka türüdür. Bu nafaka, Türk Medeni Kanunu’na göre, bir kişinin yardımı olmadan yoksulluğa düşecek durumda olan altsoyu, üstsoyu veya kardeşleri tarafından talep edilebilir.

Yardım nafakasının amacı, başta ebeveynler olmak üzere, çocuklar, torunlar, kardeşler gibi yakın hısımlar arasında dayanışmayı sağlamak ve muhtaç durumda olanların temel ihtiyaçlarının karşılanmasını garanti altına almaktır. İhtiyaç sahibi olan kişi, karşı tarafın maddi durumu da incelenerek mahkemeye başvurur. Maddi imkansızlık durumunda, davalının da kendi geçimini sağlayabiliyor olması aranır; nafaka miktarı da buna göre takdir edilir.

Yardım nafakası, aile içi dayanışmanın hukuki bir yükümlülükle desteklenmiş halidir ve genellikle sürekliyken, ihtiyaçlar ortadan kalktığında sona erer.

Nafaka Hesaplaması Nasıl Yapılır?

Nafaka hesaplaması, boşanma davaları ve ayrılıklar sırasında en çok merak edilen konulardan biridir. Çünkü nafaka miktarı, tarafların mevcut ekonomik durumlarına ve hayat standartlarına göre hakimin değerlendirmesiyle belirlenir. Mahkemeler, yasal düzenlemeler ve geçmiş örnek kararlar ışığında hakkaniyetli ve adil bir nafaka miktarı ortaya koymaya çalışır. İşte nafaka hesaplamasında dikkate alınan başlıca kriterler ve hakimin rolü:

Hakimin Takdir Yetkisi

Hakimin takdir yetkisi, nafaka hesaplamasında en temel unsurdur. Nafaka tutarı belirlenirken hâkim, dosyada sunulan belgeler, beyanlar, gelir-gider durumları ve tarafların yaşam koşulları üzerinde detaylı bir değerlendirme yapar. Bu noktada hakimin takdir hakkı sınırı yoktur; her dosyanın, her ailenin ve her bireyin koşulları ayrı ayrı incelenir. Tarafların ileri sürdüğü iddialar, verilen belgeler ve tanık anlatımları bu takdir yetkisini şekillendirir. Hâkim, hukuka ve vicdana uygun bir miktara hükmeder.

Nafaka Hesaplamasında Dikkate Alınan Kriterler

Nafaka hesabı yapılırken sadece gelire bakılmaz. Nafaka miktarı, birçok kriter birlikte değerlendirilerek belirlenir. Peki mahkemeler hangi unsurları özellikle dikkate alır?

Tarafların Ekonomik Durumu

Tarafların ekonomik durumu, nafaka miktarının en belirleyici unsurlarından biridir. Mahkeme hem nafaka ödeyecek kişinin hem de nafaka alacak kişinin mal varlığını, gelirlerini, banka hesaplarını, taşınır-taşınmazlarını değerlendirmeye alır. Aylık sabit maaş, ek gelirler, var olan borçlar ve taşınmaz gelirleri dosyada incelenir.

Çocuk(lar)ın Sayısı ve İhtiyaçları

Çocuk(lar)ın sayısı ve ihtiyaçları, özellikle iştirak nafakası hesaplanırken önem taşır. Birden fazla çocuk varsa, her çocuğun yaşı, okula gidip gitmediği, sağlık durumu ve özel ihtiyaçları mahkemece göz önünde bulundurulur. Küçük yaştaki bir çocuk ile üniversite öğrencisi olan bir çocuk için ödenen nafaka miktarı farklılık gösterir.

Temel Giderler (Kira, Gıda, Eğitim, Sağlık, Giyim)

Nafaka hesabında temel giderler kalemi çok önemlidir. Kira, elektrik, su, doğalgaz gibi ev giderleri, gıda masrafları, çocuğun okul ve kurs masrafları, sağlık harcamaları, giyim ve ulaşım giderleri hesaplamada dikkate alınır. Mahkeme, bu kalemlerde piyasa araştırması, fatura ve belge incelemesiyle adaletli bir miktara ulaşır.

Tarafların Meslek ve Gelir Durumu

Tarafların meslek ve gelir durumu, nafaka yükümlülüğünü etkiler. Sabit gelire sahip memur ile özel sektörde çalışan kişilerin ekonomik durumları farklı olabilir. Serbest meslek erbabının veya işverenin kazançları da dosyada kurum yazıları ve belgelerle incelenir.

Kusur Oranı

Kusur oranı, özellikle yoksulluk nafakası hesabında dikkate alınır. Tam kusurlu olan ya da boşanmayı tamamen kendi hatasıyla gerçekleştiren taraf lehine genellikle nafakaya hükmedilmez. Kusursuz olan ya da az kusurlu olan taraf lehine nafaka ödenmesine karar verilebilir. Burada hâkim, dosyadaki kusur durumunu hassas biçimde değerlendirir.

Yaş ve Sağlık Durumu

Tarafların yaş ve sağlık durumu da önemli bir ölçüttür. Yaşı ilerlemiş veya sağlık sorunları olan, çalışamayacak durumda olan kişiler lehine daha yüksek nafaka miktarları belirlenebilir. Çocuk veya eşin özel sağlık ihtiyaçları varsa bunlar da nafaka miktarına eklenir.

Evlilik Süresi

Evlilik süresi nafaka miktarı üzerinde doğrudan etkili olmamakla birlikte, uzun evliliklerde eşin iş hayatından uzak kalması ve sosyal olarak dezavantajlı hale gelmesi nafaka miktarını etkileyebilir. Kısa evliliklerde genellikle daha düşük nafakalar söz konusu olur.

Sosyal ve Yaşam Standardı

Tarafların evlilik süresince sürdükleri sosyal ve yaşam standardı, nafaka miktarı belirlenirken göz önünde tutulan bir başka kriterdir. Evli iken lüks içinde yaşayan bir ailede ayrılık sonrası ciddi bir yaşam standardı düşüşü yaşanması, daha yüksek miktarda nafaka bağlanmasını gerektirebilir.

Çalışma İmkanı ve İşsizlik Durumu

Tarafların çalışma imkânı ve işsizlik durumu, nafaka hesabında göz önüne alınan önemli bir kriterdir. Çalışabilecek durumda olan ancak işi olmayan bir eşin potansiyel geliri hesaplamalarda dikkate alınır. Hakim, tarafların gerçek iş bulma olasılığını, mesleki yeterliliğini inceler ve ona göre bir takdirde bulunur.

Nafaka hesaplaması, tüm bu kriterlerin bir bütün olarak değerlendirilmesiyle gerçekleştirilir. Her durum özeldir ve mahkeme, hem adalet duygusunu hem de sosyal gerçekleri gözeterek karar verir.

Maaşa ve Gelire Göre Nafaka Hesaplama

Nafaka hesaplamasında maaş ve gelir düzeyi çok önemlidir. Hakim, tarafların gelir durumunu ve hayat standartlarını dikkate alarak nafaka miktarına karar verir. Genel olarak mahkemeler, gelir seviyesi arttıkça nafaka tutarının da orantılı olarak arttığını belirtmektedir.

Asgari Ücretliye Göre Nafaka

Asgari ücretli bir kişinin ödeyeceği nafaka miktarı, çoğunlukla gelirinin %15 ila %25’i arasında değişmektedir. 2025 yılı itibariyle asgari ücret yaklaşık olarak 17.000-18.000 TL civarındadır. Buna göre bir asgari ücretli;

  • Eş için ödenecek yoksulluk nafakası genellikle 2.500 TL ila 3.500 TL arasında değişmektedir.
  • Çocuk varsa ve iştirak nafakası söz konusuysa, çocuğun sayısına ve ihtiyaçlarına göre 2.000 TL’den başlayıp 3.500 TL’ye kadar yükselebilir.

Hakimin takdirine bağlı olarak; çocukların yaşı, sağlık durumu, eğitim giderleri gibi noktalar dikkate alınır ve nafaka miktarı buna göre artırılabilir veya azaltılabilir. Eğer eş de çalışıyorsa, genellikle hesaplanan nafaka tutarı daha düşük olur.

Yüksek Gelirliye Göre Nafaka

Yüksek gelirli çalışan veya işverenler için nafaka oranı net gelirlerinin yüzde 15 ila 25’i arasında değişir. Ancak toptan bir oran vermek yerine tarafların yaşam standardı, sosyal yaşamı ve mevcut ekonomik koşulları göz önünde bulundurulur. 2025 yılı itibariyle örneğin 40.000 TL maaş alan bir kişinin:

  • Eş için nafaka ödemesi (yoksulluk nafakası) günlük uygulamalarda 6.000 TL ila 10.000 TL arasında olabilir.
  • İştirak nafakası ise çocuğun sayısına göre artar; tek çocuk için genellikle 4.000-7.000 TL, iki çocukta bu rakam 8.000-14.000 TL’ye kadar ulaşabilir.

Gelir arttıkça sadece tutar yükselmez, aynı zamanda nafaka alan kişinin yaşam tarzı da göz önüne alınarak hesaplama yapılır. Örneğin velayet sahibi ebeveynin çalışmaması, çocuğun özel okulda okuması veya özel ihtiyaçları olması durumunda nafaka miktarı üst sınırdan belirlenebilir.

Maaşlara Göre Örnek Nafaka Tabloları (TL ile Oranlar)

Hakimlerin ve uygulamanın sıkça başvurduğu bir oran tablosu aşağıdaki gibi oluşturulabilir:

Aylık Net Gelir Tek Çocuk İçin İştirak Nafakası Eş İçin Yoksulluk Nafakası Nafaka Oran Aralığı
10.000 TL 1.500 – 2.500 TL 1.500 – 2.500 TL %15 – %25
20.000 TL 3.000 – 5.000 TL 3.000 – 5.000 TL %15 – %25
30.000 TL 4.500 – 7.500 TL 4.500 – 7.500 TL %15 – %25
40.000 TL 6.000 – 10.000 TL 6.000 – 10.000 TL %15 – %25
50.000 TL 7.500 – 12.500 TL 7.500 – 12.500 TL %15 – %25

Tablodaki oranlar genel uygulama oranları olup, mahkeme kararı ve tarafların özel koşullarıyla farklılık gösterebilir. Hakim, nafaka tespitinde gelir dışında; tarafların borç durumu, yaşam koşulları, çocukların özel ihtiyaçlarını da göz önünde bulundurur.

Bu bilgiler 2024 ve 2025 yılı güncel nafaka oranları ve uygulamalarına göre hazırlanmıştır. Hesaplamada mutlaka güncel net maaş dikkate alınmalıdır. Her dava özelinde mahkeme farklı miktarlar takdir edebilir.

Kanuni Düzenlemeler (TMK Maddeleri)

İştirak nafakası için en önemli yasal dayanaklar Türk Medeni Kanunu (TMK) maddeleridir. Özellikle TMK 182/2, TMK 329 ve TMK 330 maddeleri, iştirak nafakası ve hesaplanmasını açıkça düzenler. TMK madde 182/2’ye göre, boşanma halinde çocuğun velayeti kendisine bırakılmayan ebeveyn, çocuğun bakım ve eğitim giderlerine gücü oranında katılmak zorundadır. TMK madde 329 ise ana ve babanın, çocuğun bakım ve eğitim giderlerini karşılamakla yükümlü olduğunu, bu yükümlüğün boşanmadan sonra da devam edeceğini belirtir. TMK madde 330 ise, mahkemenin nafaka miktarını çocuğun yaşına, ihtiyaçlarına ve ebeveynlerin yaşam koşullarına göre belirleyeceğini ifade eder. Kısacası, iştirak nafakasında temel ölçüt çocuğun yararıdır ve kanun bu konuyu titizlikle ele alır.

Çocuğun Bakımı ve Eğitimi için Giderler

Çocuğun bakımı ve eğitimi için yapılan giderler, iştirak nafakası hesaplamasında kilit rol oynar. Bu giderler arasında barınma (kira, ortak yaşam alanı), gıda, giyim, sağlık harcamaları, ulaşım, okul masrafları (servis, kantin, kitap, kırtasiye), kişisel gelişim kursları, özel dersler ve ilave eğitim ücretleri bulunur. Hatta çocuğun psikolojik ve sosyal gelişimini destekleyen harcamalar dahi dikkate alınır. Mahkemeler, nafaka miktarını belirlerken bu giderlerin tutarını, ailenin eski yaşam standardını ve çocuğun alıştığı hayatı sürdürmesini temel alır. Genellikle esas alınan kalemler şunlardır:

  • Barınma (kira payı, elektrik, su)
  • Gıda (temel beslenme giderleri)
  • Giyim (mevsimlik kıyafetler)
  • Eğitim (okul, dershane, özel ders)
  • Sağlık (ilaç, tedavi, rutin kontroller)
  • Sosyal aktiviteler (kurs, spor, sanat)

Mahkeme bu giderleri mümkün olduğunca somut ve belgeli şekilde inceler; kanıtlanan harcamalar nafaka miktarına doğrudan etki eder.

Nafakanın Velayeti Olmayan Ebeveyn Açısından Hesaplanması

İştirak nafakası velayeti olmayan ebeveyn için kritik bir finansal sorumluluktur. Boşanma sonrası çocuğun velayeti hangi ebeveynde ise, iştirak nafakası esas olarak velayet hakkı sahibi olmayan, yani çocuğun doğrudan yanında yaşamayan ebeveyn tarafından ödenir. Burada hesaplama yapılırken, nafaka yükümlüsünün gelir düzeyi, ekonomik kapasitesi ve mevcut yaşam koşulları göz önünde bulundurulur. Ayrıca, çocuğun ihtiyaçları ile bu ebeveynin ekonomik durumu karşılaştırılarak, adaletli bir tutar belirlenir.

Hakim, nafakanın aylık tutarını belirlerken, velayet sahibi ebeveynin ekonomik katkısını da göz önünde bulundurur ve genellikle tarafların gelir oranına göre “gücü oranında katkı” prensibi uygulanır. Yani, çocuk için harcanan toplam giderin bir kısmını velayet sahibi ebeveyn karşılar; kalan kısım ise diğer ebeveynden iştirak nafakası olarak talep edilir.

Sonuç olarak, iştirak nafakası hem çocuğun refahının korunmasını hem de boşanma sonrası ebeveyn sorumluluğunun dengeli dağılmasını sağlar. Her aileye, çocuğun yaşına, ihtiyaçlarına ve ebeveynlerin gelir durumuna göre mahkeme tarafından ayrı ayrı hesaplanır ve belirlenir.

Hakimin Değerlendirmesi

Yoksulluk nafakası hakimin takdirine bağlı olarak belirlenir. Hakim, yoksulluk nafakası hesaplaması yaparken tarafların ekonomik ve sosyal durumlarını inceleyerek karar verir. Boşanma sonrası maddi olarak zor duruma düşecek veya yaşam standardı ciddi şekilde düşecek olan taraf bu nafakayı talep edebilir. Hakim, başta tarafların gelir ve gider durumunu, yaşam koşullarını, medeni halleri ve hatta bazı durumlarda kusur oranlarını dahi dikkate alır. Her dava kendi şartlarında, olayın detaylarına göre değerlendirilir ve yoksulluk nafakası miktarı bu doğrultuda tespit edilir. Sabit bir formül veya oran bulunmamakla birlikte, hakimin takdir yetkisi çok geniştir. Gerekirse bilirkişi raporlarından veya tanıklardan da yararlanabilir.

Şartları ve Hesaplama Yöntemi

Yoksulluk nafakası alınabilmesi için birkaç temel şart aranır. İlk olarak, nafaka talep eden kişinin boşanma nedeniyle yoksulluğa düşecek durumda olması gerekir. Yani, boşandıktan sonra asgari geçim şartlarını karşılayamayacak olan taraf yoksulluk nafakası isteyebilir. Bir diğer önemli şart ise, nafaka isteyen eşin boşanmadaki kusurunun diğerinden daha ağır olmamasıdır. Eğer talep eden taraf daha ağır kusurluysa, mahkeme yoksulluk nafakası talebini reddedebilir.

Hesaplamada; tarafların gelirleri, yaşam giderleri, mevcut mal varlıkları ve olası gelir imkanları kıyaslanır. Hakim, nafaka ödeyecek kişinin toparlanmayacak derecede zorlanmayacağı, ancak alacaklı için de insanca yaşamı sürdürecek bir miktarı belirlemeye çalışır. En güncel uygulamada, geliri olmayan bir eş için genellikle öbür eşin maaşının yüzde 15-30’u arası bir oran baz alınabilir. Ancak bu sabit değildir ve gelir, gider, yaş, sağlık, çocuklu olup olmama gibi pek çok etken dikkate alınır.

Yoksulluk Nafakasının Azaltılması ve Artırılması

Yoksulluk nafakası bağlandıktan sonra koşullarda ciddi değişiklikler olursa, nafaka miktarı azaltılabilir veya artırılabilir. Eğer nafaka alan kişinin geliri artarsa, yeniden bir iş bulursa veya başka ek gelir kaynaklarına sahip olursa, nafaka ödeyen taraf mahkemeye başvurarak nafakanın düşürülmesini talep edebilir. Aynı şekilde, ödeyicinin maaşı önemli ölçüde azalırsa ya da yeni bir aile kurarsa bu da bir indirim sebebidir.

Tersine, enflasyon, hayat pahalılığı, nafaka alan tarafın sağlık giderlerinin artması gibi durumlarda ise nafakanın artırılması için dava açılabilir. Bu tür bir davada da yine mahkeme, her iki tarafın son ekonomik ve sosyal durumunu detaylıca inceleyerek karar verir. Ayrıca nafakanın artırılması ya da azaltılması davasında, genellikle son bir yıl içindeki değişiklikler, belgeler ve resmi evraklarla desteklenmelidir.

Kısacası yoksulluk nafakası, koşullarla birlikte artabilen veya azalabilen bir ödemedir. Bu değişiklikler için her zaman mahkeme kararı gereklidir ve yeni koşulların ispatı zorunludur.

Nafaka Artış Oranı ve Hesaplama

Nafaka artış oranı ve hesaplama konusu, nafaka alacaklıları ve ödeyenleri için oldukça önemli ve sıkça merak edilen bir detaydır. Türkiye’de nafaka miktarı her yıl otomatik olarak artmaz; bu konuda genellikle mahkeme kararıyla ya da tarafların anlaşmasıyla belli bir artış oranı belirlenir. Özellikle enflasyonun etkili olduğu dönemlerde, nafakanın alım gücünün korunması için artış yapılması gerekir. Peki nafaka artışı nasıl olur ve hangi göstergeler kullanılır?

Tüfe / Üfe Artışları Kullanımı

Tüfe ve Üfe artışları nafaka artışı konusunda çok sık kullanılır. “Tüfe” (Tüketici Fiyat Endeksi), vatandaşların günlük hayatta satın aldığı ürünler ve hizmetlerdeki fiyat değişimlerini gösterir. “Üfe” (Üretici Fiyat Endeksi) ise üretici firmaların sattığı ürünlerin fiyatlarındaki değişimi ortaya koyar. Nafaka artışında genellikle Tüfe dikkate alınır, çünkü tüketici için gerçek hayat pahalılığını daha doğrudan yansıtır.

Mahkemeler çoğunlukla yıllık nafaka artışı oranı için “her yıl Tüfe oranında arttırılır” şeklinde bir hüküm verir. Yani, içinde bulunulan yılın Tüfe oranı açıklanınca, mevcut nafaka tutarı bu oran kadar artırılır. Örneğin; yıllık Tüfe artışı %50 olarak açıklanırsa, mevcut nafaka %50 oranında yükselir. Üfe ise daha seyrek tercih edilir, genellikle ticari davalarda ve ticaretle alakalı nafaka türlerinde dikkate alınabilir.

Nafaka artışı için ayrıca taraflar başka herhangi bir oran üzerinde de anlaşabilirler. Ancak uygulamada en çok Tüfe oranı ile artırımlı nafaka kararı verilir.

Yıllık Arttırım Örnekleri

Yıllık arttırım örnekleriyle bu konuyu netleştirebiliriz. Diyelim ki mahkeme kararında “her yıl Ocak ayında Türkiye İstatistik Kurumu’nun yıllık açıklamış olduğu Tüfe oranı dikkate alınarak nafaka artırılır” ibaresi var.

Örneğin;

  • 2024 yılında nafaka: 3.000 TL
  • 2025 yılı Tüfe oranı: %55

Bu durumda yeni yılın nafakası şöyle hesaplanır:

  • 3.000 x %55 = 1.650 TL
  • Yeni nafaka: 3.000 + 1.650 = 4.650 TL

Her yıl aynı yöntemle yeni oranlar üzerinden artırıma gidilir. Eğer mahkeme kararında yıllık belirli bir sabit artış oranı (örneğin %20) yazılıysa, Tüfe açıklamasına bakılmaksızın doğrudan belirlenen oran üzerinden artış yapılır.

Özetle, yıllık nafaka artışlarınızın nasıl ve hangi oranlarla yapılacağını en iyi kendi mahkeme kararınıza bakarak öğrenebilirsiniz. Kararlarda ekseriyetle “Tüfe oranında artırılır” ifadesiyle karşılaşılır. Eğer yıllık artış yapılmaz veya düşük bırakılırsa, nafakanın alım gücü her geçen sene azalabilir. Bu tür durumlarda nafaka artışı için ayrıca dava açmak mümkündür.

Nafaka artışının sağlıklı olması için mahkeme kararında ya da anlaşmada net bir artış oranı belirlenmesi her iki tarafın da mağdur olmaması açısından büyük önem taşır.

Nafaka Suresi ve Sona Erme Halleri

Tedbir Nafakasının Sona Ermesi

Tedbir nafakası, boşanma davası süresince veya ayrılık davası devam ederken geçici olarak bağlanır. Tedbir nafakasının sona ermesi için en yaygın durum, boşanma veya ayrılık davasının karara bağlanmasıdır. Mahkeme kararı kesinleştiğinde tedbir nafakası hukuken sona erer ve yerine yoksulluk ya da iştirak nafakası kararı verilebilir. Ayrıca tedbir nafakasını gerektiren koşulların ortadan kalkması (örneğin tarafların tekrar birlikte yaşamaya başlaması) da nafakanın sona ermesine yol açar. Tedbir nafakası, sadece dava süresince koruyucu bir önlem olarak görülür. Davanın reddi halinde de tedbir nafakası son bulur. Kısacası, tedbir nafakası geçici nitelikte olup, dava sona erdiğinde otomatik olarak biter.

İştirak Nafakasının Sona Ermesi

İştirak nafakası, boşanma sonrası çocuğun bakımı, eğitimi ve diğer giderlerinin karşılanması için hükmedilir. İştirak nafakasının sona ermesi genellikle çocuğun reşit olması ile gerçekleşir. Türkiye’de çocuk 18 yaşını doldurduğunda iştirak nafakası kendiliğinden sona erer. Ancak çocuk 18 yaşını doldursa bile üniversite eğitimi devam ediyorsa ve kendi geçimini sağlayamıyorsa, mahkeme kararı ile nafaka devam edebilir. Evlat edinmenin hükümsüz olması, çocuğun vefat etmesi ya da nafakanın ödenmesi için dayanak olan şartların ortadan kalkması gibi durumlar da nafakayı sona erdirir. Ayrıca çocuğun evlenmesi ya da kendi gelirini elde etmesi gibi hâllerde de iştirak nafakası sona erebilir.

Yoksulluk Nafakasının Sona Ermesi

Yoksulluk nafakası, boşanma sonrası yoksulluğa düşen eş lehine hükmedilir. Yoksulluk nafakasının sona ermesi, nafaka alan eşin yeniden evlenmesi, taraflardan birinin ölümü veya nafaka alan kişinin evliymiş gibi birlikte yaşaması (fiili birliktelik) halinde gerçekleşir. Ayrıca sosyal ve ekonomik koşullarda önemli değişiklikler olursa, mahkemeye başvurarak yoksulluk nafakasının kaldırılması veya değiştirilmesi talep edilebilir. Nafaka alan kişinin yoksulluğunun sona ermesi, düzenli bir gelire kavuşması veya miras yoluyla maddi olarak rahatlaması hâllerinde de nafaka kaldırılabilir. Mahkeme, somut olayları değerlendirerek sona erme kararını verir.

Böylelikle, nafaka türlerinin her birinin sona erme halleri farklı yasal şartlara bağlıdır ve süreleri değişiklik gösterir. Nafaka konusu, tarafların hak kaybına uğramaması açısından titizlikle takip edilmelidir.

Nafaka Alacaklarının Tahsili

Nafaka alacaklarının tahsili konusu, son yıllarda sıklıkla karşılaşılan bir hukuki süreçtir. Nafaka borcunun ödenmemesi halinde, nafaka alacaklısı, yani nafaka alan taraf (genellikle eski eş veya çocuk(lar)ın velayetine sahip ebeveyn), ödenmeyen nafaka borcunun tahsili için icra dairesine başvurarak icra takibi başlatabilir. Bu başvuruda, mahkeme kararı ile hükmedilmiş aylık ödenmesi gereken nafakanın ödenmediği belgelenir ve alacak için ödemesi yönünde borçluya icra ödeme emri göndermesi talep edilir.

Nafaka türüne (tedbir, yoksulluk ya da iştirak nafakası gibi) bakılmaksızın, icra takibi başlatmak için ödenmeyen veya birikmiş olan nafaka borcu bulunması yeterlidir. İcra takibi başlatıldığında, borçluya ödeme emri gönderilir ve bu ödeme emri genellikle borçluya tebliğ edildiği tarihten itibaren 7 gün içinde nafaka borcunun (ve birikmiş nafaka varsa geçmişe dönük tüm borcun) ödenmesi beklenir.

Bu süre sonunda herhangi bir ödeme yapılmazsa, alacaklı isterse borçlunun maaşına, taşınır ve taşınmaz mallarına, banka hesaplarına haciz işlemi başlatabilir. Nafaka borcu, diğer borçlara göre öncelikli alacak türüdür; örneğin maaş hacizlerinde nafaka alacağı direkt kesilebilir ve diğer haciz taleplerinin önüne geçer. Alacaklı isterse geçmişe dönük birikmiş nafaka için de haciz isteyebilir.

İcra takibi ve haciz süreçleriyle ilgili olarak

  • Nafaka borcu 10 yıl boyunca zamanaşımına tabidir, bu süre içinde tahsil için başvuru yapılabilir.
  • Birikmiş ve güncel nafaka alacağı aynı anda tahsil edilebilir.
  • İcra takibinde, borçlunun itiraz hakkı sınırlıdır çünkü nafaka bir mahkeme kararı ile kesinleşmiştir.
  • Borçlu, ödemediği her ay için birikmiş nafaka yükümlülüğü altına girer ve haciz işlemleri bu borcun tamamı için yürütülür.

Haciz ve Tazyik Hapsi

Nafaka borcunun ödenmemesi durumunda sadece haciz işlemi yeterli kalmazsa, İcra ve İflas Kanunu’nun 344. maddesi uyarınca bir başka yaptırım olan tazyik hapsi devreye girer. Bu, nafaka borçlusuna karşı uygulanan ciddi bir ceza yaptırımıdır ve doğrudan nafakayı ödeyemeyen kişiyi hedef alır.

İcra takibi başlatıldıktan sonra borçlu borcunu ödemez ve haciz işlemi de sonuçsuz kalırsa, nafaka alacaklısı icra ceza mahkemesine şikayette bulunarak nafaka borçlusu hakkında tazyik hapsi talep edebilir. Mahkeme, şikayeti haklı bulursa borçlu hakkında 3 aya kadar tazyik hapsi cezası verebilir. Bu ceza ancak nafaka borcu ödenirse sona erer ve borçlu tahliye edilir. Tazyik hapsi nafaka borcun tahsilini sağlamak için uygulanan bir zorlayıcı yaptırımdır, borcun ödenmesi halinde hapis cezası da kalkar.

Burada dikkat edilmesi gerekenler:

  • Tazyik hapsi nafaka borcunu ortadan kaldırmaz. Yani hapis yatılsa bile borç aynen devam eder.
  • Nafaka hapsi, sadece aylık olarak ödenmesi gereken nafakalar için uygulanır. Toplu birikmiş nafaka için hapis uygulanmaz.
  • Tazyik hapsi cezası, sosyal devlet anlayışının bir gereği olarak nafaka alacaklısının hakkının korunmasına yöneliktir.
  • Uygulamada, sıkça karşılaşılan maaş haczi, banka haczi veya tazyik hapsi gibi işlemlerde nafaka öncelikli alacak olarak değerlendirilir.
  • Tazyik hapsine rağmen ödememe devam ederse, alacaklı tekrar tazyik hapsi talebinde bulunabilir.

Sonuç olarak, nafaka borçlusunun en kısa sürede borcunu ödemesi, hem haciz işlemlerinden hem de tazyik hapsi gibi özgürlüğü kısıtlayıcı yaptırımlardan korunmak için büyük önem taşır. Nafaka alacaklısı ise hakkını aramak için icra ve ceza mahkemelerine başvurma hakkına sahiptir.

Sıkça Sorulan Sorular

Nafaka Ne Zaman Sona Erer?

Nafaka ne zaman sona erer sorusu, boşanma ve ayrılık sonrası en çok merak edilen konulardan biridir. Nafakanın sona ermesi; nafakanın türüne, nafaka alan kişinin durumuna ve mahkeme kararına bağlıdır. Örneğin, tedbir nafakası boşanma davası sonuçlanıncaya kadar devam eder ve dava bittiğinde otomatik olarak sona erer. Yoksulluk nafakası ise nafaka alan kişinin evlenmesi, iki tarafın da ölmesi ya da nafaka alanın yoksulluktan kurtulmasıyla sona erer. İştirak nafakası ise genellikle çocuk reşit olana, yani 18 yaşına gelene kadar devam eder. Eğer çocuk 18 yaşından sonra eğitimi devam ediyorsa, mahkemeye başvurarak nafaka süresi uzatılabilir. Ayrıca, mahkeme kararı ile de nafaka kaldırılabilir veya sona erdirilebilir.

İşsiz Olan Nafaka Öder mi?

İşsiz olan nafaka öder mi sorusu, özellikle nafaka yükümlüsü olan ve geliri olmayan kişiler tarafından sıklıkla soruluyor. Türk Medeni Kanunu’na göre, nafaka yükümlüsünün işsiz olması otomatik olarak nafaka ödemesini ortadan kaldırmaz. Mahkeme, işsiz kişinin potansiyel çalışma kapasitesini, önceki mesleğini, iş bulma olasılığını ve yaşam standartlarını dikkate alır. Eğer nafaka ödeyen kişi işsiz kalırsa, mahkemeye başvurarak nafakanın azaltılması veya kaldırılması talebinde bulunabilir. Ancak, mevcut nafaka kararı olduğu sürece işsiz dahi olsa nafakayı ödemesi gerekir. Ödemezse, icra takibine maruz kalabilir hatta tazyik hapsiyle karşılaşabilir.

Nafaka Rakamı Sonradan Değişebilir mi?

Nafaka rakamı sonradan değişebilir mi, yani artırılabilir veya azaltılabilir mi sorusu çok sık gündeme gelir. Evet, nafaka miktarı mahkeme kararıyla sonradan değiştirilebilir. Türk Medeni Kanunu’na göre, nafaka ödeyen ya da alan kişinin ekonomik koşullarında önemli değişiklikler meydana gelirse, yani iş kaybı, gelir artışı, borçlarda artış veya yeni bir iş bulunması gibi durumlarda, ilgili taraflar nafaka miktarının uyarlanmasını talep edebilirler. Mahkemeye başvuru yapılması ve değişikliğin ispatlanması gerekir. Mahkeme, yeni duruma göre nafakanın artırılmasına, azaltılmasına veya tamamen kaldırılmasına karar verebilir.

Çocuk Nafakası Kaç Yaşına Kadar Devam Eder?

Çocuk nafakası kaç yaşına kadar devam eder, özellikle ayrılık sonrası ebeveynlerin en çok sorduğu sorulardan biridir. Çocuk için ödenen iştirak nafakası, çocuk 18 yaşına yani reşit olana kadar ödenir. Ancak, çocuk 18 yaşından sonra eğitimine devam ediyorsa (örneğin üniversite eğitimi), ihtiyaçlarını karşılamak için mahkemeden talep edilmesi halinde nafaka desteği uzatılabilir. Ayrıca, çocuk eğer kendi geçimini temin edebilecek duruma gelirse, mahkeme kararıyla nafaka sona erebilir. Özetle, nafakanın devam süresi çocuğun yaşı, eğitimi, çalışma durumu ve mahkeme kararına bağlıdır.

Örnek Hesaplamalar

Farklı Gelir Gruplarına Göre Hesaplama Senaryoları

Farklı gelir gruplarına göre nafaka hesaplaması yapmak isteyenler için örneklerle açıklama vermek önemlidir. Genellikle Türkiye’de nafaka miktarı, tarafların maddi imkânları ve ihtiyaçları göz önüne alınarak belirlenir. Hakim, tarafın maaşına, çocuk varsa sayısına veya diğer özel durumlara göre karar verir.

  1. Asgari Ücretle Çalışan İçin Nafaka Hesaplaması:
    Asgari ücretli biri için genellikle iştirak nafakası (çocuk için) kişi başı ortalama %15-25 arası, yoksulluk nafakası ise %10-20 arası belirlenebilir. Örneğin 2025’te asgari ücret 17.000 TL ise:
  • 1 çocuk için iştirak nafakası: 2.500 TL – 4.000 TL arası
  • Eş için yoksulluk nafakası: 1.500 TL – 3.500 TL arası
  • Toplamda: 4.000 TL – 7.500 TL arası bir toplam nafaka gündeme gelebilir.
  1. Orta Gelirli (Örneğin 35.000 TL Maaşlı) İçin Hesaplama:
    Aylık 35.000 TL geliri olan bir kişi için, çocuk sayısı ve eşin gelir durumuna göre oranlar yükseltilebilir.
  • 1 çocuk için iştirak nafakası: 5.500 TL – 8.000 TL arası
  • Eş için yoksulluk nafakası: 5.000 TL – 7.000 TL arası
  • Toplam: 10.500 TL – 15.000 TL arasında olabilir.
  1. Yüksek Gelirli (Örneğin 80.000 TL veya üstü Gelirli) İçin Hesaplama:
    Gelir yükseldikçe nafaka miktarı artar ama çocuğun temel ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde makul kalır.
  • 1 çocuk için iştirak nafakası: 10.000 TL – 17.000 TL arası
  • Eş için yoksulluk nafakası: 10.000 TL – 15.000 TL arası
  • Toplam: 20.000 TL – 32.000 TL arası bir rakam gündeme gelebilir.

Not:
Bu rakamlar yaklaşık değerlerdir ve mahkemenin takdirine göre değişebilir. Hakim, tarafların mevcut durumunu, yaşam standartlarını ve çocukların özel ihtiyaçlarını dikkate alır.


Dava Dilekçesi Örneği

Nafaka talebiyle mahkemeye başvuracak kişiler için örnek bir dava dilekçesi büyük kolaylık sağlar. Aşağıda, hem iştirak hem de yoksulluk nafakası talebi için sadeleştirilmiş bir dilekçe örneği yer almaktadır.

T.C. … AİLE MAHKEMESİNE

DAVACI:
Adı Soyadı:
T.C. Kimlik No:
Adres:

DAVALI:
Adı Soyadı:
Adres:

KONU:
Boşanma davası ile birlikte iştirak ve yoksulluk nafakası talebimizden ibarettir.

AÇIKLAMALAR:

  1. Taraflar … yıldır evlidir. Evliliklerinden … doğumlu bir çocukları vardır.
  2. Evlilik birliği davalının kusurlu davranışı nedeniyle temelinden sarsılmıştır. Tarafların boşanması gerekmektedir.
  3. Çocuğun bakımı için maddi destek gerekmektedir. Ayrıca, davacı nitelikli iş bulamamış olup yoksulluk tehlikesi içindedir.

HUKUKİ SEBEPLER:
TMK, HMK ve ilgili mevzuat

DELİLLER:
Nüfus kayıt örneği, maaş bordroları, tanık beyanları, diğer belgeler

SONUÇ VE İSTEM:
Yukarıda açıklanan nedenlerle;

  • Boşanma kararı verilmesini,
  • Çocuk için aylık … TL iştirak nafakasının,
  • Davacı için aylık … TL yoksulluk nafakasının davalıdan alınmasına,
  • Yargılama giderlerinin karşı tarafa yüklenmesine karar verilmesini arz ve talep ederim.

Tarih
İsim — İmza

Bu örnek, kişisel bilgilere ve duruma göre düzenlenmelidir. Hazırlık aşamasında bir avukattan destek almak her zaman daha güvenli olacaktır.

Sonuç ve Özet

Sonuç olarak, nafaka kavramı, hem boşanma sürecinde hem de sonrasında tarafların ekonomik olarak ciddi mağduriyetler yaşamaması adına Türk Medeni Kanunu’nda detaylı olarak düzenlenmiştir. Nafakanın tanımı ve türleri incelendiğinde; tedbir nafakası, yoksulluk nafakası, iştirak nafakası ve yardım nafakası olmak üzere dört temel başlık altında toplandığı görülüyor. Her bir nafaka türünün şartları ve verilme amacı farklıdır.

Tedbir nafakası, boşanma davası devam ederken geçici koruma sağlamak için ödenir. Yoksulluk nafakası, boşanma sonucu yoksulluğa düşecek tarafa verilerek yaşamını sürdürebilmesine olanak tanır. İştirak nafakası ise çocukların bakım ve eğitim giderlerine katkı amacıyla velayeti olmayan ebeveynden alınır. Yardım nafakası da kanunen bakmakla yükümlü olunan yakınların zor durumda kalması halinde söz konusu olur.

Nafakanın hesaplanmasında, tarafların gelirleri, çocukların sayısı, temel yaşam giderleri, kusur durumu ve tarafların iş bulabilme yetenekleri gibi ölçütler dikkate alınır. Hakim, dosya kapsamına göre adil ve makul bir miktar belirler. Nafaka tutarı, asgari ücretten yüksek gelirlere kadar farklılık gösterebileceği gibi, yıllık olarak TÜFE veya ÜFE oranlarında artırılabilmektedir.

Nafakanın süresi ve sona erme halleri ise her tür için farklıdır; iştirak nafakası çocuğun reşit olması, tedbir nafakası ise davanın sonuçlanmasıyla birlikte sona erer. Nafaka borcunun ödenmemesi halinde ise icra takibi başlatılabilir ve ödemeyen borçluya haciz ya da tazyik hapsi uygulanabilir.

Özetle, nafaka düzenlemeleri, toplumda adaletin ve sosyal dengenin sağlanmasına yardımcı olan önemli bir hukuki korumadır. Nafaka hakkında daha fazla bilgi almak veya kendi durumunuza özel nafaka miktarı ile ilgili danışmanlık almak isterseniz, bir aile hukuku avukatından profesyonel destek almanız tavsiye edilir. Unutmayın, her olay kendi özel koşulları ile değerlendirilir ve nafakaya ilişkin haklarınız kanunlarla güvence altındadır.

Boşanma Davasında Müşterek Konutun Tahsisi, Boşanma Davası Boyunca Evde Hangi Eş Oturur?

Boşanma davasında müşterek konutun tahsisi, evlilik birliği sona erdirilirken tarafların ve varsa çocukların yaşam standartlarının korunması amacıyla alınan önemli bir önlemdir. Boşanma sürecinde, müşterek konutun hangi eşin kullanımına bırakılacağı, mahkeme tarafından tarafların ekonomik durumu, çocukların yaşı ve sosyal durumlar göz önünde bulundurularak belirlenir. 🌟

Boşanma davası boyunca evde hangi eşin oturacağı ise genellikle mahkeme kararıyla belirlenir. Hakim, dava süresince ailenin ve çocukların mağduriyet yaşamaması için konutun eşlerden birine tahsis edilmesine karar verebilir. Özellikle, çocukların velayeti verilecekse, onların bakımını üstlenen eşin konutu kullanmasına izin verilmesi yaygındır.

Sonuç olarak, boşanma davasında müşterek konut tahsisi, taraflar arasında var olan anlaşmazlıklara çözüm getirmekte ve dava sürecinin daha adil bir şekilde yürütülmesini sağlamaktadır. Bu sürecin detayları, hukuki danışmanlık alarak netleştirilebilir.

Müşterek Konut Nedir?

Müşterek konut, evlilik veya benzeri bir birliktelik sırasında aile bireylerinin beraber hayatlarını sürdürdükleri ortak yaşam alanıdır. Türk hukukunda ve özellikle aile hukuku kapsamında müşterek konut konusu önemli bir yere sahiptir. Çünkü bu konut, sadece barınılan bir yer olmanın ötesinde, ailenin huzurunu, düzenini ve birliğini temsil eden yasal bir kavramdır. Aile bireylerinin haklarının korunmasında müşterek konutun mevzuatlarla özel olarak düzenlenmesi, boşanma ve ayrılık süreçlerinde birçok sorunun önüne geçmek için gereklidir.

Aile Konutu Tanımı

Aile konutu tanımı, 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu’nda açıkça yer almaktadır. Aile konutu, eşlerin birlikte yaşamlarını sürdürdüğü, ailenin merkezi kabul edilen ve günlük hayatın geçtiği yer anlamına gelir. Burada önemli olan, konutun fiilen eşler ve varsa çocukların ortak yaşam alanı olarak kullanılıyor olmasıdır. Bir ev, sadece tapuda kayıtlı olmakla ya da eşlerden birinin adına olmasıyla kendiliğinden aile konutu sayılmaz. Eşlerin gerçek anlamda orada beraber yaşaması gerekir. Örneğin yazlık evler ya da sadece kısa süreli kalınan başka bir ev genellikle aile konutu olarak değerlendirilmez. Aile konutu tanımı, tarafların barınma, güvenlik ve ailenin devamı için kullandığı temel yaşam alanını ifade eder.

Mülkiyet ve Kira Durumları

Mülkiyet ve kira durumları açısından aile konutu kavramı hem eşlerden birine ait olabilir hem de kiralanmış olabilir. Aile konutu illa tapuda bir eşin adına olmak zorunda değildir. Eğer kiralık bir ev ise, kira sözleşmesinde sadece bir eşin ismi olsa bile, orası ailenin ortak konutu olarak kabul edilir. Mülkiyette ise; eşlerden biri kendi adına sahip olsa da, diğer eşin de üzerinde yasal hakları vardır. Ev sahibi olan eş, diğer eşin açık rızası olmadan evi satamaz, devredemez veya üzerinde ağır bir tasarrufta bulunamaz. Kira kontratlarında ise eşlerden biri kiracı değilse dahi, evde yaşayan diğer eş de hukuken koruma altındadır. Yani eşlerin barındığı her türlü konut, tapulu ya da kiralık fark etmeksizin aile konutu olarak belirlenebilir.

Aile Konutu Şerhi

Aile konutu şerhi, tapu kütüğüne konulan ve söz konusu taşınmazın aile konutu olduğunun resmen tescil edildiğini gösteren hukuki bir işarettir. Bu şerh, eşlerden biri tarafından tapu müdürlüğüne başvurularak konulabilir ve diğer eşin yazılı rızası olmadan ev üzerinde herhangi bir tasarruf işleminin yapılmasını engeller. Özellikle evi satmak, ipotek ettirmek gibi kritik işlemler için mutlaka her iki eşin onayı gerekir. Aile konutu şerhi koymak, evin eşlerden biri tarafından habersiz satılması, başkasına devri veya üzerinde başka tasarruf işlemleri yapılması riskine karşı güvence sağlar. Şerh olmadan yapılan işlemler, diğer eşin itirazı üzerine iptal edilebilir. Bu yüzden aile konutu şerhinin konulması, evli çiftlerin haklarını koruyan en etkili yöntemlerden biridir. Özellikle boşanma ya da ayrılık süreçlerinde, tarafların mağdur olmaması için aile konutu şerhinin sıkça tercih edildiğini görebiliriz.

Boşanma ve Ayrılık Davalarında Müşterek Konutun Tahsisi

Geçici Önlem Olarak Konutun Tahsisi

Boşanma ya da ayrılık davalarında müşterek konutun tahsisi, sürecin devamı boyunca aile bireylerinin mağdur olmaması için bir geçici önlem olarak uygulanabilir. Bu sayede mahkeme, eşlerden birinin diğerini evden çıkarması, zor durumda bırakması ya da evin kullanımından mahrum etmesi gibi olumsuzlukların önüne geçer. Geçici tahsis kararı genellikle dava sonuçlanana kadar geçerlidir ve tarafların korunması, özellikle çocukların barınması için büyük önem taşır.

Mahkemeye Başvuru ve Talep Usulü

Müşterek konutun tahsisi için başvuru yapmak isteyen taraf, aile mahkemesine yazılı bir dilekçe ile talepte bulunmalıdır. Talepte, müşterek konutun açık adresi, ailenin barınma ihtiyaçları ve tahsis talebinin gerekçeleri yer almalıdır. Mahkeme, bu talebi dava açıldığı andan itibaren inceleyerek hızlıca karara bağlar. Genellikle delil olarak tapu kayıtları, kira sözleşmesi ve evde kimlerin yaşadığına dair bilgiler sunulur. Avukat aracılığıyla başvuru yapılması süreci hızlandırabilir ve daha sağlıklı sonuçlar alınmasını sağlar.

Hangi Davalarda Tahsis Talep Edilebilir?

Boşanma Davasında

Boşanma davası devam ederken, mahkeme müşterek konutun eşlerden birine tahsis edilmesine karar verebilir. Burada amaç, özellikle çocuklar ve ekonomik olarak daha zayıf durumdaki eşin mağdur olmasını engellemektir. Tahsis, çoğunlukla çocukların velayeti kendisine verilen veya evden ayrılması halinde ciddi mağduriyet yaşayacak olan eşe yapılır. Boşanma bitene kadar bu tahsis devam eder.

Ayrılık Davasında

Ayrılık davası sırasında da müşterek konutun tahsisi mümkündür. Yasalara göre, ayrılık sürecinde de taraflardan birinin konutta kalmaya devam etmesi gerekebilir. Ayrılık davası sonucunda barınma ihtiyacı belirgin olan eşe, mahkeme süreli veya dava sürecine kadar konutu kullanma hakkı tanıyabilir.

Uzaklaştırma Kararında

6284 sayılı Kanun kapsamında, şiddet mağduru eşin korunması için de müşterek konutun tahsisi hem hızlı hem de etkili bir önlem olarak uygulanabilir. Mahkeme veya kolluk kuvvetlerinin kararıyla şiddet uygulayan eş evden uzaklaştırılarak, mağdur eş ve çocuklara konutun tahsisi sağlanır. Bu karar en hızlı alınabilen uygulamalardan biridir ve doğrudan mağdurun güvenliğini hedefler.

Tahsis Talebinin Şartları

Tahsis talebinin kabul edilmesi için belirli şartların oluşması gerekir. En önemli şart, konutun “aile konutu” olması ve orada eşlerin birlikte yaşamış olmasıdır. Talepte bulunan eşin veya çocukların barınma, korunma ve ekonomik olarak ciddi bir zarara uğrama riski olup olmadığı da mahkemece değerlendirilir. Ayrıca tahsisin gerekliliği ayrıntılı biçimde açıklanmalı, varsa şiddet, tehdit veya ekonomik güçlükler belgelerle desteklenmelidir. Hakim, tarafların ve varsa çocukların yaşamsal ihtiyaçlarını ve güvenliğini dikkate alarak karar verir.

Bu nedenle müşterek konutun tahsisine dair talepler, özenli ve delillerle desteklenmiş şekilde yapılmalıdır. Avukat desteğiyle başvuru yapıldığında, başvuru süreci ve davanın başarılı sonuçlanma ihtimali artacaktır.

Tahsis Kararında Dikkate Alınan Kriterler

Ekonomik ve Sosyal Durumun Değerlendirilmesi

Tahsis kararında ekonomik ve sosyal durumun değerlendirilmesi, mahkemenin en çok dikkat ettiği kriterlerden biridir. Hakim, eşlerin gelir durumunu, sosyal statülerini, çalışma hayatlarını ve maddi imkânlarını ayrıntılı şekilde araştırır. Bu amaçla, sıklıkla “Sosyal Ekonomik Durum (SED) Raporu” hazırlanır. Rapor ile birlikte kişinin maaşı, ek gelirleri, sahip olduğu taşınmazlar veya diğer mal varlıkları incelenir.

Mahkeme kimi zaman ailede kimin daha çok korunmaya muhtaç olduğuna özellikle dikkat eder. Örneğin, çalışmayan, geliri olmayan veya ekonomik olarak zayıf durumda olan taraf lehine tahsis kararı verilmesi daha olasıdır. Ancak, sadece ekonomik durum belirleyici değildir; sosyal yaşantı, tarafların yaşam tarzı ve barınmaya olan gerçek ihtiyacı da göz önüne alınır.

Çocukların Velayet ve Yararının Gözetilmesi

Çocukların velayeti ve yararının gözetilmesi, aile konutunun tahsisinde neredeyse birincil öneme sahiptir. Uygulamada ve Yargıtay kararlarında da çoğunlukla görüldüğü gibi, müşterek çocukların velayeti kimdeyse, konutun o tarafa tahsis edilmesi büyük oranda beklenir. Buradaki amaç, çocukların mevcut hayat standartlarını ve psikolojik durumunu korumaktır.

Bir çocuğun okul durumu, sosyal çevresi, yakınındaki ebeveynle kalmasının önemi ve düzenli bir yaşam sürdürmesi için gereken koşullar, mahkemenin kararında etkili olur. Eğer çocukların yararı gerektiriyorsa, o konutta kalma ihtiyaçları öne çıkar. Ebeveynlerden biri başka yerde barınma imkânına sahip olsa dahi, çocukların menfaati ağır basıyorsa ev, çocuğun velayetini alan tarafa tahsis edilir.

Eşlerin Barınma İhtiyacının Tespiti

Eşlerin barınma ihtiyacının tespiti yapılırken, mahkeme her iki eşin de mevcut ve olası konut imkânlarını irdeler. Evlilik birliğinin sona erme sürecinde, hangi eşin başka bir yerde kolayca barınabileceği veya hâlihazırda ikamet edebileceği bir konutu olup olmadığı dikkate alınır. Eğer eşlerden biri başka bir evde rahatça yaşayabilecek durumda ise veya ailesiyle birlikte kalabilmekteyse, mahkeme müşterek konutun diğer eşe tahsisine yönelebilir.

Bu tespit subjektif değerlendirmelerden ziyade, dosyadaki belgeler ve sosyal inceleme raporları ile şekillenir. Eşlerin barınma ihtiyacı, zorunlu ve acil bir durumsa, bu eşin korunmasına öncelik verilir.

Kadına veya Erkeğe Tahsis Koşulları

Kadına veya erkeğe tahsis koşulları kesin kurallara bağlı değildir; mahkeme olay bazında karar verir. Toplumda yaygın olan “ev hep kadına tahsis edilir” algısı doğru değildir; Yargıtay kararları da bunu açıkça göstermektedir. Hakim, hangi tarafın korunmaya ve desteklenmeye daha fazla ihtiyacı olduğuna bakar.

Örneğin, küçük yaştaki çocukların velayeti annede ise ve anne ekonomik olarak zayıf bir durumda bulunuyorsa, aile konutunun kadına tahsis edilmesi genellik kazanır. Ancak, çocuğun velayeti babadaysa ve babanın barınma ihtiyacı daha fazla ise, mahkeme konutu erkeğe tahsis edebilir. Kişinin sağlık durumu, yaşı, yeni bir konut bulma ve ayakta kalma kabiliyeti gibi bir dizi faktör de karar üzerinde etkilidir.

Sonuç olarak, müşterek konutun tahsisi, başvuran kişinin cinsiyetinden çok ihtiyaç, çocukların yararı ve adalet ilkelerine göre belirlenir. Her olayda somut şartlara göre değerlendirme yapılır ve merak edilen tüm detaylar için uzman bir avukattan hukuki görüş almak faydalı olur.

Mahkeme Tarafından Alınan Kararların Uygulanması

Tahsis Kararının İcrası

Tahsis kararının icrası, mahkeme tarafından müşterek konutun eşlerden birine tahsis edilmesi şeklinde verilen karar üzerine başlar. Eğer diğer eş, bu tahsis kararına rağmen evden çıkmazsa, tahsis kararı bir icra takibine konu edilebilir. Müşterek konutun tahsisi kararı alan eş, icra müdürlüğüne başvurarak tahliye işlemini başlatabilir. Bu durumda genellikle polis yardımı da talep edilebilir ve karara aykırı davranan eş, kararın gereğini yerine getirmek zorundadır. Tahliye süreci, özellikle 6284 sayılı Kanun kapsamındaki koruma tedbirlerinde daha hızlı işleyebilir.

Konutun Kullanım Kuralları ve Sınırları

Müşterek konutun tahsis edilmesiyle birlikte, bu konut artık yalnızca tahsis edilen eş ve ona bağlı çocuklar tarafından kullanılabilir. Tahsis kararından sonra diğer eşin evde bulunma, eve girip çıkma veya herhangi bir kişisel eşya dışında kalan malları kullanma hakkı kalmaz. Tahsis edilen eş, konutta tek başına oturma hakkını kazanır; diğer eşin evde kalmaya devam etmesi, hukuka aykırı olur ve icra yoluyla tahliye süreci başlatılabilir.

Elektrik, su, doğalgaz gibi faturalar, genellikle evi kullanmaya devam eden eş tarafından ödenir. Ancak kararın içeriğine göre bu hususlar mahkemece değiştirilebilir. Tahsis edilen eşin konutu bir başkasına kiraya vermesi veya amacı dışında kullanması ise yasak olup, böyle bir durumda karar iptal edilebilir. Kural olarak, müşterek konutun tahsisi kullanım hakkı verir, mülkiyet hakkı vermez.

Mülkiyet Hakkına Etkisi ve Satış Durumu

Müşterek konutun tahsisiyle ilgili kararlar, taşınmazın mülkiyeti üzerinde herhangi bir hak değişikliğine yol açmaz. Yani konut ister bir eşin, ister her iki eşin üzerine kayıtlı olsun, tahsis kararı sadece kullanım hakkı tanır; evin maliki değişmez. Tahsis edilen konut, malik eş tarafından satılabilir, ancak üzerinde aile konutu şerhi varsa satış işlemi ciddi şekilde kısıtlanır. Satış durumunda yeni malik de tahsis hakkına uymak zorundadır. Tahsis edilen eş, bu karar nedeniyle evi “bedelsiz kullanır”, dilerse ileride evin ailesi için olduğuna dair tapuya şerh de koydurabilir.

Tahsis Kararının Sona Ermesi ve İtiraz Yolları

Müşterek konutun tahsisi kararı geçici tedbir niteliğindedir ve bozulan ortak yaşam sona erdiğinde veya davanın neticesinde sona erer. Boşanma kararının kesinleşmesiyle ya da mahkeme başka bir karar alırsa, tahsis tedbiri de kendiliğinden ortadan kalkar. Eğer tahsis kararına itiraz edilmek istenirse, kararın tebliği tarihinden itibaren 1 hafta içinde mahkemeye başvurulabilir. Özellikle 6284 sayılı Kanun kapsamındaki tedbirlerde ve TMK 169’daki tedbirlerde itiraz usulüyle ilgili özel hükümler bulunur. Kararın kaldırılması veya değiştirilmesi talep edilebilir.

Kararların Uygulamada Yaşanan Sorunlar

Uygulamada müşterek konut tahsisinde bazı önemli sorunlar görülür. En yaygın sorunlardan biri, evden çıkarılmak istenen eşin konutu terk etmemesi ve tahliye kararına direnmesidir. Zaman zaman istismar edilen eş ve çocuklar için güvenlik sorunları ortaya çıkar, bu nedenle icra dairesinin ve kolluk kuvvetlerinin müdahalesi zorunlu hale gelir. Ayrıca mülkiyet sahibi olmayan eşin tahsis edilen evde yaşamaya devam etmesi, malik eşle arasında tartışmalara yol açabilir. Bir başka uygulama sorunu ise, evin tahsis kararından sonra maliki tarafından satılmak istenmesi ve aile konutu şerhinin ihmal edilmesidir; bu durumda yeni malik de çoğunlukla aynı sorunlarla karşılaşır. Tahsis kararının alınması veya kaldırılması sürecinde mahkemelerin, tarafların ekonomik ve sosyal durumlarını yanlış değerlendirmesi ya da belirsizlikle karar vermesi de başlıca sorunlardan biridir.

Özetle; müşterek konutun mahkemece bir eşe tahsis edilmesi oldukça teknik ve hassas bir süreçtir. Kararın icrası, uygulanan kurallar ve sürecin sonlanması gibi noktalar hukuk uzmanlığı ve bazen hızlı müdahale gerektirebilir. Her durumda, hak kaybı yaşanmaması adına hukuki danışmanlıktan destek alınması sağlıklı olacaktır.

Kira Bedelini Hangi Eş Öder?

Kiralık bir konutta tahsis yani mahkeme tarafından evin bir eşe bırakılması durumunda en çok merak edilen konulardan biri, kira bedelini hangi eş öder sorusudur. Genel kural olarak, kira sözleşmesinin tarafı kimse yasal olarak kira borcundan o sorumludur. Yani, kira kontratında adı geçen eş kira borcunu ödemekle yükümlüdür. Mahkeme, evi kullanma hakkını diğer eşe tahsis etmiş olsa bile, ev sahibiyle yapılan kira kontratında adı geçen eş kirayı ödemeye devam eder.

Ancak pratikte, tahsis edilen eş evde oturuyorsa, diğer eşle aralarında anlaşma yaparak kira giderinin kim tarafından karşılanacağı konusunda farklı çözümler bulabilir. Yine de eğer anlaşma olmazsa veya tahsis edilen eş kirayı ödemezse, ev sahibi hukuken kiracı olan kişiye karşı haklarını kullanır.

Boşanma veya ayrılık davası sırasında, hakimin kararında kira bedelini kimin ödeyeceği veya ödemeye devam edeceği de belirtilebilir. Fakat yasal sorumluluk değişmediği sürece, kira sözleşmesinin tarafı olmaya devam eden eş, kira borcunu ödemek zorundadır.

Kiracı Olmayan Eşin Hakları

Kiralık konutlarda önemli bir konu da kiracı olmayan eşin haklarıdır. Türk Medeni Kanunu’nun 194. maddesi gereğince, aile konutu kiralık olsa bile, kira sözleşmesinin tarafı olmayan eş de korunmaktadır. Sözleşmede ismi geçmeyen eş, kiraya verene yazılı bir bildirimde bulunarak sözleşmenin tarafı haline gelebilir. Bu bildirim noter kanalıyla ya da iadeli taahhütlü mektupla yapılabilir.

Böyle bir bildirimin ardından, taraf olmayan eş de evden çıkarılamaz ve kira sözleşmesinden doğan borçlardan sorumlu olur. Ayrıca, kiracı olmayan eşin açık rızası olmadan kira kontratının feshedilmesi, evin devri ya da konutun terk edilmesi mümkün değildir. Bu durum, aile birliğini ve özellikle çocukların barınma hakkını güvence altına alır.

Eşlerden biri kendi imzası ile kira sözleşmesini sona erdirirse, diğer eşin açık onayı yoksa bu fesih geçerli değildir. Yani kiracı olmayan eş de yasal olarak dairenin kullanımında söz sahibidir.

Kira Sözleşmesi ve Aile Konutu Şerhi

Kira sözleşmesiyle oturulan evlerde aile konutu şerhi uygulaması tapulardaki gibi işlemez. Çünkü malik tapuya aile konutu şerhi koyulmasını sağlar; ancak kiralık ev tapusu başkasına ait olduğu için direkt tapu üzerinden işleme yapılamaz. Buna rağmen, kiracılık hakkı ile ilgili Medeni Kanun koruma getirir.

Kiracı olmayan eş, konutun aile konutu olduğunu ve koruma istediğini kiraya verene bildirdiğinde, sözleşmenin hem hukuki hem fiili tarafı olur. Eğer kontrat sadece bir eş adına düzenlenmişse, diğer eş ev sahibine bu bildirimde bulunur ve kira sözleşmesinin korunmasını sağlar. Böylece, eşlerden biri kendi başına sözleşme feshedemez; mutlaka diğerinin açık rızası gerekir.

Özetle, kiralık konutlarda tahsis halinde;

  • Kira kontratında adı geçen eş sorumlu olmaya devam eder,
  • Kiracı olmayan eş bildirimle sözleşmenin tarafı olabilir ve koruma altına alınır,
  • Kira sözleşmesiyle ilgili değişiklikler için her iki eşin açık rızası gereklidir,
  • Hak kaybı yaşamamak için noter aracılığıyla yazılı bildirim yapmakta fayda vardır.

Aile huzurunun korunması, çocukların mağdur olmaması için bu detaylara dikkat edilmelidir. 👨‍👩‍👧‍👦

Ecrimisil Talep Edilebilir mi?

Ecrimisil, yani haksız işgal tazminatı, ortak konutun tahsisiyle ilgili boşanma davalarında oldukça sık gündeme gelir. Boşanma davası kesinleştikten sonra, aile konutunda kalmaya devam eden eş için diğer taraf ecrimisil talebinde bulunabilir. Yani, konutun asıl sahibi olan eş, evden çıkmayan diğer eski eşten kira değerine denk bir tazminat isteyebilir.

Boşanma gerçekleşip mahkeme kararı kesinleştikten sonra, aile konutu niteliği sona erer ve artık birlikte yaşama zorunluluğu ortadan kalkar. Eğer malik olmayan eski eş konutta kalmaya devam ediyorsa, bu durumda diğer eş haksız işgal nedeniyle ecrimisil davası açabilir. Bu hak, özellikle konutun sahibi olan eş için büyük önem taşır. Ayrıca, Yargıtay kararları da bu uygulamayı destekler: Taraflardan biri, diğerinin payına haksız olarak el atarsa ecrimisil istenebilir.

Dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta, boşanma davası sürecinde müşterek konutun tahsisi kararı varsa bu karar süresince ecrimisil talep edilemeyeceğidir. Ancak, tahsis kararı sona erdiğinde ve malik olmayan eş kullanımına devam ettiği takdirde bu hak doğar.

El Atmanın Önlenmesi

El atmanın önlenmesi, özellikle boşanma sonrası ortak konut sorunu yaşandığında karşımıza çıkan hukuki bir yoldur. Boşanma kesinleştikten sonra, aile konutunu haksız yere kullanan eski eşe karşı malik olan eş veya hissedarlar el atmanın önlenmesi davası açabilir.

Bu dava ile amaç, taşınmazı kullanan kişinin – yani artık hukuki bir hakkı olmadan konutta oturan eski eşin – taşınmazı terk etmesi ve mülkiyet hakkına saygı gösterilmesinin sağlanmasıdır. Özellikle ortak konutta malik olmayan taraf, boşanma sonrası yasal hakkı kalmadığında haksız işgalci durumunda olur ve el atmanın önlenmesi talebine maruz kalabilir.

El atmanın önlenmesi davası sonucunda mahkeme, taşınmazı haksız kullanan kişinin tahliyesine ve mülkiyet hakkının korunmasına hükmeder. Genellikle bu davaya ecrimisil talebi de eklenir, böylece malik olan eş hem konutun boşaltılmasını hem de haksız kullanım süresi için tazminat almayı amaçlar.

Erken harekete geçmek ve hukuki süreci bir avukatla yürütmek bu tür anlaşmazlıklarda zaman ve hak kaybını önler. Özellikle boşanma sonrası eski eş müşterek konutu kullanmaya devam ediyorsa, el atmanın önlenmesi ve ecrimisil istemi en etkili yöntemlerdir.

Boşanma Sonrası Ortak Konutun Durumu

Boşanma sonrası ortak konutun durumu, tarafların anlaşmasına, mahkeme kararına ve evin kimin adına kayıtlı olduğuna göre şekillenir. Boşanma nihayetinde “aile birliği” sona erdiği için artık “aile konutu” niteliği de ortadan kalkar. Evi kimin kullanacağı, genellikle mal paylaşımı davası ve tahsis kararlarının uygulanmasıyla belirlenir. Eğer taraflar anlaşamazlarsa veya ortada bir “ortak konutun tahsisi” kararı yoksa, ev mülkiyetinin sahibi olan eş evde kalmaya devam eder. Eğer ev, evlilik sırasında edinildiyse ve “edinilmiş mal” statüsündeyse, mal paylaşımı davası ile evin kimin olacağı kesinleşir. Tapu sahibi olmayan eş için bu süreçte evde oturma hakkı devam etmez. Ayrıca, boşanmanın kesinleşmesiyle beraber tapuya konulan “aile konutu şerhi” de işlerliğini kaybeder.

Evden Çıkmayan Eşe Karşı Yapılabilecekler

Evden çıkmayan eş, boşanma sonrası ortak konutun kime verildiğine dair mahkeme kararı yoksa ve evin maliki diğer eş ise, mülkiyet sahibi eş evi resmi yollarla boşaltmak için bazı adımlar atabilir. Bunlar;

  • Öncelikle evin malikinin, eski eşe noter kanalıyla veya avukat aracılığıyla bir ihtar göndermesi ve makul bir süre vererek evden çıkmasını istemesi gerekir.
  • Verilen süre sonunda ev hala boşaltılmadıysa malik eş, icra müdürlüğüne başvurarak tahliye işlemini başlatabilir.
  • Mahkeme kararı varsa ve tahsis edilen ev diğer eşe aitse, tahliye için doğrudan icra yoluna başvurulması mümkündür.
  • Evde izinsiz kalan eski eşten ayrıca, ecrimisil yani haksız işgal tazminatı da talep edilebilir.
    Evden çıkmayan eşin tahliyesi için süreç genellikle resmi yollarla ilerler ve hukuka aykırı müdahalede bulunulmaz. Böyle bir durumda hukuki danışmanlık alınması büyük önem taşır.

İcra Takibi ve Tahliye

Boşanma sonrası ortak konutu boşaltmayan eşe karşı, icra takibi ve tahliye işlemleriyle yasal süreç başlatılır. Eğer ortada kesinleşmiş bir mahkeme kararı veya tapu ile malik sıfatı varsa, malik olan eş İcra Müdürlüğü’ne başvurarak ilamlı (karar dayanaklı) tahliye sürecini başlatır. İcra müdürlüğü, evde kalan eski eşe tebligat gönderir ve genellikle 15 gün içinde evin boşaltılması istenir. Bu süre sonunda ev boşaltılmazsa, icra müdürlüğü kolluk kuvvetleri yardımıyla evi tahliye edebilir.

Ayrıca haksız şekilde evde kalmaya devam eden eski eşten her ay için tazminat (ecrimisil) istenebilir. Mal paylaşımı tamamlanmadan önceki süreçte ise genellikle boşanma kararının kesinleşmesi beklenir. İlamlı tahliye ve icra işlemleri, mağdur olan taraf lehine hızlı ve köklü bir çözüm sunar.

Boşanma sonrası ortak konutta hak sahibi olmayan kişinin çıkmaması karşısında uygulanacak icra ve tahliye süreçlerinde usulüne uygun başvuru, doğru belge hazırlığı ve gerektiğinde avukat desteği almak, hak kaybını engeller ve sürecin sağlıklı işlemesini sağlar.

6284 Sayılı Kanun Kapsamında Müşterek Konutun Tahsisi

Koruma Tedbirleri

Koruma tedbirleri, 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun kapsamında mağdurun ve risk altındaki bireylerin güvenliğini sağlamak amacıyla alınan önlemlerdir. Müşterek konutun tahsisi, bu kanunda yer alan en önemli koruyucu tedbirlerden biridir. Özellikle aile içi şiddete uğrayan veya şiddet tehdidi altında olan bireyler için, yaşadıkları ortak konutun mağdura tahsis edilmesi ve şiddet uygulayan kişinin evden uzaklaştırılması mümkündür.

6284 sayılı kanunun 5. maddesi gereğince hâkim; şiddet mağdurunun ve varsa çocuklarının, yaşadıkları müşterek konutta güvenle kalabilmesi için aşağıdaki tedbirleri uygulayabilir:

  • Şiddet uygulayan kişinin derhal müşterek konuttan uzaklaştırılması,
  • Konutun fiilen mağdura tahsis edilmesi,
  • Şiddet uygulayan kişinin mağdura, çocuklara ve diğer yakınlara yaklaşmasının engellenmesi,
  • Aile konutu şerhi konulması.

Bu koruyucu tedbir kararı, hem mahkemeler hem de gecikmesinde sakınca bulunan hallerde mülki amir (veya kolluk) tarafından alınabilir. Tedbir süresi içinde şiddet uygulayan, evin hakkı kime ait olursa olsun konutu kullanamaz ve mağdurun barınma hakkı korunmuş olur.

Hangi Hallerde Uygulanır?

6284 sayılı kanun, şiddet mağduru olan veya şiddet tehdidi altında bulunan kadınlar, çocuklar, aile bireyleri ve tek taraflı ısrarlı takip mağdurları için geçerlidir. Müşterek konutun tahsisi kararı şu durumlarda alınabilir:

  • Fiziksel, psikolojik, cinsel veya ekonomik şiddete maruz kalınması,
  • Şiddet tehdidinin bulunması,
  • Hakaret, aşağılama ya da küçük düşürme gibi eylemlere maruz kalınması,
  • Takip, baskı veya korkutma davranışı sergilenmesi.

Başvuru için mutlaka evli olmak gerekmez; aile içinde veya aile gibi yaşayan kişiler de bu korumadan yararlanabilir. Koruma kararı almak için mahkemeye dilekçeyle başvurmak yeterlidir; ayrıca darp raporu, tanık gibi deliller zorunlu değildir. Müşterek konut tahsisi, genelde kadın ve çocukların zarar görmemesi, evden çıkmak zorunda kalmamaları amacıyla uygulanır. Ancak şiddetin mağduru eğer erkek veya çocuksa, yine bu koruma kapmasında müşterek konuttan faydalanabilirler.

Uygulamada; uzaklaştırma kararı, müşterek konutun mağdura tahsisiyle birlikte verilebildiği gibi, sadece konutun tahsisi de sağlanabilir. Hakim tedbir kararı verirken tarafların ekonomik ve sosyal durumunu, çocukların yararını ve şiddetin boyutunu göz önünde bulundurur.

Sonuç olarak, 6284 sayılı kanun kapsamındaki koruma tedbirleri sayesinde, şiddet mağdurları kendi evlerinde huzurla yaşamaya devam edebilir ve başvuru süreçleri hızlı, işlemler ise ücretsizdir.

Örnek Yargıtay Kararları

Örnek Yargıtay kararları, müşterek konutun tahsisi konusunda mahkemelere ve taraflara yol göstermektedir. Özellikle boşanma veya ayrılık davası sırasında müşterek konutun kime bırakılacağına dair uygulamada önemli kriterler yer almaktadır. Yargıtay, müşterek konut tahsisi ile ilgili kararlarında genellikle şu hususlara dikkat çeker:

  • Çocukların üstün yararı esas alınır. Yani velayet kendisine verilen eşe, çoğunlukla çocukların düzenini korumak için konut tahsisi yapılır.
  • Mülkiyet hakkı, geçici tahsis ile ortadan kalkmaz. Yani, evin mülkiyeti başka eşte olsa da kullanım hakkı davanın gidişine göre belirlenebilir.
  • Hakim, tarafların ekonomik ve sosyal durumunu, barınma ihtiyacını, mevcut aile düzenini ve varsa taraflardan birinin mağduriyetini ayrıntılı şekilde inceler.

Örneğin, Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin 2015/9138 kararında, aile mahkemesinin müşterek konutun tahsisine ilişkin kararı onanmış ve mahkemenin takdirinin çocukların menfaatine uygun olduğu vurgulanmıştır.

Bir diğer örnek kararda ise (2009/5042 E.), Yargıtay, müşterek konutun tahsisine yönelik verilen kararın yerel mahkeme dosyası üzerinden uygun yapılıp yapılmadığını incelemiş ve çocuğun ve mağdur eşin barınma hakkının öncelikli olduğu vurgulanmıştır.

Yargıtay, müşterek konutun geçici olarak tahsis edilmesiyle ilgili alınan kararların, ancak “boşanma veya ayrılık davası” süresince geçerli olacağını da açıkça belirtmektedir.

Emsal Kararlar

Müşterek konutun tahsisi ile ilgili emsal kararlar, aile mahkemelerinde benzer olaylarda alınacak kararlar için önemli bir rehber oluşturmaktadır. Uygulamada Yargıtay kararlarında öne çıkan bazı noktalar şunlardır:

  • İçinde küçük çocuk bulunan ailelerde, çocuğun velayeti genelde anneye verildiğinde, konutun da anneye tahsisi sıkça kararlaştırılır.
  • Müşterek konutun kime tahsis edileceği tamamen somut olaya göre değerlendirilir. Sadece kadına değil, erkeğe tahsis edilen kararlar da mevcuttur. Yani cinsiyet değil, mağduriyet ve ihtiyaç ön plandadır.
  • Kirada oturulan müşterek konutlarda, kira sözleşmesinde adı olmayan ancak konut kendisine tahsis edilen eş, mahkeme kararıyla evde oturmaya devam edebilir. Ancak kirayı hangi eşin ödeyeceği hususunda ise genellikle, kira sözleşmesinde adı olan eşin sorumluluğu devam eder.

En çok uygulamada referans verilen emsal kararların özeti:

  • Müşterek konutun tahsisi, mal paylaşımı anlamına gelmez; mülkiyet devri yaratmaz, yalnızca geçici olarak kullanım hakkı tanır.
  • Mağduriyetin önlenmesi amacıyla, barınma ihtiyacını gerçekten karşılayacak olan eş lehine karar verilir.
  • Taraflardan birinin kusurlu olup olmadığı değil, mevcut şartlar ve özellikle çocukların menfaati esas alınır.

Yargıtay ve uygulama kararları sayesinde, mahkemeler müşterek konutun tahsisi konusunda daha adil ve hakkaniyete uygun kararlar verebilmektedir. Bu nedenle taraflar ve avukatlar, hem örnek Yargıtay kararlarını hem de güncel emsal uygulamaları dikkatle takip etmelidir.

Daha fazla karar ve örnek için Yargıtay’ın ve aile mahkemelerinin yayımlanan kararlarını incelemek faydalı olacaktır.

Boşanma Davası Boyunca Evde Kim Kalır?

Boşanma davası boyunca evde kimin kalacağı en çok merak edilen konulardan biridir. Boşanma davası süresince evde kalma hakkı, çoğunlukla mahkemenin verdiği geçici bir önlem kararıyla belirlenir. Eğer eşler arasında anlaşma varsa ve bunu aralarındaki sözleşmede belirtmişlerse, o eş evde kalır. Ancak anlaşma yoksa, mahkeme özellikle çocukların yüksek yararını ve tarafların mağdur olmamasını dikkate alır. Genellikle barınma ihtiyacı daha çok olan eş, çoğunlukla çocukların yanında kaldığı eş, evde oturmaya devam edebilir. Aile konutu kimin adına olursa olsun, önemli olan kimin barınma ihtiyacının daha fazla olduğudur. Kaynaklar, mahkemelerin sıklıkla mağdur olmaması için kadının ve çocukların evde kalmasına karar verdiğini açıkça belirtmektedir.

Tahsis Kararı İptal Edilebilir mi?

Tahsis kararı, yani bir eşin ortak konutu kullanmasına ilişkin mahkeme kararı, değişen koşullar veya tarafların talebi üzerine iptal edilebilir. İptal talebi, mahkemeye dilekçe ile sunulur ve şartların değiştiği veya artık tahsis kararına gerek kalmadığı gibi gerekçeler ortaya konur. Örneğin, tahsis edilen eşin evlenmesi, başka bir konutta kalmaya başlaması ya da ekonomik/sosyal durumların değişmesi gibi nedenlerle mahkeme tahsis kararını iptal edebilir. Bu süreçte yeni bir durumun ortaya çıkmasıyla birlikte, ilgili taraf, kararın gözden geçirilmesini isteyebilir. Özetle, tahsis kararı geçici niteliktedir ve sonradan iptal edilmesi mümkündür.

Tahsis Talebi Nasıl Hazırlanır?

Tahsis talebi hazırlarken dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, barınma ihtiyacı ve mevcut durumun detaylıca açıklanmasıdır. Talep genellikle mahkemeye sunulan bir dilekçe ile yapılır. Dilekçede;

  • Tarafların kimlik ve iletişim bilgileri,
  • Evlilikten olan çocuklar ve onların kimde kalacağı,
  • Evin tapu veya kira bilgileri,
  • Ortak konutun adresi,
  • Neden evin tahsis edilmesi gerektiği (barınma ihtiyacı, çocukların menfaati vb.),
  • Gerekliyse ekonomik/sosyal durumuna dair ek belgeler bulunmalıdır.

Hazırlanan tahsis talebine, mümkünse nüfus kayıt örneği, kira sözleşmesi ya da tapu örneği, çocuklara ait belgeler ve maddi durumu gösteren evraklar eklenmelidir. Dilekçe, ilgili aile mahkemesine sunulur ve mahkeme, inceleme sonrası karar verir.

Tahsis Edilen Konut Kiralanabilir mi?

Tahsis edilen konutun kiralanması genellikle mümkün değildir. Çünkü mahkemenin konutu bir eşe tahsis etmesindeki temel amaç, o eşin ve çocuklarının barınma hakkını korumaktır. Yani tahsis edilen eş, konutta fiilen oturmalıdır; konutu üçüncü kişilere kiraya veremez veya başka bir amaçla kullanamaz. Tahsis edilen konutu kiralamak, mahkemenin kararını ihlal anlamına gelir ve tahsis kararının iptaliyle sonuçlanabilir. Kısaca özetlemek gerekirse, tahsis edilen ortak konutta, amacı dışında yani kiralama yoluyla gelir elde etmek yasaktır ve bu durumun tespiti halinde karar geri alınabilir.

Kısacası, “aile konutu” geçici olarak eşlerden birine bırakıldığında, o kişi sadece barınma amacıyla kullanmalı ve kiralama gibi bir hakkı bulunmamaktadır.

Sonuç ve Değerlendirme

Hak Kaybı Yaşamamak İçin Dikkat Edilmesi Gerekenler

Hak kaybı yaşamamak için müşterek konutun tahsisi süreçlerinde dikkatli olunması gerekir. Özellikle boşanma veya ayrılık davalarında müşterek konutun kime tahsis edileceği, hangi şartlarda ve nasıl gerçekleştirileceği konusunda temel bilgiye sahip olmak büyük önem taşır. Her iki eş de haklarını tam anlamıyla kullanabilmek için, sürecin en başından itibaren gerekli tüm belgeleri hazırlamalı ve hak taleplerini usulüne uygun olarak mahkemeye sunmalıdır.

Müşterek konutun tahsisi sırasında sık yapılan hatalardan biri, aile konutu şerhi koydurmamak veya var olan kira sözleşmeleriyle ilgili gerekli teknik adımları atlamamaktır. Özellikle kira ile oturulan bir konutta, eşlerden birinin kira sözleşmesine taraf olmaması durumunda yaşanabilecek mağduriyetler önceden araştırılmalı ve önlem alınmalıdır.

Her aşamada mahkeme kararının gereklerine uyulmalı, karşı taraf veya icra işlerinde gecikmeye ve hak kaybına yol açacak davranışlardan kaçınılmalıdır. Ayrıca, konutun tahsisi kararı sonrasında evde kalan eşin hakları kadar, evden çıkan eşin de maddi haklarını koruyan uygulamalar (örneğin ecrimisil ve el atmanın önlenmesi gibi) zamanında talep edilmelidir.

Hukuki Yardımın Önemi

Hukuki yardım almak, müşterek konutun tahsisi ile ilgili süreçte en önemli adımlardan biridir. Çünkü her aile ve dava durumu birbirinden farklıdır ve uygulamada sık sık değişen Yargıtay kararları, yeni yasalar veya içtihatlar sürecin seyrini doğrudan etkileyebilir.

Bir avukattan veya aile hukuku alanında deneyimli bir danışmandan destek almak, hakların tam olarak korunmasını sağlar. Özellikle şerh işlemleri, tahsis talepleri, mahkeme başvuruları ve icra işlemlerinde usul hatası yapılmaması için uzman görüşü büyük fark yaratır. Ayrıca, olası uzlaşma görüşmelerinde de tarafların haklarının gözetilmesi hukuki destek ile mümkün olur.

Sonuç olarak, yaşanan sıkıntıların en kısa sürede ve maddi/manevi açıdan en az zararla atlatılması için hukuki destek alınması tavsiye edilir. Böylece hem hak kaybı önlenir hem de taraflar yasal bir güvenceye sahip olur. Unutulmamalıdır ki, aile hukuku karmaşık ve detaylıdır; bu yüzden profesyonel yardım almak gelecekte yaşanabilecek daha büyük sorunların önüne geçer.

HTS Kayıtlarında Ne Çıkar?

Herhangi bir hukuk ya da adli soruşturma bağlamında HTS (Historical Traffic Search) kayıtları önemli bir yer tutar. HTS kayıtları, bir kişinin telefon aramaları, mesajlaşmaları, baz istasyonları ile olan bağlantı kayıtları gibi bilgileri içerir. Bu bilgiler, genellikle ceza davalarında şüpheli ya da sanıkların olay yerinde bulunup bulunmadığının belirlenmesine yardımcı olabilir. Ancak bu kayıtlar, doğrudan mesaj ya da konuşma içeriklerini sunmaz, yalnızca dış verileri kapsar.

HTS kayıtları, hukuki süreçlerde destekleyici bir delil olarak kullanılabilir. Ancak yalnızca bu kayıtlar, bir kişinin suçlu olduğunu kanıtlamada yeterli değildir. Bu sebeple, uzman raporları ve ek delillerle desteklenmeleri gerekir.

Sonuç olarak, HTS kayıtlarının tam konum bilgisi sunmayıp yalnızca bağlandığı baz istasyonunu gösterdiğini unutulmamalıdır. Bu nedenle, suç soruşturmasında konum belirlemek için yalnız başına kullanımından daha çok, yardımcı bir araç olarak değerlendirilirler. 🔍

HTS Kaydının Tanımı

HTS kaydı, “Historical Traffic Search” ifadesinin kısaltmasıdır ve Türkçesiyle “Geçmiş İletişim Trafik Kayıtları” anlamına gelir. HTS kaydı, bir kişinin cep telefonu üzerinden yaptığı görüşmeler, gönderdiği/aldığı mesajlar ve o anki bulunduğu baz istasyonları ile ilgili teknik bilgileri içeren kayıtlardır. Bu kayıtlar, özellikle adli soruşturmalarda önemli bir yere sahiptir. Hakim ya da savcının talebiyle, şüpheli ya da mağdur kişilere ait telefon trafiği geçmişi GSM operatörlerinden temin edilir ve incelenir. Yani kısacası, HTS kaydı; bir kişinin iletişim hareketliliğini detaylı şekilde belgeleyen bir veri bütünüdür.

HTS Kaydının Kapsamı

HTS kaydının kapsamı, kişinin telefonunu kullandığı süre boyunca oluşturulan arama, SMS ve MMS gönderimleri, baz istasyonu değişimleri gibi verileri içerir. Hem sesli görüşmeler hem de kısa mesaj trafiği ve aynı zamanda internet bağlantısında kullanılan baz istasyonu bilgileri HTS kaydında yer alabilir. Ancak, bu kapsam sadece iletişimin teknik detayları ile sınırlıdır; iletişimin içeriği, yani arama sırasında ne konuşulduğu ya da mesajların tam metni HTS kayıtlarında bulunmaz. HTS kapsamı sayesinde bir kişinin kiminle, ne zaman, ne kadar süreyle, hangi lokasyondan iletişime geçtiği teknik olarak belirlenebilir.

HTS Kaydında Hangi Bilgiler Yer Alır?

HTS kaydında, aşağıdaki veriler detaylı şekilde yer alır:

  • Arayan ve aranan telefon numaraları: Her bir görüşmenin veya mesajın tarafları detaylı biçimde kayıt altına alınır.
  • Görüşme ve mesajlaşma tarihleri, saatleri ve süreleri: Kimin, kimi, hangi saatte, ne kadar süreyle aradığı veya mesajlaştığı bilgisi görülür.
  • Baz istasyonuna ait bilgiler (konum verisi dahil): Görüşmenin veya mesajlaşmanın gerçekleştiği sıradaki telefonun bağlandığı baz istasyonunun kodu ve yeri kaydedilir.
  • SMS ve MMS işlemleri: Gönderilen ya da alınan kısa mesajların zamanı, numarası ve işlem türü kayıtlardadır.
  • Veri trafiği hareketleri: İnternet kullanımı sırasında baz istasyonu değişimleri HTS kaydında yer alabilir.
  • Her işleme ait benzersiz kimlik ve teknik veri setleri: Operatörün kendi sistemi içinde yer alan detaylı teknik bilgiler (cell ID gibi) dosyalara dahil edilir.

Özetle, HTS kaydı, kişilerin telefonla iletişim geçmişinin detaylarını içerir, iletişimin içeriğini ise içermez. Özellikle ceza davalarında, boşanma veya çeşitli soruşturmalarda ciddi bir delil kaynağı olarak kullanılır.

HTS Kayıtlarının İçeriği ve Veriler

Arama ve Mesaj Bilgileri

HTS kayıtlarının en önemli kısmı arama ve mesaj bilgileridir. HTS raporlarında; bir GSM hattının, belirli bir zaman diliminde kimi aradığı, kimler tarafından arandığı, çağrının ne kadar sürdüğü, çağrının ne zaman başladığı ve bittiği gibi ayrıntılı bilgiler bulunur. Ayrıca kısa mesaj (SMS) gönderim ve alım kayıtları da yer alır. Mesajlaşma bilgileri, sadece SMS ve MMS mesajlarının gönderildiği ve alındığı zaman, karşı tarafın numarası gibi detayları içerir. Ancak, mesajın veya aramanın içeriği bu kayıtlarda asla yer almaz. Yani HTS kayıtlarından kimin kime ne yazdığı veya aramada ne konuşulduğu anlaşılamaz.

Görüşme Süresi ve Tarihi

HTS kayıtlarının ikinci önemli unsuru görüşme süresi ve tarihidir. Her aramanın tarihi ve saati, yani aramanın tam olarak ne zaman başladığı ve bittiği, kayıt altına alınır. Bu, bir kişinin hangi saatlerde kimlerle ne kadar süreyle görüştüğünün net şekilde tespit edilmesini sağlar. Ayrıca, cevaplanan ya da cevapsız aramalar da raporda görülebilir. Bu bilgiler, adli süreçlerde alibi tespiti, ilişkilerin analizi gibi çeşitli amaçlarla kullanılabilir.

SMS ve MMS Bilgileri

HTS kayıtlarında SMS ve MMS bilgileri de detaylı şekilde bulunur. Gönderilen veya alınan mesajların tarihi, saati, hangi numaraya veya numaradan geldiği kayıt edilir. Ancak SMS ya da MMS’in içeriği – yani yazışmanın kendisi – kayıtta bulunmaz. Sadece teknik olarak mesaj trafiği görünür. WhatsApp veya sosyal medya mesajları ise burada yer almaz, sadece operatörler üzerinden yapılan klasik SMS ve MMS’ler bu kayıtlara girer.

Kullanılan Baz İstasyonu (Konum) Bilgileri

HTS kayıtları, yapılan her arama ya da gönderilen mesaj sırasında kullanılan baz istasyonunu da kaydeder. Baz istasyonu, telefonun o an bağlandığı GSM şebekesinin fiziksel noktasını gösterir. Böylece, bir görüşme veya mesaj trafiğinin hangi bölgeden yapıldığı görülebilir. Tam adres ya da kesin koordinat değil, sadece kapsama alanı tespit edilir. Yani bir kişinin kaba lokasyonu (il, ilçe, mahalle düzeyinde) hakkında fikir sahibi olunur, kesin ikamet adresi gibi hassas yer tespiti yapılamaz. Bu veriler, olay yeri tespiti gibi adli süreçlerde önemli olabilir.

İçerik Bilgisine Erişim Mümkün mü?

HTS kayıtlarında konuşmaların veya SMS/MMS’lerin içeriğine erişim imkânı yoktur. Yani görüşmede ne konuşulduğu veya mesajda ne yazıldığı asla görülmez. HTS kayıtları yalnızca teknik trafik verileridir. Bazı özel durumlarda ve mahkeme kararı ile konuşma içeriklerine ulaşmak için ayrıca iletişimin dinlenmesi ve kayda alınması kararı gereklidir; bu da farklı ve çok daha katı yasal süreçler ister. Özetle, “Kiminle ne konuşuldu?” veya “Mesaj içeriği nedir?” sorularına HTS kayıtları doğrudan yanıt vermez.

Whatsapp ve Benzeri Uygulamaların Kapsamı

HTS kayıtları, yalnızca klasik telefon operatörü üzerinden yapılan arama ve mesajları kapsar. WhatsApp, Telegram, Signal gibi uygulamalar üzerinden yapılan aramalar ve mesajlaşmalar HTS’de yer almaz. Bunun sebebi, bu tür uygulamaların iletişimi internet (data) üzerinden sağlaması ve genellikle uçtan uca şifreleme kullanmasıdır. Yani WhatsApp görüşmeleri, içerikleri ya da trafikleri HTS raporlarında çıkmaz. Ancak, bazı durumlarda WhatsApp’ın veri bağlantısı sırasında GSM hattının hangi baz istasyonunu kullandığı kayıtlara girebilir, fakat bu sadece internet bağlantısının aktif olduğunu gösterir, mesajlaşmanın veya çağrının kendisi HTS’de görünmez.

Kısacası; HTS kayıtları, sadece telefon numaraları, görüşme tarih ve saati, görüşme süresi, karşılıklı aramalar, SMS ve MMS trafiği ile kullanılan baz istasyonu gibi temel operatör bilgilerinden oluşur. İçerik veya internet tabanlı iletişim HTS’de görünmez.

HTS Kayıtlarının Hukuki Boyutu

Hukuki Dayanak ve Yasal Mevzuat

HTS kayıtlarının hukuki dayanağı, Türkiye’de öncelikle Elektronik Haberleşme Kanunu (EHK) ve Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK)‘na dayanmaktadır. 5651 sayılı Kanun ve 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunu, iletişim verilerinin nasıl toplanacağını ve korunacağını düzenler. Yetkili makamların talebi olmadan bu kayıtların üçüncü kişilerle paylaşılması kesinlikle yasaktır. Ayrıca, Anayasa’nın 20. ve 22. maddelerinde de “özel hayatın gizliliği” ve “haberleşme hürriyeti” korunmuştur. Yargı makamları, yalnızca “hakim veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde cumhuriyet savcısı kararıyla” bu kayıtlara ulaşabilirler.

CMK Kapsamında HTS Kayıtları

HTS kayıtları, Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 135. maddesinde “iletişimin tespiti” olarak yer alır. CMK 135’e göre; şüpheliyle ilgili iletişim tespit, dinleme ve kayda alma işlemleri, ağır ceza mahkemesi hâkimi veya savcılığının kararıyla mümkün olur. Kişinin telefon görüşmeleri, mesajlaşmalar ve konum bilgileri soruşturma veya kovuşturma kapsamında incelenebilir. Ancak, bu tür veriler belli bir suçun işlendiğine dair somut deliller olan dosyalarda istenebilir ve “orantılılık ilkesi” gözetilir.

Mahkeme ve Savcılıkta HTS Kayıtlarının Kullanımı

Mahkeme ve savcılık makamları, bir olayın aydınlatılması için HTS kayıtlarını doğrudan ilgili GSM operatörlerinden talep edebilir. Bu talepler gizlilikle yürütülür. Özellikle suçun işleniş şekline göre arama, mesaj ve konum bilgilerinin geçtiği tarih ve saatler belirtilir. Savcı veya hâkim onayıyla alınan HTS kayıtları, delil olarak dosyaya eklenip, bilirkişiler tarafından analiz edilir. Mahkemede ise bu kayıtlar, diğer delillerle birlikte değerlendirilir. HTS verileriyle, kişinin olay anında nerede olduğu, kimle iletişim kurduğu gibi önemli ayrıntılar ortaya çıkartılır.

BTK ve Operatörlerin Rolü

HTS kayıtlarının tutulması ve güvenliğinin sağlanması sorumluluğu, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) ve telekom operatörlerine aittir. Operatörler, iletişim trafiği kayıtlarını yasal sürelere uygun şekilde saklamak ve yalnızca yetkili makamların taleplerine karşılık vermek zorundadır. BTK ise operatörleri denetler ve kayıtların mevzuata uygun şekilde saklandığını kontrol eder. Kişisel verilerin korunması kanunu çerçevesinde, bu bilgiler kimseyle paylaşılmaz ve sadece adli makamların taleplerine açılır.

HTS Kayıtlarının Delil Niteliği

HTS kayıtları, mahkemeler ve soruşturma makamları açısından güçlü bir delil türü sayılır. Arama, SMS, konum bilgileri sayesinde olayın zaman ve mekânı aydınlatılabilir. Ancak, tek başına kesin delil değildir; yorumlanması ve desteklenmesi gerekir.

HTS Kayıtlarının Tek Başına Delil Olarak Kullanımı

HTS kayıtları, genellikle tek başına kanıt olarak yeterli olmaz. Çünkü yalnızca bir kişinin bir yerde telefonuyla sinyal aldığını, ama bizzat o kişinin orada olup olmadığının net kanıtını vermez. Örneğin, cep telefonu başkasında olabilir ya da başka biri o hattan işlem yapmış olabilir.

Ek Delillerle Desteklenmesi

Mahkemeler, HTS kayıtlarını başka delillerle güçlendirilmişse dikkate alır. Örneğin; kamera kayıtları, tanık ifadeleri veya diğer teknik deliller HTS kayıtlarıyla birlikte sunulursa daha kuvvetli bir kanaat oluşturur. Bu sebeple, sadece HTS trafiğine bakarak karar verilmez, her zaman olayın bütün delil zinciri değerlendirilir.

Yargıtay Kararlarında HTS Kayıtları

Yargıtay’ın birçok kararında, HTS kayıtlarının delil niteliği açıkça tartışılmıştır. Yargıtay içtihatlarında, HTS verilerinin olayın aydınlatılmasında önemli olduğu ancak yalnızca bu kayıtlarla mahkûmiyet kararının verilemeyeceği sıkça vurgulanır. İlgili kararlarda, HTS kayıtlarının diğer objektif delillerle birlikte değerlendirilmesi gerektiği belirtilir. Mahkeme, tek başına bu kayıtlara dayanarak hüküm kurmuş ise üst mahkeme tarafından kararlar bozulabilir.

Sonuç olarak, HTS kayıtlarının hukuki kullanımı oldukça sınırlı ve denetimlidir. Hak ve özgürlüklerin korunması için titizlikle yaklaşılır ve kayıtlar ancak yasal zorunluluğa uygun şekilde talep edilebilir.

HTS Kayıtlarının Kullanıldığı Alanlar

Ceza Hukukunda Kullanım

Ceza hukukunda HTS kayıtları, en çok telekomünikasyon yoluyla yapılan suçların ortaya çıkarılması ve şüphelilerin yer tespiti için kullanılır. Özellikle örgütlü suçlar, uyuşturucu ticareti, cinayet, gasp gibi ağır suçlarda, zanlıların kimlerle ve ne zaman temas kurduğunu anlamak için HTS verileri önemli delil halindedir. Mahkemeler ve savcılıklar, çoğunlukla olay sırasında kişinin telefonuyla hangi baz istasyonunu kullandığını ve kimlerle görüşme yaptığına bakar. Bu sayede suçun işlendiği zaman ve yer ile ilgili önemli ipuçları ortaya çıkabilir. HTS kayıtları, sadece arama ve mesaj bilgilerini gösterir, içerik yer almaz. Ancak bağlantı sıklığı, saatleri ve karşı taraf çok önemli olabiliyor.

Boşanma ve Aile Davalarında Kullanım

Boşanma davalarında, eşlerin birbirlerini aldatıp aldatmadığı veya hangi sıklıkta kimlerle iletişim kurduğu konusunda HTS kayıtları delil olarak sunulabiliyor. Özellikle zina gibi özel hukuka dayanan nedenlerde mahkemeler, tarafların kimlerle, ne zaman, ne sıklıkta görüştüğüne bakarak kararlarında bu kayıtlara başvuruyor. Fakat unutulmamalı ki, bu kayıtlar daima destekleyici niteliktedir; tek başına boşanma sebebi sayılmaz, genellikle ek delillerle birlikte değerlendirilir. Aile mahkemeleri de, HTS kayıtlarının sadece arama ve görüşme bilgisi verdiğini, mesaj içeriklerini göstermediğini dikkate alarak karar verir.

Suç ve Soruşturmalarda Kullanım

Suç soruşturmalarında HTS kayıtlarının kullanımı çok yaygındır. Polis ve savcılık tarafından yürütülen soruşturmalarda, olayın şüphelileri veya mağdurları ile ilgili telefon trafik bilgileri önemli bilgiler sağlar. Olay anında şüphelinin olay yerinde olup olmadığı, kimlerle irtibat kurduğu, aynı baz istasyonunda bulunup bulunmadığı gibi bilgiler hızlıca incelenir. Özellikle organize suçlarda, banka dolandırıcılıklarında, insan kaçakçılığında ve tehdit, şantaj gibi suçlarda HTS kaydı belgeleri kritik rol oynar.

Hangi Suçlar İçin HTS Kaydı İstenir?

HTS kayıtları, genellikle şu tür suçlar için talep edilir:

  • Uyuşturucu ticareti ve kaçakçılık
  • Cinayet ve adam öldürme
  • Cinsel saldırı ve taciz
  • Tehdit, şantaj, gasp
  • Dolandırıcılık (özellikle banka/telefon dolandırıcılığı)
  • Organize suçlar ve terör örgütü üyeliği
  • Kayıp kişi ve çocuk kaçırma olayları

Bu tür suçlarda, olayların aydınlatılması ve şüphelilerin tespitinde HTS kayıtları önemli bir araçtır. Polis ve savcılık tarafından alınan mahkeme kararı ile operatörlerden geçmişe dönük arama ve mesajlaşma bilgileri talep edilebilir.

Adli Bilişim ve Bilirkişi Raporları

Adli vakalarda HTS kayıtlarının analizi ve yorumlanması, genellikle adli bilişim uzmanları tarafından yapılmaktadır. Mahkemeler, HTS kayıtlarının teknik detaylarını anlamak için sık sık bilirkişi raporu ister. Bilirkişi, kimin kiminle ne zaman görüştüğünü, hangi baz istasyonunda bulunduğunu, bir olay anında gerçekten olay yerinde olup olmadığını grafiklerle ve teknik olarak açıklar. Özellikle konum verileri ve baz istasyonu kullanımıyla alakalı olarak bilirkişiler, kayıtların doğru yorumlanmasında çok kritik bir rol oynar. Bu sayede yanlış anlamaların ve hatalı değerlendirmelerin önüne geçilmiş olur.

Baz İstasyonu Nedir, Nasıl Çalışır?

Baz istasyonu, cep telefonlarının haberleşmesini sağlayan en temel bileşenlerden biridir. Baz istasyonu nedir? sorusunun cevabı kısaca; bir bölgede cep telefonu sinyallerini alan, işleyen ve ileten radyo verici-alıcı cihazlardır. Cep telefonları, iletişim kurmak istediğinde en yakınındaki baz istasyonuyla sinyal alışverişi yapar. Her baz istasyonunun belirli bir kapsama alanı bulunur ve telefonun o anda bağlı olduğu baz istasyonu, kullanıcının tahmini olarak nerede olduğuna dair bilgi verir.

HTS kaydı konum bilgisi açısından, baz istasyonları büyük önem taşır. Aramalar, mesajlaşmalar ve veri transferleri sırasında kullanıcı, genellikle en yakın baz istasyonuna bağlanır. Ancak, bölgenin coğrafi yapısına, kullanılan telefonun marka/modeline ve istasyona olan uzaklığa göre bağlandığı baz istasyonu değişebilir. Dolayısıyla, baz istasyonlarının yardımıyla bir telefonun hangi bölgede bulunduğu tahmini olarak belirlenebilir.

Baz İstasyonu Daraltması ve Konum Tespiti

Baz istasyonu daraltması, adli süreçlerde kişinin bulunduğu konumu daha hassas şekilde tespit etmek amacıyla kullanılan bir yöntemdir. Bir kişi belirli bir tarihte ve saatte suç mahallinde bulunup bulunmadı mı? Sorusuna cevap arandığında, HTS kayıtlarından alınan baz istasyonu verileri bu iş için kullanılır. Kişinin telefonunun hangi baz istasyonlarından sinyal aldığı analiz edilerek, bulunduğu alan daraltılır.

Bir ilçede, birden fazla baz istasyonu olabilir. Eğer bir kişi aynı anda birden fazla baz istasyonundan sinyal alıyorsa, bu bazlar arasında daraltma yapılarak kişinin lokasyonu daha küçük bir kapsama alanı ile belirlenir. Özellikle önemli suçlarda veya detaylı inceleme gereken durumlarda, bilirkişiler tarafından “baz istasyonu daraltması” detayıyla analiz yapılır. Bu analizde, sinyal gücü, kapsama alanı ve diğer teknik parametreler değerlendirilerek kişinin hareketliliği veya olay anında nerede olduğu tespit edilmeye çalışılır.

Konum Bilgilerinin Sınırları (Tam Konum Verir mi?)

HTS kayıtları tam konum verir mi? sorusu çok sık gündeme gelir. HTS sisteminde yer alan baz istasyonu bilgisi kullanıcıya ait “tam lokasyon” vermez. Sadece o kişinin o sırada bağlı olduğu veya kullandığı baz istasyonunun kapsama alanını gösterir. Baz istasyonlarının kapsama alanı ise şehrin merkezinde birkaç yüz metre olabileceği gibi kırsalda birkaç kilometreye kadar genişleyebilir.

Bir başka deyişle, HTS ile elde edilen konum bilgisi, kişinin kesin adresini veya nokta atışı yerini vermez. Fakat, olayın işlendiği zamanda; kişinin sinyal aldığı bazların incelenmesiyle o saat aralığında yaklaşık hangi bölgede olduğu anlaşılabilir. Özellikle birden fazla baz istasyonunun kesişim alanı incelenirse, kişinin hareketli olup olmadığı, bölgeyi terk edip etmediği gibi bilgilere ulaşmak mümkün olur.

Ancak, yine de HTS kayıtları tek başına “adres”, “bina”, hatta “sokak” seviyesinde kesinlik sunmaz. Dolayısıyla, HTS baz istasyonu kayıtları delil olarak kullanılsa da, sadece destekleyici bir unsur olur; kişinin tam olarak o anda nerede olduğundan emin olmak için başka delillerle desteklenmesi gereklidir.

Kısacası, baz istasyonu konum bilgisi yaklaşık lokasyon verir; kesin, birebir konum için kullanılamaz.

HTS Kayıtlarına Kimler ve Nasıl Ulaşabilir?

HTS kayıtlarına ulaşma hakkı, kişisel gizlilik ve yasal sınırlar nedeniyle oldukça kısıtlıdır. HTS kayıtlarına sadece yargı organları ve kolluk kuvvetleri (polis, jandarma) ulaşabilir. Yani bir vatandaşın kendi isteğiyle direkt olarak HTS kaydı talep etmesi mümkün değildir. Bu kayıtlar, yürütülen resmi bir soruşturma veya devam eden bir dava kapsamında, savcılık ya da mahkeme kararıyla ilgili telekomünikasyon şirketlerinden temin edilir. Hukuki uyuşmazlık durumunda ise, mahkeme veya savcılık resmi yollar ile ilgili operatörden kayıtları talep eder. Özetle, kişisel başvuruyla değil; ancak devletin yetkili makamları tarafından ve yasal bir süreç içinde HTS verilerine ulaşılır.

Kişisel Başvuru Süreci

HTS kayıtlarının kişisel başvuru ile elde edilmesi Türkiye’de yasal olarak mümkün değildir. Bu, en çok merak edilen konulardan biridir. Bir kişinin kendi GSM hattına ait HTS kaydını operatörden ya da BTK’dan doğrudan talep etme hakkı yoktur. Bireysel olarak yapılan başvurular, gizlilik ve üçüncü kişilerin hakları gözetilerek reddedilir. Ancak bir dava ya da resmi soruşturma söz konusuysa; bu durumda kişinin avukatı, dava dosyasına delil olarak sunmak üzere mahkemeden HTS kaydı talebinde bulunabilir. Yani mutlaka adli bir süreç başlatılmış olması gereklidir.

Mahkeme ve Savcılıklar Aracılığıyla Talep

HTS kayıtlarının alınabilmesi için en temel yol, mahkeme veya savcılık aracılığıyla talepte bulunulmasıdır. Ceza veya hukuk davası açılmışsa, taraflar veya onların avukatları delil listesinde bu kayıtlara müracaat edebilir. Hakim veya savcılık, ihtiyaca göre, ilgili telekom operatörüne veya BTK’ya resmi yazıyla başvurarak kayıtların dosyaya sunulmasını isteyebilir. Özellikle TCMK 135. madde kapsamında soruşturma ve kovuşturmalarda HTS kaydı taleplerinin yasal yolu budur. Gerekli bulunan durumlarda, mahkemeler boşanma, velayet gibi hukuki davalar için de HTS talebinde bulunabilirler. Mahkeme kararı olmadan hiçbir kurum veya kişi bu kayıtları alamaz.

Saklama Süresi ve Geçmişe Dönük Erişim

HTS kayıtlarının saklama süresi Türkiye’de yasal olarak 5 yıldır. Yani, bir GSM hattına ait iletişim trafiği ve baz istasyonu kayıtları en fazla 5 yıl geriye dönük olarak tutulur. Bu sürenin sonunda, telekomünikasyon şirketleri ve BTK, kayıtları ya siler ya da arşivden erişimi kapatır. Bu yüzden, mahkeme veya savcılık talebiyle alınacak HTS kayıtları ancak son 5 yıla ait olabilir. Geçmişe dönük erişim açısından da bu sınır dikkate alınmalıdır. Yasal bir engel veya özel bir karar yoksa, 5 yıl öncesine ait kayıtlar artık yasal olarak yok sayılır.

Kayıtların Silinmesi ve Saklanma Süresi

HTS kayıtlarının silinmesi ve saklanması yasal mevzuat ile net şekilde belirlenmiştir. Telekomünikasyon şirketleri ve BTK, ilgili kanunlara ve Kişisel Verilerin Korunması Kanunu’na uygun olarak bu verileri saklarlar. Saklama süresi bitince, kayıtlar otomatik olarak silinir. Hiçbir şekilde süresi dolmuş HTS kayıtlarına erişim mümkün değildir. Kanuna aykırı olarak bu kayıtların saklanması veya üçüncü şahıslara verilmesi ise ağır şekilde cezalandırılır. Bu yüzden, HTS kaydı talep etmek isteyen kişilerin, yasal süreyi ve sürecin gizliliğini her zaman göz önünde bulundurması şarttır.

Kısacası: HTS kayıtları yalnızca resmi makamların talebiyle 5 yıl süreyle saklanabilir ve süresi dolunca yasal olarak silinir. Bireysel talep veya izinsiz erişim mümkün değildir.

HTS Kayıtlarıyla İlgili Sık Sorulan Sorular

HTS Kayıtları ile Görüşme İçeriği Görülür mü?

HTS kayıtları ile görüşme içeriği görülür mü sorusu çok sık merak edilir. HTS kayıtları, sadece arama yapılan numaraları, aramanın başlangıç ve bitiş saatini, arama süresini ve kullanılan baz istasyonunu gösterir. Yani, telefonla ne konuşulduğu veya mesajların metin olarak içeriği HTS kayıtlarında bulunmaz. Operatörler, kişisel veri ve gizlilik nedeniyle konuşmaların içeriğini kesinlikle kaydetmez. Kısacası, HTS kayıtları üzerinden bir görüşmenin tam içeriğini öğrenmek mümkün değildir.

HTS Kayıtları Whatsapp’ı Gösterir mi?

HTS kayıtları Whatsapp’ı gösterir mi konusu da çok araştırılır. HTS kayıtlarında, genellikle sadece yapılan klasik telefon görüşmeleri (arama, SMS/MMS) yer alır. Whatsapp, Telegram, Signal gibi internet tabanlı mesajlaşma ve arama uygulamaları, operatör üzerinden yapılan geleneksel arama/sms olarak geçmez. Bu yüzden, Whatsapp görüşmeleri veya mesajları HTS kayıtlarında görünmez. Sadece mobil veriden internete bağlanıldığı, yani WhatsApp’a erişim olduğu saat ve veri trafiği görülebilir; ama kimle konuştuğunuz, yazıştığınız veya ne içerik paylaştığınız HTS kayıtlarında asla bulunmaz.

HTS Kayıtları Kaç Yıllık Çıkar?

HTS kayıtları kaç yıllık çıkar sorusunun cevabı, operatörlerin arşiv tutma sürelerine ve yasal düzenlemelere bağlıdır. Türkiye’de operatörler genellikle HTS (cep telefonu arama ve SMS bilgileri) kayıtlarını en az 2 yıl, bazı durumda 5 yıla kadar saklamaktadır. Ancak, yasal olarak zorunlu minimum saklama süresi 2 yıldır. Geçmişe dönük daha eski kayıtlar talep edilirse, operatörlerin arşiv durumuna göre olumlu veya olumsuz yanıt gelebilir. Genel olarak, son 2 yılın HTS kayıtları rahatlıkla alınabilir.

HTS Kayıtları ile Mahkumiyet Kararı Verilebilir mi?

HTS kayıtları ile mahkumiyet kararı verilebilir mi sorusu çok önemlidir. HTS kayıtları, özellikle arama ve konum bilgilerinin tespiti açısından önemli bir delil niteliğindedir. Ancak, tek başına mahkumiyet için çoğu zaman yeterli olmaz. Mahkemeler genellikle HTS kayıtlarını, diğer delillerle (tanık, kamera kaydı, yazışma, fiziki takip gibi) desteklenmesi durumunda dikkate alır. Sadece HTS kaydına dayalı olarak kesin ve bağlayıcı bir mahkumiyet kararı çıkması çok nadirdir. Bu nedenle HTS kayıtları güçlü bir yan destek delilidir, fakat başka delillerle güçlendirilmesi gerekir.

Hukuka Uygunluk ve Kişisel Verilerin Korunması

HTS kayıtları alınırken ilk dikkat edilmesi gereken konu hukuka uygunluk ve kişisel verilerin korunmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 20. ve 22. maddeleri, bireylerin özel hayatının gizliliğini ve haberleşme özgürlüğünü güvence altına alır. Ayrıca 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu (KVKK) ve Türk Ceza Kanunu’nun ilgili maddeleri, kişisel verilerin izinsiz olarak kaydedilmesini, elde edilmesini, yayılmasını suç olarak kabul eder.

HTS kayıtlarının elde edilmesi, yalnızca mahkeme kararı ya da savcılık talebiyle mümkündür. Yasal bir gerekçeye dayanmadan HTS kaydı almak, hukuka aykırı bir işlem olarak değerlendirilir ve ciddi yaptırımlara tabidir. Kişisel veri mahiyetindeki bu kayıtların paylaşımı ve kullanımı tamamen yargı sürecinin izniyle yapılmalıdır. Yetkisiz kişilerce alınan HTS kayıtları kesinlikle delil olarak kullanılamaz ve kişisel verilerin hukuka aykırı paylaşımı hem disiplin hem de ceza sorumluluğuna yol açabilir.

Casus Yazılımlar ve Hukuka Aykırı Deliller

HTS kayıtları elde edilirken casus yazılım kullanılması sıkça karşılaşılan sorunlardandır. Casus yazılım veya benzeri tekniklerle kişinin haberi olmadan telefonundaki verilerin elde edilmesi, Türk hukukuna göre açıkça hukuka aykırı bir delil niteliğindedir. Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) gereğince, kişinin rızası veya mahkeme kararı olmadan gizlice yapılan hiçbir kayıt adil yargılamada delil olarak kullanılamaz.

Mahkemeler, casus yazılımla veya benzeri izinsiz yöntemlerle elde edilen arama, mesaj, konum ve baz istasyonu kayıtlarını değerlendirmez. Eğer böyle bir delil sunulursa, hem delili sunan hem de elde eden kişiler hakkına yasal işlem başlatılabilir. Casus yazılımla elde edilen kayıtlar, çoğunlukla davanın seyrini de olumsuz etkiler çünkü özel hayatın gizliliği ve haberleşme özgürlüğü açıkça ihlal edilir. Bu konuda mahkemeler çok hassas davranmakta ve hukuka uygun yol dışında elde edilen hiçbir HTS kaydını dikkate almamaktadır.

HTS Kayıtlarında Yorumlama ve Bilirkişi İncelemesi

HTS kayıtlarının teknik ve hukuki açıdan yorumlanması ve değerlendirilmesi genellikle bilirkişi raporları ile yapılır. Çünkü HTS raporlarının içinde çok sayıda teknik veri, baz istasyonu detayları, zaman aralıkları ve arama geçmişi bulunur. Bunların anlamlı şekilde ortaya konulması ve hangi kişilere ait, hangi lokasyonda, nasıl bir iletişim gerçekleştiğinin tespiti için adli bilişim uzmanlarına ve alanında deneyimli bilirkişilere ihtiyaç vardır.

Bilirkişi incelemesi sırasında, kayıtların zaman, konum, arama ve mesaj trafiği titizlikle analiz edilir. Özellikle ceza davalarında “aynı bölgedeki baz istasyonu sinyali”, “aynı zaman dilimlerinde iletişim trafiği” gibi detaylar çarpıcı önem arz eder. Bilirkişiler, elde edilen HTS verilerini harita üzerinde analiz ederek sanığın veya davaya konu olan kişilerin hareketlerini detaylı biçimde raporlar.

Fakat burada da önemli bir nokta vardır: Bilirkişi raporu, HTS kayıtlarının teknik sonuçlarını doğru biçimde açıklamalı ve olası şüpheleri ortadan kaldıracak şekilde tarafsız olmalıdır. Bu nedenle, HTS kayıtlarının yorumlanmasında sadece ham veriler değil, verinin elde ediliş şekli, kayıtların kapsamı ve teknik detaylar da göz önünde bulundurulmalıdır. Şüpheli veya eksik bilgi bulunduğunda ek bilirkişi incelemesi de yapılabilmektedir.

Özetle, HTS kayıtlarıyla ilgili işlemlerde hukuka uygunluk, kişisel verilerin korunması ve teknik yorumlama süreçlerinde uzman görüşü almak adaletin sağlanması için son derece gereklidir.

Sonuç: HTS Kayıtlarının Önemi ve Sınırlamaları

HTS kayıtlarının önemi, özellikle son yıllarda artan suçların ve davaların çözümünde açıkça görülmektedir. HTS kaydı, iletişim trafiği hakkında detaylı bilgiler sunduğu için, adli süreçlerde delil olarak büyük bir rol almaktadır. Operatörler tarafından saklanan ve talep edildiğinde yetkili makamlara sunulan bu kayıtlar sayesinde, olayların aydınlatılması, suçun ispatı ya da suçsuzluğun ortaya konulmasında önemli bir yere sahiptir.

HTS kayıtlarının bir diğer önemli yönü ise, sadece arama, mesaj ve baz istasyonu konum bilgileriyle sınırlı olmasıdır. Görüşmelerin içeriği bu kayıtlarda bulunmaz. Ayrıca, uygulamalar üzerinden yapılan çağrı ve mesajlaşmalar (örneğin, WhatsApp gibi) genellikle HTS kayıtlarında yer almaz. Bu yüzden bu tür durumlarda başka teknik incelemelere veya dijital delillere ihtiyaç duyulur.

Önemli bir sınırlama da kişisel verilerin korunması ilkesidir. Hukuk kurallarına uygun şekilde alınmayan veya yetkisiz kişiler tarafından kullanılan HTS kayıtları, hem delil olarak geçerli sayılmayabilir hem de kişisel gizlilik haklarına zarar verebilir. Özellikle mahkemeler ve bilirkişiler tarafından yapılan değerlendirmelerde bu kayıtlar, tek başına yeterli görülmeyip genellikle başka delillerle desteklenmesi istenir.

Kısacası, HTS kayıtları adli olayların çözümünde ve olayların aydınlatılmasında çok önemli bir araçtır; fakat sunduğu bilgilerin sınırları olduğu ve her davada tek başına yeterli olmayabileceği mutlaka akılda tutulmalıdır. HTS kayıtlarının hukuka uygun olarak elde edilmesi, doğru yorumlanması ve kişisel mahremiyetin korunması, bu sistemin hem etkin hem de adil bir şekilde kullanılabilmesi için olmazsa olmaz unsurlardır.

Boşanma Davasında Sosyal ve Ekonomik Durum Araştırma Raporu(SED Raporu) Nedir?

Boşanma davalarında Sosyal ve Ekonomik Araştırma Raporu (SED Raporu), mahkemenin tarafların sosyal ve ekonomik durumunu değerlendirmesi için hazırlanan bir belgedir. Bu rapor, genellikle nafaka, tazminat ve velayet gibi konuların kararlaştırılmasında önemli rol oynar. Mahkeme, tarafların malvarlıkları, gelir durumları gibi bilgiler ışığında bu konularda adil bir karar vermeyi hedefler.

Rapor, boşanma davasında hangi tarafın mali destek ihtiyacı olduğunu belirleyebilir. Ayrıca tarafların sahip olduğu taşınmazlar ve diğer malvarlıkları da incelenir. Yargılama süreci içerisinde, özellikle çekişmeli davalarda mahkeme, bu araştırmayı kolluktan talep edebilir.

SED Raporu, boşanma davasının adil ve dengeli sonuçlanması için kilit öneme sahiptir. Hem maddi hem de manevi talepler açısından mahkeme üzerinde belirleyici olabilir.

SED Raporu ve Boşanma Davalarında Önemi

SED Raporu Nedir?

SED raporu, boşanma davalarında çok sık karşılaşılan bir terimdir ve açılımı “Sosyal ve Ekonomik Durum Araştırması Raporu”dur. Boşanma davasının taraflarının mali ve sosyal şartlarını objektif olarak ortaya koymak amacıyla yapılan kapsamlı bir araştırmanın sonucunda hazırlanır. SED raporu, genellikle ilgili mahkeme tarafından, kolluk kuvvetlerine ya da sosyal hizmet uzmanlarına yazılan resmi taleple başlatılır. Bu raporda tarafların maaşı, çalışıp çalışmadığı, mal varlığı, yaşadığı evin durumu, borçları, kiminle beraber yaşadığı, sosyal çevresi gibi birçok detay yer alır.

SED raporunun amacı, tarafların gerçek sosyal ve ekonomik durumunu ortaya çıkarmak ve böylece mahkemenin vereceği nafaka, tazminat, velayet, mal paylaşımı gibi kararlarda adaletli bir yol izlemektir. SED raporu özellikle nafaka miktarının belirlenmesi ve tazminat taleplerinin değerlendirilmesinde büyük önem taşır.

SED Raporunun Yasal Dayanağı

SED raporunun yasal dayanağı, esas olarak Türk Medeni Kanunu’nun ailesel uyuşmazlıklarla ilgili maddelerinden gelir. Hakim, kanun gereği nafaka, tazminat ve benzeri taleplerde hakkaniyetli bir karar verebilmek için tarafların ekonomik ve sosyal durumunu araştırmak ve gerektiğinde bu araştırmaya dayalı rapor elde etmek zorundadır. Bu zorunluluk, çeşitli Yargıtay kararlarında da vurgulanır.

Mahkemeler, Türk Medeni Kanunu’nun 4. maddesine göre hakkaniyet ilkesiyle, 175 ve devamı maddeleri uyarınca da nafaka tayininde, tarafların ekonomik ve sosyal durumunu esas almak durumundadır. SED raporu için kolluk kuvvetlerine yapılacak yazışmalar ve raporlamalar da bu yasal dayanağa bağlı olarak yapılır.

Boşanma Davalarında SED Raporunun Yeri

Boşanma davalarında SED raporunun yeri son derece kritiktir. Çünkü mahkeme, tarafların ekonomik ve sosyal koşullarını kendi gözlemleyemez, bunu ortaya koyacak en güvenilir belge ise SED raporudur. Hakim, bu raporu detaylıca inceleyerek; kimin daha muhtaç durumda olduğunu, kimin daha fazla geliri ya da mal varlığı olduğunu, nafaka ve tazminat konularında tarafların taleplerinin ne kadar yerinde olduğuna karar verir.

Özetle; SED raporu olmadan mahkemenin adil bir nafaka, tazminat veya velayet kararı vermesi oldukça zordur. SED raporu, delil niteliğinde olması nedeniyle hem davacı hem de davalı taraf için büyük önem taşır. Taraflar, SED raporundaki bilgilerde yanlışlık görürse itiraz edebilir veya ek belgeyle gerçeği ortaya koyabilirler. Bu nedenle SED raporu, boşanma davalarında adil bir yargılamanın anahtarıdır ve göz ardı edilemez bir evraktır.

SED Raporunun Hazırlanma Süreci

SED Raporu Talebi Nasıl Yapılır?

SED raporu talebi, genellikle bir boşanma davası sırasında mahkeme kararıyla başlatılır. Mahkeme, tarafların mal varlığını, gelir düzeyini ve sosyal koşullarını tam anlamıyla değerlendirmek isterse, SED (Sosyal Ekonomik Durum) araştırması yapılmasına karar verir. SED raporu talebi için taraflardan biri ya da hakim başvuru yapabilir. Avukatınız aracılığıyla da yazılı bir dilekçe ile mahkemeye başvurulabilir. Özellikle nafaka, tazminat veya velayet gibi konular gündeme geldiğinde, SED raporu talebi sıkça gündeme gelir. Mahkeme, ilgili kurumlara SED raporunun hazırlanması için resmi olarak yazı gönderir.

SED Araştırmasını Yapan Kurumlar

SED araştırmasını yapan kurumlar, başta Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı olmak üzere, bağlı il ve ilçe müdürlükleridir. Mahkeme tarafından gönderilen talep yazısı sonrası, dosya bulunduğu yerin Sosyal Hizmet Merkezi ya da Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı gibi ilgili kurumlara ulaşır. Buralarda görevli sosyal çalışmacılar veya uzmanlar, SED raporunu hazırlamakla görevlidir. Zaman zaman, polis veya jandarma da gelir ve mal bilgisi incelemesi için ek bilgi sağlayabilir.

SED Raporunda İncelenen Kriterler

Gelir ve Çalışma Durumu

Gelir ve çalışma durumu, SED raporunda en kritik başlıklardan biridir. Kişinin sabit bir işte çalışıp çalışmadığı, maaş bordrosu, sigortalı mı yoksa kayıt dışı mı çalıştığı detaylı şekilde araştırılır. Eğer esnaf ise işletmenin aylık kar-zarar dengesi incelenir. Emekli, işsiz ya da ev hanımı olan kişiler için de resmi gelir belgeleri ve destekleyici bilgiler rapora eklenir. Gelir miktarı kadar sürekliliği ve elde edilen gelirin gerçekliği de sorgulanır.

Mal Varlığı ve Borçlar

Mal varlığı ve borçlar, SED raporunda tarafların taşınmaz, araç, banka hesapları, hisseli mallar gibi değerli varlıklarını ortaya koymak için incelenir. Tapu kayıtları, araç tescil belgeleri, banka hesap dökümleri kurumlarca yazışmalar ile doğrulanır. Kişilerin üzerindeki kredi, senet ve banka borçları da araştırılır. Borç olup olmadığı, aylık ödemeler, haciz ya da icra takibinin bulunup bulunmadığı yazılır. Böylece mahkemeye gelir ve gider dengesi hakkında açık bir tablo sunulur.

Yaşam Standartları ve İkamet

Yaşam standartları ve ikamet, kişinin nasıl şartlarda yaşadığını anlamak için önemlidir. Sosyal hizmet uzmanı kişinin evine giderek yerinde inceleme yapar. Evin büyüklüğü, oda sayısı, ısınma şekli, sahip olunan eşyalar, semt ve civarda yaşayanların gelir düzeyi not edilir. Komşu veya muhtardan bilgi alınarak ailenin konut ve yaşam standartları değerlendirilir. Evde yaşayan kişi sayısı, çocukların eğitimi ve genel yaşam kalitesi analiz edilir.

Aile ve Sosyal Çevre Bilgileri

Aile ve sosyal çevre bilgileri kısmında, kişinin yakın akraba ilişkileri, çocuklarıyla ilgisi, sosyal yaşantısı araştırılır. Yardım aldığı ya da destek olduğu kişiler, varsa sosyal destek hizmetleri, çocukların okula devam durumu ve ailenin iç iletişim şekli SED raporunda yer alır. Aile fertlerinin sağlığı, sosyal uyumu, çevresel destekler gibi bilgiler de eklenir. Bu kıstaslar özellikle çocuk velayeti gibi davalarda etkili olur.

Araştırma Sürecinde Dikkat Edilen Hususlar

Araştırma sürecinde dikkat edilen hususlar arasında, tarafsızlık ve objektiflik ilk sıradadır. Sosyal çalışmacılar, taraflardan gelen bilgileri hem belgelerle hem de yerinde gözlemlerle doğrular. Eksik veya yanıltıcı bilgi olması halinde, ek araştırma yapılır. Mahkemenin kararına doğrudan etkisi olduğu için, olabildiğince kesin ve gerçek bilgiler toplanır. Araştırma sürecinde tarafların gizliliğine özen gösterilir ve yasal mevzuata uygun hareket edilir.

Araştırmanın süresi, yoğunluğa göre değişse de genellikle 1-2 ayda tamamlanır. Sonrasında hazırlanan SED raporu mahkeme dosyasına sunularak sürecin ilerlemesine katkı sağlar.

SED Raporunun Hukuki Sonuçlara Etkisi

SED raporu, boşanma davalarında ve sonuçlarında oluşacak hukuki kararlar açısından önemli bir yere sahiptir. Mahkemelerin nafaka, tazminat, velayet ve mal paylaşımı gibi konulardaki kararı üzerinde doğrudan bir etkisi olabilir. SED raporunun sunduğu bilgiler; tarafların ekonomik ve sosyal durumunu, çocukların ihtiyaçlarını ve yaşam standartlarını objektif olarak ortaya koyar. Bu da hâkimin takdir hakkını dengeli ve adil bir şekilde kullanmasını sağlar.

Nafaka Kararlarında SED Raporu

Nafaka kararlarında SED raporu, tarafların maddi durumunun, yaşam tarzının ve geçim koşullarının tespiti açısından kritik bir araçtır. Mahkeme, nafaka miktarını belirlerken SED raporunda yer alan bulguları dikkate alarak, adaletli bir karar verme yoluna gider. Nafaka türlerine göre SED raporunun etkisi değişiklik gösterebilir.

Tedbir Nafakası

Tedbir nafakası belirlenirken SED raporu devreye girer ve tarafların mevcut ekonomik durumu ayrıntılı şekilde incelenir. Boşanma davası süresince, özellikle çocukların ve maddi olarak zorda kalan tarafın mağdur olmaması için geçici mali destek amacıyla tedbir nafakası bağlanır. SED raporunda tarafların gelir-gider durumu ve yaşam standartları detaylandırıldığı için, mahkeme adil bir miktar belirlemek konusunda bu rapordan büyük ölçüde faydalanır.

İştirak Nafakası

İştirak nafakası, velayeti alamayan eşin çocukların bakımı ve eğitimi için katkıda bulunmasını sağlayan bir nafaka türüdür. SED raporunda, çocuğun yaşam koşulları, rutin ihtiyaçları, eğitim durumu, sağlık harcamaları gibi bilgiler net şekilde ortaya konur. Bu da iştirak nafakası miktarının belirlenmesinde objektif bir dayanak oluşturur. Hâkim, çocuğun yaşam standardının korunmasını ve nafaka yükümlüsünün ekonomik gücünü göz önünde bulundurarak karar verir.

Yoksulluk Nafakası

Boşanma sonrası yoksulluğa düşecek olan tarafın talep edebildiği yoksulluk nafakası için de SED raporu önemlidir. Bu rapor, nafaka talep edenin gerçekten yoksulluk tehlikesi altında olup olmadığını, iş gücü durumunu, harcamalarını ve sahip olduğu mal varlığını değerlendirir. Böylece hak kayıplarının ve haksız zenginleşmenin önüne geçilmiş olur.

Tazminat Taleplerinde SED Raporu

Tazminat taleplerinde SED raporu, tarafların maddi ve manevi zararının boyutunu değerlendirebilecek objektif verilere ulaşmayı sağlar. Hem maddi hem manevi tazminat kararlarında hâkim, SED raporunda yer alan ekonomik ve sosyal bilgilerle tazminatın miktarını adil bir şekilde saptar.

Maddi Tazminat

Maddi tazminat taleplerinde, boşanmadan kaynaklı olarak uğranılan maddi zararlar hesaplanır. SED raporunda, tarafların gelir durumları, yaşam standartları, evlilik içerisindeki ekonomik katkılar gibi kıymetli veriler bulunur. Bu sayede hâkim, mağdur olan tarafa gerçek zararını karşılayacak düzeyde tazminat verilmesinin önünü açar.

Manevi Tazminat

Manevi tazminat taleplerinde ise yaşanan duygusal zararlar ortaya konmak istenir. SED raporu, psikolojik ve sosyal durum hakkında hazırlanan bulgularla, taraflardan birinin diğerine yaşattığı manevi zararın boyutunun anlaşılmasına yardımcı olabilir. Böylece manevi tazminat miktarının tespitinde de adil bir yaklaşım benimsenir.

Velayet ve Çocuğun Durumu Kararlarında SED Raporu

Velayet kararlarında SED raporu, çocuğun üstün yararını gözetmek için başvurulan en önemli araçlardan biri haline gelmiştir. Raporda; tarafların sosyal ortamı, maddi imkânları, çocukla olan ilişkileri ve çocuğun gelişimi için sundukları olanaklar kapsamlı şekilde değerlendirilir. Hâkim, bu veriler doğrultusunda çocuğun en iyi gelişimini sağlayacak ebeveyne velayeti vermeye çalışır. Ayrıca SED raporundaki bilgiler doğrultusunda, çocuğun yaşam koşulları iyileştirilmeye çalışılır ve varsa riskler tespit edilir.

Mal Paylaşımı ve SED Raporu

Mal paylaşımında SED raporu, tarafların sahip olduğu taşınır ve taşınmaz malları, gelirleri ile borç durumlarını net şekilde ortaya koyar. Özellikle edinilmiş malların tespiti ve evlilik süresince ortak kazançların belirlenmesinde büyük fayda sağlar. SED raporu ile mal paylaşımı sırasında haksızlıkların ve gizlemelerin önüne geçilerek, tarafların hakkaniyete uygun bir bölüşüm yapması amaçlanır.

SED raporu, tüm bu başlıklar altında boşanma davasının adil ve şeffaf bir şekilde sonuçlanmasına temel oluşturan kritik bir belge işlevi görmektedir. Bu nedenle hem taraflar hem de mahkemeler için son derece değerlidir.

SED Raporu ile İlgili Sıkça Sorulan Sorular ve Sorunlar

SED Raporuna İtiraz Hakkı ve Yöntemi

SED raporuna itiraz hakkı, boşanma davalarında tarafların en çok merak ettiği konuların başında gelir. SED raporunun gerçeğe aykırı ya da eksik olduğuna inanıyorsanız bu rapora mahkemeye vereceğiniz bir dilekçe ile resmi şekilde itiraz edebilirsiniz. İtiraz dilekçenizde, rapordaki hatalı veya eksik gördüğünüz noktaları belirterek, yeni bir araştırma yapılmasını veya ek rapor talep edebilirsiniz. Hakim, gerekçenizin yerinde olduğuna kanaat getirirse, yeni bir SED raporunun hazırlanmasına karar verebilir. Unutmayın, rapora itiraz etmek için raporun tebliğinden sonra makul sürede harekete geçmek gereklidir.

SED Raporunun Eksik veya Hatalı Olması Durumunda Ne Yapılır?

Boşanma davalarında SED raporu eksik veya hatalı ise bu durumun telafisi için mahkemeye başvuruda bulunabilirsiniz. Eksiklik veya hata, tarafların beyanlarının yanlış alınması, yanlış bilgi toplanması ya da yanlış değerlendirme yapılması gibi nedenlerden olabilir. Böyle bir durumda, SED raporuna yazılı olarak itiraz edilmeli ve hatanın nerede olduğu açıkça belirtilmelidir. Mahkeme gerekli görürse, yeni bir rapor düzenlenmesi veya bir bilirkişiden ek rapor alınmasını sağlayabilir. Bu nedenle SED raporu dikkatlice incelenmeli, yanlışlık fark edildiğinde zaman kaybetmeden harekete geçilmelidir.

Yalan Beyan ve SED Raporunda Gerçek Dışılık Problemleri

SED raporunda yalan beyan ya da gerçek dışı bilgilerin yer alması, hem davanın sonucunu etkileyebilir hem de hukuki sorunlara yol açabilir. Tarafların, ekonomik ve sosyal durumları hakkında doğru beyanda bulunma yükümlülüğü vardır. Doğru olmayan bir beyan, mahkemenin yanlış karar vermesine sebebiyet verebilir. Üstelik, bilerek yanıltıcı bilgi sunmak Türk Ceza Kanunu’na göre resmi belge düzenlenmesinde yalan beyan suçu kapsamında değerlendirilebilir ve yaptırımı olabilir. Şüpheli bir durum olduğunda, mutlaka itiraz edilmeli ve doğru deliller sunulmalıdır.

SED Raporunun Yeniden Alınması Gereken Durumlar

Bazı hallerde, SED raporunun tekrar alınması gerekebilir. Taraflardan birinin maddi durumunda ciddi bir değişiklik olması, ilk raporda önemli bir eksik veya hata tespit edilmesi, ya da mahkemeye yeni deliller sunulması bu duruma örnektir. Ayrıca, itiraz üzerine mahkeme yeni bir raporun alınmasına karar verebilir. Hakim, güncel durumu doğru şekilde değerlendirmek için ikinci bir rapor aldırabilir. SED raporunun geçerliliğinin korunması için, önemli değişikliklerde veya şüpheli hallerde yeniden rapor alınması talep edilmelidir.

Yurt Dışında Yaşayan Kişiler İçin SED Araştırması

Yurtdışında yaşayan taraflar için SED raporunun hazırlanması biraz daha karmaşıktır. Mahkeme, yurtdışında olan kişinin bulunduğu ülkenin Türk Konsolosluğu aracılığıyla veya adli yardım yoluyla sosyal ve ekonomik durumu hakkında bilgi talep edebilir. Konsolosluk, ilgili ülkedeki resmi kurumlardan veri alabilir veya taraflardan belge sunmaları istenebilir. Bu süreç, yurt içindeki araştırmaya göre daha uzun ve zahmetli olabilir. Dolayısıyla, yurt dışında yaşayan bir taraf varsa SED araştırması için gerekli belgelerin hazırlanması ve iletişimde kalınması büyük önem taşır.

SED raporu sürecinde yaşanan sorunlar, doğru bilgi ve zamanında müdahaleyle çözülebilir. Taraflar, haklarını korumak için süreci yakından takip etmeli ve gerektiğinde profesyonel hukuki destek almalıdır.

SED Raporunun Anlaşmalı ve Çekişmeli Boşanma Davalarında Kullanımı

Anlaşmalı Boşanmalarda SED Raporunun Gerekliliği

Anlaşmalı boşanma davalarında SED raporu genellikle zorunlu değildir. Çünkü iki taraf da boşanma ve sonuçları konusunda uzlaşmaya varır ve bu anlaşmalar bir protokolle mahkemeye sunulur. SED raporu, taraflar arasında mal paylaşımı, nafaka, çocukların velayeti gibi konularla ilgili herhangi bir uyuşmazlık olmadığında mahkemece talep edilmez. Ancak, bazı durumlarda çocukların yaşadığı ortam veya maddi koşullar hakkında mahkemede şüphe oluşursa, hâkim SED raporunun hazırlanmasını isteyebilir.

Örneğin, taraflar arasında protokolde yer alan nafakanın çocuğun ihtiyaçlarını karşılayamayacak kadar düşük olması halinde ya da velayet hususunda çocuğun yüksek yararının bulunmadığından emin olunmazsa, mahkeme resen SED araştırması başlatabilir. Bu nedenle, anlaşmalı boşanmalarda SED raporunun gerekliliği genellikle ortaya çıkan özel durumlara göre değişiklik gösterir. Taraflar kendi aralarında her konuda anlaştıkları için çoğunlukla SED raporuna gerek duyulmaz, fakat çocuğun menfaati her zaman ön planda tutulur.

Çekişmeli Boşanmalarda SED Raporunun Önemi

Çekişmeli boşanma davalarında SED raporu çok daha sık kullanılan ve kritik öneme sahip bir belgedir. Taraflar arasında özellikle nafaka, tazminat, velayet veya mal paylaşımı konusunda ciddi bir anlaşmazlık varsa, mahkemeler karar vermek için tarafların sosyal ve ekonomik durumlarının objektif olarak analiz edilmesini isterler. İşte burada SED raporu devreye girer.

Çekişmeli davalarda SED raporu, tarafların çalışma durumları, aylık gelirleri, sahip oldukları mal varlıkları, borçları, yaşam standartları ve aile içi ilişkileri hakkında detaylı bilgiler içerir. Hakim, nafakanın miktarının belirlenmesinden tutun, çocuğun hangi tarafın yanında kalacağına kadar birçok karar için SED raporundaki bulguları dikkate alır. Özellikle taraflardan biri gelirini veya mallarını gizlemeye çalışıyorsa, SED raporu gerçek durumun ortaya çıkmasını sağlar. Ayrıca, haksız veya yüksek nafaka taleplerinin önüne geçilmesinde SED raporu sayesinde adaletli bir yol izlenebilir.

Sonuç olarak çekişmeli boşanmalarda SED raporunun önemi büyüktür. Mahkemelerin adil ve objektif kararlar verebilmesi, çoğu zaman bu raporda sunulan bilgiler sayesinde mümkün olur. Bu nedenle çekişmeli davalarda genellikle SED araştırması yapılması kaçınılmazdır.

Yargıtay’ın SED Raporu Hakkındaki Görüşleri

Yargıtay’ın SED raporu hakkındaki görüşleri, boşanma davalarında bu raporun çok önemli ve belirleyici bir rol oynadığını gösteriyor. SED raporu, tarafların ekonomik ve sosyal durumlarına dair objektif bir değerlendirme sunar. Yargıtay’a göre, özellikle nafaka, tazminat ve velayet gibi kararlarda mahkemeler, ciddi şekilde bu rapordaki bulgulara dayanmalıdır.

Yargıtay içtihatlarında SED raporunun, mahkemenin kararını sağlam bir temele oturtmasını sağladığı belirtilir. Yani mahkeme, tarafların gelirini, mal varlığını, borçlarını ve yaşam standartlarını bu rapora göre daha sağlıklı değerlendirebilir. Yargıtay, SED raporunun sadece şeklen alınmasının yeterli olmadığını, mutlaka ayrıntılı bir araştırma ile hazırlanmasını ve gerçek ekonomik–sosyal durumu yansıtmasını talep etmektedir.

Buna ek olarak, Yargıtay SED raporu hazırlanırken tarafların beyanlarının doğruluğunun araştırılmasını ister. Taraflardan biri gelirini gizler veya yanlış bilgi verirse, mahkemenin bu konuda gerekirse ek araştırma yaptırmasını gerekli görür. Kısacası, SED raporu Yargıtay için sadece formalite bir belge değil; kesin ve güvenilir verilere dayanmalı ve yargılamanın temel dayanaklarında biri olmalıdır.

Eksik/Çelişkili SED Raporlarının Kararlara Etkisi

Eksik veya çelişkili SED raporları, mahkeme kararlarını doğrudan etkileyen en büyük sorunlardandır. Yargıtay’ın bu konudaki yaklaşımı çok nettir: Eğer SED raporu eksik araştırma sonucu hazırlanmışsa ya da rapordaki bilgiler çelişkili ise, mahkeme kararının bozulmasına kadar gidebilecek sonuçlar doğabilir.

Örneğin, Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin çeşitli kararlarında şu ifadeler sıkça yer alır: “Eksik inceleme ile düzenlenen SED raporuna dayanılarak verilen kararlar doğru değildir.” Bu, yani mahkemenin yalnızca eksik bir rapora dayanarak nafaka, tazminat veya velayet kararı vermesi hukuken uygun bulunmaz. Mahkeme, rapordaki eksiklik ve çelişkileri tespit ettiğinde, tekrar veya ek bir SED raporu istemek zorundadır.

Aynı zamanda çelişkili bilgiler varsa, yani tarafların gelirleri veya yaşam standartları raporda gerçeği yansıtmıyorsa, Yargıtay bu durumun düzeltilmesi için dosyanın yeniden incelenmesini veya kapsamlı bir araştırmanın yapılmasını ister. Çünkü yanlış ya da eksik bir rapor üzerinden verilen mahkeme kararları çok ciddi mağduriyetlere yol açabilir.

Sonuç olarak, Eksik ya da çelişkili SED raporları hem ilk derece mahkemelerde hem de istinaf ve Yargıtay seviyesinde en sık bozma nedenlerinden biridir. Mahkemelerden beklenen, SED raporlarının eksik ya da yanlış bir şekilde düzenlenmesine asla göz yummamaları, kararlarını güncel ve gerçek bilgiye dayandırmalarıdır. Bu nedenle, tarafların ve avukatların SED raporları üzerindeki çelişkileri ve eksikleri ısrarla takip etmeleri kritik öneme sahiptir.

SED Raporunun Eleştirileri ve Uygulamadaki Sorunlar

Taraf Beyanlarına Dayalı Hazırlama Problemleri

SED raporlarının hazırlanmasında çoğu zaman taraf beyanlarına dayalı bilgiler öne çıkmaktadır. Yani, mahkemeye sunulan SED raporunda, genellikle davalı veya davacı taraflardan alınan sözlü beyanların önemli bir kısmı rapora yansımaktadır. Bu durum, gerçeklikten uzak, abartılı veya eksik bilgi aktarımı riskini beraberinde getirir.

Taraflar, maddi durumlarının, sosyal çevrelerinin veya yaşam standartlarının olduğundan farklı görünmesi için bilinçli olarak yanlış ya da eksik bilgi verebilirler. Özellikle nafaka, tazminat gibi hakları etkileyen aşamalarda bu durum daha fazla öne çıkar. Eksik araştırma yapılması veya sadece beyana dayanılması halinde, hakimler yanlış kararlar verebilir. Uygulamada en çok karşılaşılan sorun, SED raporlarının yüzeysel ve eksik verilere dayanarak hazırlanmasıdır.

Kimi zaman beyanların doğruluğu inceleme sırasında sorgulanmaz, belgelerle desteklenmez ya da yeterli çapraz kontrol yapılmaz. Bu nedenle SED raporu beklenen objektifliği ve güvenilirliği kaybedebilir. Bu, özellikle çekişmeli boşanma davalarında daha belirgin bir sorundur.

Araştırmalarda Saha Çalışmasının Önemi

Araştırmalarda saha çalışmasının önemi oldukça büyüktür. SED raporunun yalnızca masa başı incelemelerle hazırlanması, çoğu zaman mevcut ekonomik ve sosyal durumun tam olarak yansıtılmasını engeller. Sahada yapılan incelemeler, kişinin oturduğu yerin, yaşam biçiminin, gerçek gelirlerinin ve günlük alışkanlıklarının yerinde gözlenebilmesini sağlar.

Saha çalışması ile mülakatlar, ziyaretler ve komşu çevrelerden bilgi toplamak, raporun doğruluğunu artırır. Ancak uygulamada, personel yetersizliği, zaman kısıtlaması veya iş yükü gibi nedenlerle saha çalışmaları ya hiç yapılmamakta veya yüzeysel bırakılmaktadır. Bu da SED raporlarının çoğu zaman eksik ve yanıltıcı olmasına yol açar.

Son yıllarda bazı mahkeme ve uzmanlar, saha incelemesine daha fazla ağırlık verilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Özellikle nafaka, tazminat ve velayet gibi konularda adil kararların verilebilmesi için SED araştırmasının titizlikle ve yerinde yapılması gerekmektedir. Sahada doğru yapılmayan bir inceleme, mahkeme kararlarının adaleti açısından ciddi riskler oluşturabilir.

Tüm bu eleştiriler ve uygulamadan kaynaklanan problemler, SED raporlarının hukuki sonuçlara etkisi güçlü olduğu için daha dikkatli, şeffaf ve gerçekçi hazırlanması gerektiğini göstermektedir.

Sonuç ve Değerlendirme

SED raporu ve boşanma davalarında SED raporunun önemi, hem tarafların hem de mahkemelerin adil ve doğru karar vermeleri için büyük önem taşımaktadır. Boşanma davalarında mahkemeler, özellikle nafaka, tazminat, mal paylaşımı ve velayet gibi önemli konularda karar verirken SED raporundan alınan verilere büyük ölçüde dayanır. Bu rapor; tarafların maddi durumlarının, sosyal çevrelerinin, yaşam standartlarının ve çocukların menfaatinin objektif bir şekilde değerlendirilmesini sağlar.

SED raporunun hazırlanma süreci, birçok kurumun iş birliğiyle yapılan titiz incelemeleri de içine alır. Taraflardan alınan bilgiler, kurumlar tarafından sahada ve resmi belgelerle karşılaştırılarak doğrulanır. Fakat SED raporunda yanlışlık, eksiklik ya da taraflı beyanlar olması, zaman zaman hukuki güvenliğe zarar verebilir. Bu yüzden SED raporunun yenilenmesi, eksik veya hatalı olması halinde itiraz yöntemlerinin etkin şekilde kullanılması büyük önem taşır.

Yargı uygulamalarında da SED raporları sıkça tartışma konusu olsa da, mahkemelerin gerekçeli karar yazarken somut ve nesnel delil olarak SED raporunu dayanak aldığı görülmektedir. Ancak tarafların beyanlarıyla hazırlanan raporların yargı içtihatlarında zaman zaman eleştirildiği ve ikinci bir araştırmanın gerektiği durumlar da söz konusudur.

Sonuç olarak, SED raporunun hem tarafların haklarının korunması hem de mahkemenin doğru karar vermesi için çok yönlü ve hassas bir unsur olduğunu vurgulamak gerekir. Tarafların bu sürece aktif biçimde katılımı, doğru ve eksiksiz bilgi sunmaları, SED raporunun sağlıklı hazırlanmasını ve hukuki güvenliğin güçlenmesini sağlayacaktır. Özellikle ekonomik ve sosyal verilerin titizlikle araştırılması, davaların adil biçimde sonuçlanmasında hayati rol oynar. Boşanma davalarında SED raporunun güncel, doğru ve tarafsız hazırlanması, hem mahkeme hem taraflar için vazgeçilmez bir adımdır.

Aile Konutu Şerhi Nedir? Taşınmazın Tapu Kaydına Aile Konutu Şerhi Nasıl Konulur?

Aile Konutu Şerhi, Türk Medeni Kanunu’nun 194. maddesi kapsamında düzenlenen önemli bir hukuki işlemdir. Aile konutu olarak belirlenen taşınmazların korunmasını amaçlar ve malik olmayan eşin, tek başına bu konut üzerinde tasarruf işlemlerine engel olmasını sağlar. Taşınmazın aile konutu şerhi ile tapuda işaretlenmesi durumunda, eşlerden biri diğerinin rızası olmadan konut üzerinde satma, kiralama gibi işlemler gerçekleştiremez.

Aile konutu şerhi koymak için, eşlerden biri tapu müdürlüğüne gerekli belgelerle başvurarak işlemi gerçekleştirebilir ya da mahkeme kararı ile aynı sonuç elde edilebilir. Bu işlem tamamen ücretsizdir ve evlilik sona erdiğinde, yani boşanma ya da ölüm gibi durumlarda otomatik olarak kalkar. E-devlet üzerinden de bu işlem yapılabilmektedir. Aile konutu şerhi, eşlerin haklarını korumak amacıyla büyük önem taşır.

Her aile konutu için yalnızca bir taşınmaz üzerinde şerh konulabilir ve bu taşınmaz, eşlerin fiilen ikametgah olarak kullanıldığı yer olmalıdır.

Aile Konutu Şerhi Nedir?

Aile konutu şerhi, eşlerden birinin diğerinin yazılı rızası olmadan aile konutu üzerinde satış, devir, ipotek gibi önemli işlemler yapmasını engelleyen hukuki bir güvencedir. Tapu kütüğüne yapılan bu şerh sayesinde, evin sahibi olmayan eş de konut üzerindeki haklarını koruma altına alır. Yani aile bireylerinin yaşadığı, ortak hayatlarını idame ettirdikleri ve barındıkları ev, malik olan eşin tek başına tasarrufuna bırakılmaz, diğer eşin açık izni olmadan işlem yapılamaz.

Aile konutu şerhi sayesinde, aile, özellikle malik olmayan eş, evin satışı ya da başkalarına devri gibi istenmeyen durumlara karşı korunmuş olur. Sonuç olarak, şerh, ailenin ortak yaşam alanını güvence altına alan bir hukuki düzenlemedir.

Türk Medeni Kanunu’nda Aile Konutu Şerhi

Türk Medeni Kanunu’nun 194. maddesi, aile konutu şerhinin temel hukuki dayanağını oluşturur. Kanunun bu maddesine göre; “Eşlerden biri, diğer eşin açık rızası bulunmadıkça, aile konutu ile ilgili kira sözleşmesini feshedemez, aile konutunu devredemez veya aile konutu üzerindeki hakları sınırlayamaz.” Ayrıca maddenin üçüncü fıkrasında, malik olmayan eşin tapu kütüğüne aile konutu şerhi konulmasını talep edebileceği açıkça belirtilmiştir.

Bu kanuni düzenleme ile aile konutunun korunması ve özellikle malik olmayan eşin mağduriyetinin önüne geçilmesi amaçlanmıştır. Aile konutu şerhi, sadece evli çiftler için değil; çocukların ve ailenin huzur içinde yaşamasını sağlamak açısından da büyük öneme sahiptir.

Aile Konutu Kavramı ve Özellikleri

Aile konutu kavramı, sadece tapuda görünen bir tanımlama değil, aile fertlerinin fiilen ikamet ettiği, bütün yaşamsal faaliyetlerini sürdürdüğü, manevi bir değere sahip olan ve ailenin merkezi halini alan yer anlamına gelir. Aile konutu, eşler ve varsa çocukların sürekli olarak bir arada yaşadığı, barındığı ve hayatını sürdürdüğü ana ikametgâhtır.

Burada dikkat edilmesi gereken en önemli unsur, bir konutun aile konutu sayılabilmesi için evlilik birliği içinde fiilen ortak yaşama merkezinin orası olması gerekir. Bir çiftin birden fazla evi olabilir; ancak her ev aile konutu olmaz. Tek bir yer, aile yaşamının odağıdır ve bu da somut şartlara bakılarak değerlendirilir.

Aile konutunun özellikleri:

  • Eşler, çocuklar ve aile fertlerinin ana barınma yeridir.
  • Yaşam alışkanlıklarının, mutluluk ve üzüntülerin, gündelik hayatın paylaşıldığı mekândır.
  • Kısa süreli yazlık, memleket evi, tatil evi gibi yerler aile konutu kapsamında sayılmaz.
  • Aile konutu şerhi, tapu kaydına işlenerek koruma altına alınır.

Aile Konutu Şerhinin Amacı ve Önemi

Aile konutu şerhinin asıl amacı, aile birliğini ve evlilik kurumunu maddi açıdan güçlendirmek ve korumaktır. Kanunen sağlanan bu hak sayesinde, bir eşin diğerinin izni olmadan aile üyelerinin yaşadığı evi devretmesi ya da üzerinde başkaca işlemler yapması imkansız hale gelir.

Aile konutu şerhi şu açılardan özellikle önemlidir:

  • Malik olmayan eşin, ev üzerinde söz hakkı kazanmasını sağlar.
  • Beklenmedik şekilde evin başkalarına devredilmesinin, satılmasının ya da ipotek edilmesinin önüne geçer.
  • Üçüncü kişilerin kötü niyetli işlemlerine karşı aileyi, özellikle evde ikamet eden çocukları korur.
  • Boşanma, ölüm veya benzeri bir olay gerçekleşene kadar, şerh sayesinde ev aileye aittir ve güvence altındadır.

Sonuç olarak, aile konutu şerhi; aileyi, maddi ve manevi anlamda sarsıcı sonuçlardan koruyarak, toplumsal huzurun da sağlanmasına yardımcı olur. Evlilik birliğinde dengeyi gözetir, güç duruma düşen eşin ve çocukların mağdur olmasına engel olur.

Hangi Taşınmazlara Aile Konutu Şerhi Konulabilir?

Hangi taşınmazlara aile konutu şerhi konulabilir sorusu çok merak edilmektedir. Aile konutu şerhi, sadece fiilen aile olarak yaşanılan, tapuda mesken niteliğinde kayıtlı taşınmazlara konulabilir. Tapu kütüğünde kayıtlı olması mustur. Kiralık evlerde aile konutu şerhi mümkün değildir, şerh yalnızca ayni (mülkiyet) hakkı mevcut olan konutlar için geçerlidir. Ayrıca paylaşmalı yani hisseli tapularda da, orada aile olarak yaşıyorsanız, gerekli belgeleri sağlarsanız aile konutu şerhi koyulabilir.

Aile Konutu Şerhinin Konulabileceği Haller

Aile konutu şerhinin konulabileceği hallerin başında aile bireylerinin fiilen birlikte yaşamını sürdürdükleri ve sürekli olarak ikamet ettikleri taşınmaz gelir. Yani yazlık, bağ evi, dağ evi gibi arızi olarak kullanılan yerler aile konutu olamaz. Şerh, evliliğin devamı sürecinde ve sadece başvuru yapan eş, malik olmayan eş, ekteki belgeleriyle tapu müdürlüğüne başvurarak işletebilir. Aile konutu olması için resmi nikah ve fiili kullanım mutlaka gereklidir.

Aile Konutu Şerhinin Konulamayacağı Durumlar

Aile konutu şerhi kiralanan taşınmazlara (kiracı olduğunuz evde) veya aile bireylerinin birlikte fiilen yaşamadığı evlere konulamaz. Aynı şekilde sadece yaz tatillerinde kalınan yazlık evler veya sürekli boş olan evler için aile konutu şerhi istenemez. Ayrıca mülkiyeti tamamen üçüncü bir kişiye ait olan (hiçbir eşin hakkı olmayan) yerlere şerh işlenemez.

Birden Fazla Konuta Aile Konutu Şerhi Konulabilir mi?

Birden fazla konuta aile konutu şerhi konulabilir mi sorusunun yanıtı nettir: Yasal olarak bir evlilik birliği için sadece tek bir konuta aile konutu şerhi konulabilir. Hatta yıl içinde farklı evlerde yaşanıyor olsa bile, “esas yaşam merkezi” olarak nitelendirilen tek bir ev bu anlamda şerh kapsamına girer. Yazlık, köy evi, ikinci/müstakil ev üzerine ikinci bir aile konutu şerhi konulamaz. Sadece ailenin ortak ve sürekli kullandığı eve konabilir.

Fiilen İkamet Şartı

Fiilen ikamet şartı, aile konutu şerhi koymanın olmazsa olmazıdır. Eşlerin ve varsa çocukların bu adreste birlikte, düzenli olarak yaşaması gereklidir. Tapu müdürlüğü şerh talebinde ikametgah belgesi ya da muhtarlık/ apartman yöneticisinden alınan onaylı belge isteyebilir. Yani sadece tapuda malik görünen ev değil, fiilen aile hayatının geçtiği ev aile konutu olur ve şerh için kanıt gösterilmelidir. Kullanılmayan, boş, arada bir uğranılan evler aile konutu sayılamaz.

Özetle, aile konutu şerhi koymak istiyorsanız tapulu bir konut, evlilik, birlikte düzenli ikamet (fiilen kullanım) ve başvuran eşin malik olmaması gibi belli koşulları sağlamalısınız. Sadece bir ev için yapılır ve sadece gerçekten “yaşanılan” konutlar bu hakkı elde eder.

Aile Konutu Şerhi Koyma Süreci

Aile konutu şerhi koyma süreci, aile konutunun korunması ve eşlerin haklarının güvence altına alınması için çok önemli bir işlemdir. Aile konutu şerhi sayesinde, tapuda kayıtlı konut üzerinde tek başına işlem yapılmasının önüne geçilmiş olur. Şerh koymak için izlenmesi gereken adımlar ve toplamanız gereken belgeler bellidir. İşte bu süreçle ilgili merak edilenler ve adım adım yapılacak işlemler:

Şerh Koymak İçin Gereken Belgeler

Aile konutu şerhi için tapu müdürlüğüne ya da mahkemeye başvurmadan önce, aşağıdaki belgelerin hazırlanması gerekmektedir:

Yerleşim Yeri Belgesi

Yerleşim yeri belgesi, şerh konulacak taşınmazda fiilen ikamet edildiğini göstermesi için istenen en önemli belgedir. Bu belgeyi e-Devlet üzerinden veya nüfus müdürlüklerinden kolayca alabilirsiniz. Bu evrak, başvuru esnasında kişinin gerçekten orada yaşadığını kanıtlaması açısından zorunludur.

Medeni Hal Belgeleri (Evlilik Cüzdanı, Nüfus Kayıt Örneği)

Medeni hal belgeleri arasında evlilik cüzdanı fotokopisi ya da nüfus kayıt örneği bulunur. Bu belgeler evli olduğunuzu ve kimlik bilgilerinizi resmi olarak belgelemenizi sağlar. Tapu müdürlüğü, başvurucunun aile yapısına dair şüphe duymamak için bu evraklara bakar.

Muhtarlık/Apartman Yönetimi Belgesi

Bazı tapu müdürlükleri, taşınmazda eşlerin ikamet ettiğini ve bunun apartman yönetimi veya muhtarlık tarafından doğrulandığını gösteren ek bir belge istemektedir. Apartman yöneticisinden veya mahalle muhtarından alınacak ikamet belgesi veya yazılı teyit, işlemin daha hızlı sonuçlanmasını sağlar.

Tapu Bilgileri/Ada Parsel Bilgisi

Aile konutu şerhinin hangi taşınmaz üzerine işleneceğini doğru belirtmek için tapu fotokopisi veya ada-parsel bilgisi gereklidir. Tapu kayıt numarası, ada-parsel numarası başvurunun eksiksiz yapılması için mutlaka hazır bulundurulmalıdır.

Varsa Vekaletname

Başvuru şahsen yapılmayacaksa ve işlemler bir vekil aracılığıyla yürütülecekse, noterden onaylı vekaletname gereklidir. Vekil tayin edilen kişinin yetkilerinin belirtildiği bu belge olmadan üçüncü kişiler işlem yapamaz.

Diğer Gerekli Belgeler

Bazı durumlarda tapu müdürlüğü ek belgeler de talep edebilir. Örneğin; kimlik fotokopisi, başvuru dilekçesi, mahkeme kararı (varsa), ya da eşin rızasını gösteren belgeler istenebilir. Bu nedenle başvuru öncesinde ilgili tapu müdürlüğüyle iletişime geçmekte fayda vardır.

Tapu Sicil Müdürlüğüne Başvuru

Tüm belgeler toplandıktan sonra, ilgili Tapu Sicil Müdürlüğüne başvuru yapılır. Başvuru, konutun bulunduğu tapu müdürlüğüne bizzat ya da e-Devlet/Web Tapu üzerinden online olarak yapılabilir. Belgeler kontrol edilir, gerekli görülürse eksikler tamamlatılır. Şerh işlemi tamamlandığında, tapuda “aile konutu şerhi” resmi olarak işlenir ve konutun tapu kaydına bu durum yansır.

Başvurunun ardından tapu müdürlüğü, taşınmazın aile konutu olma şartlarını taşıyıp taşımadığını inceler ve uygun görürse şerhi kayıtlara geçirir. Böylece artık taşınmaz için eşlerden birinin onayı olmadan satış, devretme veya ipotek gibi işlemler yapılamaz.

Mahkeme Kararı ile Şerh Koyma

Bazı durumlarda eşlerden biri tapu malikiyse ve diğer eş açıkça rıza göstermiyorsa ya da taşınmazın aile konutu olduğu konusunda anlaşmazlık çıkarsa, mahkeme kararıyla şerh koyma yoluna gidilebilir. Aile mahkemesine başvurularak aile konutu şerhinin tapuya işlenmesi talep edilir.

Mahkeme, gerekli araştırmaları ve incelemeleri yaptıktan sonra, taşınmazın gerçekten aile konutu olduğuna karar verirse bu hususta karar alınır. Karar, ilgili tapu müdürlüğüne gönderilir ve aile konutu şerhi mahkeme kararıyla tapuya işlenir. Bu yöntem daha uzun sürebilir; ancak taraflar arasında uyuşmazlık varsa tek çıkış yolu olabilir.

İşte bu süreci doğru yürütmek, aile konutunun korunması ve ileride yaşanabilecek mağduriyetlerin önlenmesi için oldukça önemlidir.

E-Devlet Üzerinden Başvuru Adımları

E-Devlet üzerinden aile konutu şerhi koymak artık oldukça kolay bir hale gelmiştir. E-Devlet sistemi ile tapu işlemleri internet üzerinden başlatılabiliyor. E-Devlet ile aile konutu şerhi için öncelikle www.turkiye.gov.tr adresine TC kimlik numaranız ve şifrenizle giriş yapmanız gerekir.

E-Devlet girişinden sonra, “Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü” hizmetleri bölümüne tıklayın. Açılan menüden “Web Tapu” seçeneğini bulup tıklayın. Web Tapu sistemine yönlendirileceksiniz. Burada “Bireysel Başvuru İşlemleri” kısmından “Yeni Başvuru” seçeneğini seçin.

Başvuruyu başlatırken; başvuru türü olarak “Aile Konutu Şerhi Koyma” işlemini işaretleyin. Sistemde başvuru yapmak istediğiniz taşınmaza dair tapu bilgilerini, ada ve parsel numarasını doğru şekilde girin. Gerekli belgeleri (nüfus cüzdanı, evlilik cüzdanı, yerleşim yeri belgesi gibi) sisteme yükleyin. Başvurunuzun son aşamasında, işleminizi onaylayın ve başvuru numaranızı not edin.

Başvurunuz işleme alındıktan sonra, size SMS ile bilgi verilecektir. Gerekirse Tapu Müdürlüğü’nden randevu almanız istenebilir.

Not: E-Devlet üzerinden yalnızca başvuru alınır; asıl işlemin tamamlanması için Tapu Müdürlüğü’ne gitmeniz gerekebilir.

Web Tapu Sistemi ile İşlem

Web Tapu Sistemi, aile konutu şerhi koyma işleminin en pratik yollarından biridir. Evinizin bulunduğu tapunun bağlı olduğu Tapu Müdürlüğü’ne fiziksel olarak gitmeden önce başvurunuzu online ortamda hazırlayabilirsiniz.

Öncelikle https://webtapu.tkgm.gov.tr adresine girerek sisteme TC kimlik numaranız ve şifrenizle giriş yapın. Sistemde “Bireysel Giriş” seçeneği ile devam edin. Açılan ekrandan “Yeni Başvuru”ya tıklayın ve “Şerh (Aile Konutu) Talebi”ni seçin.

İlgili taşınmazı bulmak için tapu bilgilerini eksiksiz ve doğru bir şekilde yazın. Başvuru ekranında, gerekli olan belgeleri (nüfus cüzdanı, evlilik cüzdanı, yerleşim yeri belgesi, muhtarlıktan alınan konutun aile konutu olduğuna dair belge gibi) ekleyin.

Başvurunuzun değerlendirilmesi için “Kaydet ve Gönder” adımını tamamlayın. Tapu Müdürlüğü, başvurunuzu inceleyip sizi SMS veya e-posta ile bilgilendirecektir. Gerekli görülürse resmi belgelerinizi aslı ile birlikte Tapu Müdürlüğü’ne getirmeniz istenebilir.

Web Tapu sistemi ile yapılan başvurular, işlemin takibini ve sürecin hızlanmasını sağlıyor. Yoğun dönemlerde randevu almak veya başvurunuzun durumunu öğrenmek için sisteme giriş yaparak süreci kolayca takip edebilirsiniz.

Bu adımlar ile, aile konutu şerhi başvurusu hem e-Devlet hem de Web Tapu sistemi üzerinden pratik ve hızlı şekilde gerçekleştirilebilmektedir.

Aile Konutu Şerhinin Sonuçları

Şerhli Taşınmazda Satış ve Devir İşlemleri

Aile konutu şerhi bulunan taşınmazlarda satış ve devir işlemleri, özel kurallara tabidir. Tapu siciline aile konutu şerhi konulmuşsa, taşınmazın maliki olan eş, diğer eşin açık rızası olmadıkça satış, devretme, bağışlama gibi işlemleri tek başına gerçekleştiremez. Tapu müdürlüğü, işlem sırasında aile konutu şerhi olup olmadığını kontrol eder ve şerh varsa eşlerden ikisinin de imzasını ister. Böylece eşlerden biri, diğerinin izni olmadan aile konutunu başkasına devredemez ve aile birliği korunmuş olur.

Eş Rızası ve Satış Engeli

Eş rızası, aile konutu üzerinde yapılacak tüm satış ve devri engelleyen ana unsurdur. Aile konutu şerhi bulunan taşınmazda malik eş, sadece diğer eşin yazılı onayı ile satış işlemini gerçekleştirebilir. Eğer rıza gösterilmezse tapu müdürlüğü işlemi reddeder. Bu durum, aile düzenini ve barışını korumanın yanında, diğer eşin ve ailenin barınma hakkını da güvence altına alır.

Şerhli Taşınmazda İpotek

Aile konutu şerhi taşınmaz üzerinde ipotek tesis edilecekse de eşin rızası gerekir. Banka ya da finans kurumları, ipotek işlemini başlatmadan önce diğer eşten mutlaka yazılı izin almalıdır. Aksi halde yapılan ipotek işlemi geçersiz olur. Kısacası, aile konutu şerhi sayesinde taşınmaz hem satışa hem de ipoteğe karşı diğer eşin iradesi ve onayı ile korunur.

Üçüncü Kişilere Etkisi

Aile konutu şerhi, üçüncü kişiler için de açık bir uyarı görevi taşır. Şerh, tapuda görüldüğü için o taşınmazı almak isteyen üçüncü kişiler şerhle karşılaşır ve durumdan haberdar olur. Böylece, şerh mevcutken yapılan bir satış veya ipotek işleminde diğer eşin rızası yoksa, ileride üçüncü kişiye karşı bu durum ileri sürülebilir ve işlem geçersiz sayılabilir. Yani aile konutu şerhi sadece eşler arasında değil, tüm tapu işlemlerinde üçüncü şahıslar nezdinde de etkili ve bağlayıcıdır.

Haciz ve Devredilebilirlik Durumu

Aile konutu şerhi, taşınmazın haczedilmesine veya devredilmesine tamamen engel olmaz; ancak önemli kısıtlamalar getirir. Malik eşin borcu nedeniyle aile konutu haczedilse bile, şerh bulunduğu için işlemlerde dikkatli davranılır. Mahkemeler ve icra müdürlükleri, o taşınmazın aile konutu olduğuna özellikle bakar ve işlem sırasında diğer eşin haklarını gözetir. Ayrıca, aile konutunun devredilebilirliği de diğer eşin iznine bağlıdır. Sonuç olarak, aile konutu şerhi; satış, ipotek, haciz ve devredilme işlemlerinde koruma sağlar ve aile bütünlüğünü tehdit edecek tek taraflı işlemlere karşı güçlü bir kalkan oluşturur.

Aile Konutu Şerhi Hangi Durumlarda Sona Erer?

Boşanma Halinde Aile Konutu Şerhi

Boşanma halinde aile konutu şerhi, tarafların evlilik birliğinin sona ermesiyle birlikte hukuken önem kazanır. Boşanma davası kesinleştikten sonra eşlerden biri mahkemeden veya tapu müdürlüğünden aile konutu şerhinin kaldırılmasını talep edebilir. Ancak burada önemli olan, mahkeme kararında aile konutunun kimde kalacağına dair özel bir düzenleme olup olmamasıdır. Eğer mahkeme, evin bir eşte kalmasına karar vermişse şerh ona göre kaldırılır ya da devam edebilir. Şayet bu konuda hüküm yoksa taraflardan birinin başvurusu üzerine aile konutu şerhi kaldırılır ve ev eski statüsüne döner.

Ölüm ve Gaiplik Durumu

Ölüm veya gaiplik (kayıp) durumunda aile konutu şerhi genellikle sona erer. Eğer aile konutunun maliki olan eş hayatını kaybederse, sağ kalan eşin yaşama hakkı ve barınma ihtiyacı açısından konut üzerinde hakları devam edebilir. Ancak, mirasçılık ve tapuda yapılacak işlemler neticesinde aile konutu şerhi kaldırılabilir. Gaiplik halinde ise, mahkemenin gaiplik kararı kesinleştikten sonra, tapu müdürlüğüne yapılacak başvuru ile şerhin kaldırılması mümkündür. Yine de sağ kalan eşin aile konutu üzerindeki barınma hakkı, medeni kanun hükümleri çerçevesinde korunmaya çalışılır.

Evliliğin İptali

Evliliğin iptali durumunda aile konutu şerhi de sona erer. İptal kararı kesinleştiğinde, evlilik hukuken hiç gerçekleşmemiş sayılır. Dolayısıyla aile konutu olarak belirlenen taşınmaz üzerindeki şerh de hukuki dayanaktan yoksun kalır ve tapu müdürlüğüne yapılan başvuru ile kaldırılır. Burada da, mahkeme kararının ve iptal işleminin kesinleşmiş olması gerekir.

Aile Konutunun Niteliğini Kaybetmesi

Aile konutunun niteliğini kaybetmesi halinde de şerh sona erer. Yani bir taşınmaz üzerindeki aile konutu şerhi, o ev artık eşlerden hiçbirinin ortak hayatını sürdürdüğü yer olmaktan çıkarsa, geçerliliğini kaybeder. Örneğin; evin boşaltılması, taşınmanın gerçekleşmesi ya da evin fiilen kullanılamaz hale gelmesi gibi durumlarda tapu müdürlüğüne başvuru yapılarak aile konutu şerhi kaldırılabilir. Bu gibi hallerde herhangi bir mahkeme kararına gerek olmaksızın da işlem yapılabilir, fakat duruma göre kanıtlayıcı belgeler istenebilir.

Aile Konutu Şerhi ile İlgili Sıkça Sorulan Sorular

Aile Konutu Şerhi Ücretli mi?

Aile konutu şerhi işlemi için genellikle tapuda herhangi bir harç ya da ücret talep edilmez. Yani, aile konutu şerhi koymak isteyen kişilerden tapu müdürlüklerinde ücret alınmaz. Ancak bazen, başvuru sırasında noterden alınan belge veya vekaletname gerekiyorsa, bu belgeler için noter masrafı gibi ek ücretler olabilir. Özellikle başvuru sırasında belge tamamlama sürecinde çıkarabilecek masraflar konusunda tapu müdürlüğünden güncel bilgi alınması önemlidir.

Aile Konutu Şerhi Ne Kadar Süreyle Geçerlidir?

Aile konutu şerhi, evlilik devam ettiği sürece ve taşınmaz aile konutu niteliğini taşıdığı müddetçe geçerlidir. Yani özel bir süreye tabi değildir; şerh kendiliğinden sona ermez. Eğer evlilik boşanma, evin amacı değişmesi veya ölüm gibi nedenlerle sona ererse, aile konutu şerhi tapuda kaldırılabilir. Şerhin geçerliliği ile ilgili herhangi bir süre sınırı kanunda öngörülmemiştir.

Malik Olmayan Eşin Hakları Nelerdir?

Aile konutu şerhi konulduğunda, malik olmayan eş büyük haklar elde eder. Malik olmayan eşin açık rızası olmadan aile konutu olarak belirlenen taşınmaz, satılamaz, devredilemez ve üzerine ipotek konulamaz. Bu sayede, malik olmayan eş ve varsa çocukların barınma güvenliği sağlanır. Malik eş, diğer eşin izni olmadan taşınmaz üzerinde işlem yapamaz. Aynı zamanda malik olmayan eş, tapu müdürlüğüne başvurarak tek başına da şerh koydurabilir.

Aile Konutu Şerhi İptali Nasıl Yapılır?

Aile konutu şerhi, bazı durumlarda iptal edilebilir. Şerhin iptali için eşlerin birlikte başvurması, boşanma durumunda mahkeme kararı veya aile konutunun bu niteliğini kaybettiğinin resmi olarak belgelenmesi gereklidir. Tapu müdürlüğüne dilekçe ile başvurularak aile konutu şerhi kaldırılabilir. Boşanma veya ölüm halinde kesinleşmiş mahkeme kararının ibrazı zorunludur. İlgili belgelerin eksiksiz sunulması iptal sürecini hızlandırır.

Aile Konutu Şerhi Olan Ev Satılabilir mi?

Aile konutu şerhi bulunan ev tek başına malik tarafından satılamaz. Satış, ipotek, devir gibi işlemler, ancak hem malikin hem de diğer eşin açık rızası ile geçerli olur. Tapu müdürlüğü satış işlemlerinde diğer eşin izninin olup olmadığını mutlaka kontrol eder. Eğer eşin izni alınmadan satış yapılırsa, yapılan işlem hukuken geçersiz sayılır ve iptal edilebilir. Bu koruma sayesinde, aile bireyleri evlerinden habersiz bir şekilde mahrum kalmaz.

Aile konutu şerhiyle ilgili tüm işlemler hakkında detaylı bilgi almak için bulunduğunuz yerdeki tapu müdürlüğüne başvurabilir veya e-Devlet üzerinden başvuru adımlarını inceleyebilirsiniz.

Sık Yapılan Hatalar ve Dikkat Edilmesi Gerekenler

Başvuruda En Sık Karşılaşılan Sorunlar

Başvuruda en sık karşılaşılan sorunlar arasında, belge eksikliği, yanlış veya eksik doldurulan formlar ve mahalli yönetim belgelerinin güncel olmaması yer almaktadır. Özellikle, yerleşim yeri belgesi ve medeni hal belgeleri gibi temel evrakların eksik verilmesi başvurunun uzun sürmesine veya reddedilmesine neden olabilir. Ayrıca, tapudaki ada-parsel numarasının yanlış yazılması ya da başvuru sahibinin malik olmaması da en çok görülen hatalardandır.

Bazı başvurularda, hâlen konut olarak kullanılan bir taşınmazda ikamet olmamasına rağmen aile konutu şerhi istenmektedir. Bu tür durumlar da başvurunun doğrudan reddine yol açar. Son olarak, şerh işlemi için vekaletname ile başvuru yapılırken, vekaletnamede bu işlemi kapsayan yetkinin açıkça belirtilmemesi işlemin beklemede kalmasına sebep olabilir.

Başvuru Reddedilirse Yapılması Gerekenler

Başvuru reddedilirse, öncelikle ret nedeninin detaylı olarak öğrenilmesi çok önemlidir. Ret gerekçeleri genellikte ilgili tapu müdürlüğü tarafından yazılı olarak bildirilir. Reddin nedeni belge eksikliği, yanlış başvuru, hatalı beyan veya hukuki bir engelse, bu sorun düzeltilip tekrar başvuru yapılabilir.

Bir hata veya eksikliği düzeltmek için ilgili belgeyi hızlıca temin etmek veya gerekli düzeltmeyi yapmak gereklidir. Eğer redde rağmen sorun çözülemiyorsa ikamet edilen yerin sulh hukuk mahkemesine başvurarak aile konutu şerhi koyulmasının talep edilmesi mümkündür. Mahkemeden uygun bir karar alınırsa, bu karar tapuya sunularak şerhin eklenmesi sağlanabilir.

Eksik veya Hatalı Belge Sunulursa

Eksik veya hatalı belge sunulduğunda, tapuda işlem askıya alınır veya doğrudan reddedilir. Böyle bir durumla karşılaşıldığında eksik veya yanlış olan belge tespit edilip yeniden düzenlenmelidir. Örneğin, geçerliliğini yitirmiş bir nüfus kayıt örneği ya da güncel olmayan yerleşim yeri belgesi sorun teşkil edebilir.

Başvuruda kullanılan belgeler mutlaka güncel ve doğru olmalıdır. Belgelerin tahrif edilmemiş, okunaklı ve resmi kurumdan alınmış olması gerekir. Eksik evrak bildirilirse, genellikle tapu müdürlüğü eksiklerin tamamlanması için başvuru sahibine süre tanır. Bu süre içerisinde doğru belgelerle eksikler kapatıldığında işlem tekrar başlatılır.

Eğer süreç içerisinde sürekli hata olur ve gerekli belgeler sağlanamazsa, şerh işlemi daha fazla gecikebilir ya da tamamen iptal olabilir. Bu nedenle başvuru öncesinde gereken tüm evraklar eksiksiz şekilde hazırlanmalı ve dikkatle incelenmelidir. Böylece süreçte zaman kaybı yaşanmaz ve mağduriyet oluşmaz.

Anahtar Kavramlar ve Hukuki Terimler Sözlüğü

Aile konutu şerhi ve ilgili hukuki işlemlerle karşılaşan herkes için temel kavramların anlaşılması çok önemlidir. Bu bölümde, sıkça karşılaşılan terimler açık ve sade bir dille açıklanmıştır.

Aile Konutu:
Aile konutu, eşlerin birlikte oturdukları ve yaşam faaliyetlerinin merkezi olan taşınmazı ifade eder. Evlilik birliğinin devamı için önemli bir yerdir.

Şerh:
Şerh, tapu kütüğüne bir hakkın veya durumun yazılması; yani taşınmazın üzerine mahkeme kararıyla veya ilgili makamın onayıyla konulan, üçüncü kişilerin hakkını/hukukunu etkileyen kayıttır.

Tapu Sicil Müdürlüğü:
Taşınmazların (ev, arsa, tarla gibi) mülkiyet, hak ve işlemlerinin kayıt altına alındığı resmi devlet kurumudur.

Fiili İkamet:
Bir kişinin bir evde gerçekten oturması ve orayı yaşam merkezi olarak kullanmasıdır. Sadece adres göstermesi yetmez; fiili olarak konutta yaşanması gerekir.

Eş Rızası:
Evli çiftlerde, aile konutu üzerinde yapılacak ipotek, satış gibi işlemlerde, malik olmayan eşin yazılı izninin alınmasına denir.

Aile Konutu Şerhi:
Resmi olarak tapuya, bir taşınmazın aile konutu olduğunu belirten açıklamanın yazılmasıdır. Eşlerden biri şerh koydurduğunda, taşınmaz üzerinde hak sahibi olmayan eşin de onayı olmadan satış, ipotek gibi işlemler yapılamaz.

Mahkeme Kararı:
İlgili konularla ilgili olarak adliyeden, hâkimden çıkan ve bağlayıcı nitelikte olan yazılı belgedir. Bazen şerh için gereklidir.

Nüfus Kayıt Örneği:
Bir kişinin aile bağlarını ve medeni durumunu içeren, nüfus müdürlüğünden alınan resmi belgedir.

Yerleşim Yeri Belgesi:
Bir kişinin resmi olarak hangi adreste ikamet ettiğini gösteren ve genellikle e-Devlet üzerinden temin edilen belgedir.

Ada Parsel:
Bir taşınmazın tapu kayıtlarındaki teknik adreslemesidir. Ada, bir alanı; parsel ise alan içindeki spesifik bölümü belirtir.

İpotek:
Bir borca karşılık taşınmaz üzerine koyulan teminattır. Evin borcu ödenmezse ipotek sahibi ev üzerinde hak sahibi olur.

Haciz:
Bir borçlunun taşınmazına devlet tarafından el konulmasıdır. Haciz işlemleri bazı durumlarda aile konutu şerhinden etkilenir.

Gaiplik:
Kişinin ölümüne kesin gözle bakılamayan ama uzun süre haber alınamayan durumlarda mahkemece verilen kaybolmuşluk kararıdır.

Boşanma:
Evlenmenin mahkeme kararı ile sona ermesidir. Boşanma halinde aile konutu şerhi de etkilenir.

Vekaletname:
Bir kişinin bir başka kişiyi kendi adına işlem yapmaya yetkilendirdiği resmî belgedir. Tapu işlemleri için gerekebilir.

Tapu Kaydı:
Bir taşınmazın malikini ve üzerindeki şerhleri gösteren resmi belgedir.

E-Devlet:
Birçok kamu hizmetinin internet üzerinden sunulduğu devletin dijital platformudur. Aile konutu şerhi başvuruları için de kullanılır.

Bu terimler aile konutu şerhi işlemleri sırasında karşılaşabileceğiniz başlıca hukuki kavramlardır. Herhangi bir başvuru veya resmi işlemde tereddüt durumunda, bu sözlüğe bakmanız faydalı olacaktır.

Boşanma Davasında Tanık Beyanı

Boşanma davalarında tanık beyanı, davanın seyrini belirleyen önemli bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Tanıklar, genellikle evlilikte yaşanan olaylara dair gözlemlerini ve bilgilerini mahkemede paylaşır. Ancak, tanık beyanlarının kabul edilebilirliği ve güvenilirliği çok önemlidir. Tanıkların aktardığı bilgilerin somut ve gözleme dayalı olması gerekir; duyuma dayalı ya da soyut ifadeler geçersiz sayılabilir. Sunulan tanık listesi, hukuki süreçlere uygun bir şekilde belirtilen süre içinde mahkemeye bildirilmelidir.

Boşanma davalarında özellikle çekişmeli süreçlerde tanık beyanları, tarafların iddialarını ispat etme açısından kritik rol oynar. Tanık beyanı, sadece anlaşmazlıkların ispatı için değil, aynı zamanda tarafların kusurlu davranışlarının mahkemeye gösterilmesi için de kullanılır. Bu nedenle, tanık beyanlarının güvenilir ve belgelerle desteklenen anlatımlar içermesi oldukça önemlidir.

Tanık Beyanının Boşanma Davalarındaki Rolü

Tanık beyanının boşanma davalarındaki rolü oldukça büyüktür. Boşanma davasında taraflar, genellikle iddia ettikleri olayların çoğunu kendi beyanlarının ötesinde somut bir şekilde ispatlamakta zorlanır. Tanık burada devreye girer ve davaya konu olayların doğruluğu hakkında mahkemeye ışık tutar. Hakim, tanıkların verdiği bilgilerle evlilik birliğinin sarsılıp sarsılmadığı, eşler arasındaki olaylar veya kusurlar (örneğin şiddet, aldatma, ilgisizlik gibi) hakkında bir kanaat oluşturabilir. Özellikle tarafların mahremiyetine dayalı ev içi olaylarda kamera kaydı, ses kaydı veya belge bulmak deliyle her zaman mümkün olmadığından, tanıkların gözlemleri en önemli delil haline gelir. Ancak unutmayın, tanıklar yalnızca gördükleri ve doğrudan şahit oldukları olayları aktarabilirler; duyuma dayalı bilgiler, mahkemede çoğunlukla dikkate alınmaz.

Çekişmeli ve Anlaşmalı Boşanmalarda Tanık Gerekliliği

Çekişmeli boşanma ve anlaşmalı boşanma davası, tanık gerekliliği açısından çok farklılık gösterir. Çekişmeli boşanma davalarında taraflar arasında kesin bir uyuşmazlık olduğu için iddiaların ispat edilmesi şarttır ve bu noktada tanık beyanı neredeyse vazgeçilmez bir ispat aracı olur. Hakim, iddiaların doğruluğunu tespit etmek için tanıkları mahkemeye çağırır ve beyanlarını kayda alır. Eğer tanık olmadığında, iddia sahibi tarafın davasını ispatlaması oldukça zor bir hâl alabilir.

Anlaşmalı boşanma davalarında ise durum farklıdır. Anlaşmalı boşanma için tarafların her konuda anlaşmış olması ve bunu bir protokolle mahkemeye sunmaları yeterlidir. Bu tür davalarda genellikle tanık gerekliliği bulunmaz ve hakim delil incelemesi yapmaz. Ancak bazı özel durumlarda, hâkim ek bilgiye ihtiyaç duyarsa istisnai olarak tanık dinleyebilir, fakat bu oldukça nadirdir. Özetle, çekişmeli boşanma davalarında tanık olmazsa olmazken, anlaşmalı boşanmalarda tanık dinlenmesi kural değil, istisnadır.

Yargıtay Uygulamaları ve Tanık Değerlemesi

Yargıtay uygulamalarına göre, tanık beyanı takdiri delil niteliğindedir. Yani tanık beyanları, hakimi kesin olarak bağlamaz; hakim, tüm delillerle birlikte tanık ifadelerini serbestçe değerlendirir ve kararını oluşturur. Yargıtay kararları incelendiğinde, özellikle tanıkların görgüye dayalı ve somut olaylara dayanan beyanlarının esas alındığı, duyuma ve soyut anlatımlara dayalı ifadelerin ise dikkate alınmadığı görülmektedir. Ayrıca, Yargıtay’a göre tanıkların davanın taraflarıyla olan yakınlığı kendi başına beyanı geçersiz kılmaz; önemli olan tanıkların anlatımının samimi, tutarlı ve görgüye dayalı olmasıdır.

Yargıtay, tanık beyanlarının değerini değerlendirirken somutluk, tutarlılık, görgüye dayalı bilgi ve tanığın tarafsızlığı gibi kriterlere özellikle dikkat edildiğini belirtmektedir. Kısacası, boşanma davalarında tanık beyanı hem taraflar açısından ispat yükünün kolaylaşmasına yardımcı olur hem de hakimin karar verirken olayları daha iyi anlamasını sağlar. Özellikle çekişmeli boşanma davalarında güçlü ve doğru tanıklar, davanın seyrini doğrudan etkileyebilmektedir.

Zina, Şiddet, Terk ve Benzeri İddiaların İspatı

Zina, şiddet, terk ve benzeri boşanma sebeplerinin ispatında tanık beyanı çok önemli bir yere sahiptir. Boşanma davalarında iddialarda bulunan taraf, bu iddialarını mahkemeye hukuki delillerle kanıtlamak zorundadır. Tanık beyanı hem maddi olayların hem de evlilik birliğindeki sorunların anlaşılması için en sık başvurulan delil türlerinden biridir.

Özellikle zina iddiası söz konusuysa, genellikle bir tarafın sadakatsizliği doğrudan gözlemlenemez. Bu nedenle otel kayıtları, mesajlaşmalar, fotoğraflar yanında, tanıkların beyanları da mahkemece dikkate alınır. Tanık, kendi gözlemleriyle tarafların davranışlarına veya şüpheli olaylara ilişkin bilgi sunabilirse, bu beyanlar iddianın ispatı için değerli olacaktır. Ancak “duyduğunu söyleyen” bir tanığın anlatımı kuvvetli delil olarak kabul edilmez. Kural olarak, tanıklar olaylara bizzat şahit olmuş kişilerdir.

Şiddet iddialarında ise, tıbbi raporlar (ör. darp raporları), kamera kayıtları veya başka somut belgeler kadar, tanık ifadeleri de büyük rol oynar. Psikolojik şiddetin ispatında ise genellikle yazılı veya görsel delil bulmak zor olduğundan, tanık beyanı neredeyse tek geçerli ispat yoludur.

Terk durumlarında da çevredekilerin, aile bireylerinin ya da komşuların tanıklığı ile “evin uzun süre terkedildiği”, “tarafların birlikte yaşamadığı” ortaya çıkarılabilir. Boşanma davasındaki iddiaların sağlam temellere dayanabilmesi için, tanıkların olayları açık, anlaşılır ve somut biçimde anlatması beklenir. Hakim, tanığın güvenilirliği ve anlatımındaki tutarlılık üzerinden beyanların değerini takdir eder.

Maddi ve Manevi Tazminat Taleplerinde Tanık Beyanı

Boşanma davalarında maddi ve manevi tazminat taleplerinin ispatında da tanık beyanı çok etkilidir. Maddi tazminat, daha çok boşanma nedeniyle ekonomik açıdan mağdur olan tarafça talep edilir. Örneğin, bir eşin işini bırakmak zorunda kalması veya zarara uğraması gibi durumlarda, bu konuları bilen, gören tanıkların mahkemede anlatacakları detaylar büyük önem taşır. Hakim, maddi kaybın gerçekten yaşanıp yaşanmadığını ve boşanma ile ilgili olup olmadığını anlamak için tanıklardan bilgi alabilir.

Manevi tazminat ise genellikle boşanma sürecinde taraflardan birince yaşanan derin üzüntü, onur kırılması veya sosyal çevrede yaşanan sıkıntılar için istenir. Burada da tanık beyanları, davacı tarafın yaşadığı manevi zararın boyutunu ortaya koyma açısından faydalı olur. Eşe karşı yapılan ağır sözler, toplum önünde küçük düşürme ya da devamlı hakaret ve psikolojik baskı gibi durumlarda, tanıklar bu olguları doğrulayabilir.

Yargıtay ve yerel mahkeme uygulamalarında, tanıkların özellikle zarar ve mağduriyet konusu üzerinde net ve gerçek hayata uygun biçimde konuşması aranmaktadır. Sadece soyut ifadeler veya “herkes böyle diyor” tarzında beyanlar yetersiz kalır. Özellikle tazminat taleplerinde, tanıkların olayı detaylandırarak anlatması ve hangi nedenle, nasıl bir zarar veya manevi yıkım yaşandığını açıklamaları gerekir.

Sonuç olarak, gerek zina, şiddet ve terk gibi boşanma sebeplerinin gerekse maddi ve manevi tazminat taleplerinin ispatında tanık beyanları hukuki açıdan vazgeçilmezdir ve her olay özelinde titizlikle değerlendirilir.

Kimler Tanık Olabilir?

Boşanma davasında tanık olabilecek kişiler oldukça geniş bir yelpazeye sahiptir. Boşanma davasında tanık olabilecekler arasında genellikle eşlerin aile üyeleri, arkadaşları, komşuları ya da iş arkadaşları yer alabilir. Kısaca, davaya taraf olmayan herhangi bir üçüncü kişi tanık olarak gösterilebilir. Hatta sanılanın aksine anne, baba, kardeş gibi en yakın akrabalar da yasalar gereği tanıklık edebilir. Tanığın en önemli özelliği, olaylara doğrudan tanıklık etmiş, tarafların evlilik yaşamı ve iddialarına dair görgüye dayalı bilgiye sahip olmasıdır. Çocuklar da reşit olmak kaydıyla tanıklık yapabilirler. Ancak tanıkların, taraflardan biri olmaması gereklidir; çünkü davanın tarafı doğrudan tanık olamaz.

Kimler Tanık Olamaz ve Tanıklıktan Çekinme Hakkı

Boşanma davasında kimlerin tanık olamayacağı ve tanıklıktan çekinme hakkı önemli bir konudur. Dava tarafları, yani boşanmak isteyen eşler bizzat tanık olamazlar. Bunun dışında, Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK) ve ilgili mevzuat gereği kimi kişiler de özel durumlarından dolayı tanıklık yapamayabilir veya tanıklıktan çekinme hakkına sahip olabilirler. Özellikle aşağıda ayrıntılı belirtilen nedenlerle (örneğin yakın akrabalık, sır saklama yükümlülüğü gibi) kişiler tanıklıktan çekinebilirler. Kişisel haklar veya aile sırları nedeniyle de tanıklık yapmama hakkı kullanılabilir. Ancak, yakın akrabaların tanıklığına hukuki bir yasak yoktur, sadece çekinme hakkı vardır.

HMK’ya Göre Tanıklıktan Çekinme Sebepleri

Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na göre, bazı hallerde tanık olarak çağrılan kişi, tanıklıktan çekinebilir. HMK madde 248 uyarınca tanıklıktan çekinme halleri şunlardır:

  • Kişisel Nedenlerle Tanıklıktan Çekinme: Taraflardan birinin nişanlısı, eşi (evlilik bağı kalksa bile), altsoyu (çocuk, torun), üstsoyu (anne, baba, büyükanne, büyükbaba), kardeşi, evlatlık bağı bulunanlar tanıklıktan çekinme hakkına sahiptir.
  • Sır Nedeniyle Tanıklıktan Çekinme: Mesleği veya sanatı gereği öğrendiği sırları açıklamak istemeyenler (örneğin doktorun hasta sırrı, avukatın müvekkil sırrı) tanıklıktan çekinebilir.
  • Menfaat İhlali ve Tehlikeli Durum Nedeniyle Çekinme: Tanıklık yaptığında kendisinin veya yakınlarının cezai, maddi veya manevi zarar göreceğini haklı gösterecek sebepler varsa da çekinilebilir.

Yani kanunen tanıklığı zorunlu olmayan kimseler, kişisel hakları gereği ve belirli gerekçelerle mahkemede tanıklık yapmak zorunda değildirler.

Aile Üyelerinin ve Yakınların Tanıklığı

Boşanma davasında aile üyeleri ve yakınların tanıklığı sıkça merak edilen bir konudur. Anne, baba, kardeş, kayınvalide, kayınpeder, amca, dayı, hala gibi yakın akrabaların tanıklık yapmasının önünde yasal bir engel yoktur. Mahkemeler pratikte bu kişilerin bilgilerine ve gözlemlerine sıkça başvurur; çünkü çoğu zaman evlilikle ilgili olaylara en yakından tanık olanlar aile bireyleri olur. Yani aile içi tanıklar, özellikle boşanma nedenleriyle ilgili iddialar (zina, şiddet, geçimsizlik, terk vb.) konusunda değerli bilgiler sunar.

Ancak, bu kişiler tanıklık yapmak istemezlerse, kişisel nedenlerle tanıklıktan çekinme hakları vardır. Ayrıca, mahkemeler aile üyelerinin beyanlarına her zaman eleştirel yaklaşır ve tanıkların tarafsız olup olmadığına dikkat eder. Aile üyesi tanıklar çoğu zaman duygusal bağ nedeniyle taraflı beyanlarda bulunabilir, bu nedenle mahkemeler somut bilgilere ve gözlem içeren anlatımlara daha fazla önem verir.

Sonuç olarak boşanma davasında tanık olabilecek kişiler arasında aile üyeleri ve yakınlar başı çeker, fakat bu kişiler isterlerse tanıklıktan çekinme haklarını kullanabilirler. Tanık olarak gösterilecek kişinin olayları birebir yaşamış ve tarafsız olması, beyanın değerini ciddi oranda artırır.

Tanık Listesi Sunma Zamanı ve Usulü

Tanık listesi, boşanma davasında en sık araştırılan konulardandır. Taraflar, tanıklarını genellikle dava dilekçesiyle birlikte ya da cevap dilekçesiyle birlikte mahkemeye bildirmek zorundadır. Ancak, bu aşamada tanık listesi eklenmemişse, ön inceleme duruşmasından sonra hakim tarafından verilen iki haftalık kesin süre içinde de tanık listesi mahkemeye sunulabilir. Bu süre içinde sunulmayan tanık listeleri ve bildirilmeyen tanıklar, kural olarak davada dinlenemez.

Tanık listesi sunulurken, tanıkların ad ve soyadı ile adreslerinin açık ve okunaklı olarak belirtilmesi gerekir. Bu, tanıkların mahkemeye çağrılması için gereklidir. Tanık olarak bildirilen kişilerin, olayları duyduğu kaynaklarla birlikte kendi bilgi, görgü ve gözlemlerini aktarabilmeleri önemlidir.

Tanıkların Mahkemeye Çağrılması ve Zorla Getirilmesi

Tanıkların mahkemeye çağrılması süreci, taraflarca bildirilen tanık isimlerinin mahkemeye verilmesiyle başlar. Mahkeme, tanıkların duruşmaya gelmeleri için davetiye gönderir ve duruşmanın günü, saati ve yeri bildirilir.

Tanık, usulüne uygun davet edildiği halde geçerli bir mazeret sunmaksızın duruşmaya katılmazsa, mahkeme zorla getirme kararı çıkarabilir. Bu durumda polis veya jandarma aracılığıyla tanık mahkemeye getirilir. Tanıklar, mahkemeye çağrıldıklarında gitmekle yükümlüdür ve geçerli bir sebep olmadan gitmeyenler hakkında disiplin cezası veya zorla getirme kararı uygulanabilir (HMK 245).

Tanığın Mahkemede Sorulan Soruları ve Soru Sorma Hakkı

Tanıklar mahkemede dinlenirken öncelikle hâkim tarafından belirli sorular sorulur. Ancak bu noktada taraflar ve onların avukatları da tanığa soru sorma hakkına sahiptir. Mahkemede, tanığa olayla ilgili aydınlatıcı ve açıklayıcı sorular yöneltilir. Kural olarak, hangi soruların sorulacağı, davanın içeriğine ve iddia edilen vakalara göre belirlenir.

Hakim, gerek gördüğünde soru sorma hakkını kullanırken, taraf avukatları da tanıkların açıklamalarını daha detaylı öğrenmek için sorular yöneltebilir. Tanık, bilmediği veya hatırlamadığı bir konuda “bilmiyorum”, “hatırlamıyorum” gibi cevaplar verebilir. Ancak gerçek dışı beyan vermek, hukuken sakıncalı ve cezai sorumluluk doğurabilir.

Tanığın Yemin Etmesi ve Yasal Uyarı

Mahkeme salonunda dinlenmeden önce her tanık yemin etmek zorundadır. Tanıklar, “size sorulan sorular hakkında bildiklerinizi eksiksiz, doğru ve tam olarak anlatacağınıza, hiçbir şeyi saklamayacağınıza namusunuz, şerefiniz ve kutsal saydığınız tüm inanç ve değerler üzerine yemin ediyor musunuz?” şeklinde uyarılır. Tüm mahkeme üyeleri ayağa kalkarak yemin sürecinde bulunur.

Yemin eden tanıklar, artık gerçeğe aykırı bir beyanda bulunduklarında “yalan tanıklık” suçu işlemiş olur ve bu durum hukuk ve ceza sorumluluğu doğurur. Yemin etmeyi reddeden tanık hakkında ise, mahkeme disiplin cezası verebilir.

Yemin ve uyarı süreci sayesinde, tanık beyanlarının doğruluğu ve güvenilirliği artırılır. Tanıklık ciddi bir hukuki sorumluluktur ve mahkemeler, doğru beyanda bulunmanın altını özel olarak çizer.

Tanık Beyanının Geçerliliği ve Değerlendirilmesi

Takdiri Delil Olma Niteliği

Boşanma davalarında tanık beyanı, hukukumuzda “takdiri delil” olarak kabul edilir. Takdiri delil olması, tanığın söylediklerinin mahkemeyi bağlı tutmadığı anlamına gelir. Yani mahkeme, tanık ifadelerini dikkate alır ancak tek başına tanık beyanıyla karar vermek zorunda değildir. Hakim, dosyanın diğer delilleriyle birlikte tanık anlatımlarının güvenilirliğini ve doğruluğunu değerlendirir.

Özellikle anlaşmalı değil de çekişmeli boşanmalarda, tarafların sunduğu tanıkların anlatımları çok önemli olur. Ancak unutmamak gerekir ki, tanık beyanlarının gücü, olayın detayını, gerçekliğini ve doğruluğunu yansıtmasıyla ölçülür. Soyut veya genel ifadelere sahip tanık anlatımları, mahkemede fazlaca işlev görmeyebilir.

Hakimin Takdir Yetkisi ve Serbest Değerlendirme

Tanık ifadelerinde hakimin takdir yetkisi geniştir. Hakim, tanığın anlattıklarını tarafsızca sorgular ve ifadenin çelişkili olup olmadığını değerlendirir. Aynı olaya ilişkin birden fazla tanık dinlendiğinde, bu tanıkların ifadelerinin birbirini destekleyip desteklemediği de göz önünde bulundurulur.

Hakim, tanıkların kimliklerinden, mahkemeye yakınlık derecelerine, verdikleri detaylara ve olayla ilgili bilgilerinin tutarlılığına kadar pek çok yönü serbestçe değerlendirir. Bunun sonucunda tanık ifadesine kısmen veya tamamen inanmak ya da hiç değer vermemek hakkına sahiptir. Bu noktada hâkim, objektifliğe ve adil yargılanma ilkesine dikkat etmek zorundadır.

Yetersiz ve Geçersiz Tanık Beyanları

Bazı durumlarda tanık beyanları, davanın ispatı için yeterli olmaz. Tanıkların sadece duyuma dayalı, hayali veya anlatılan olayı görmeden konuşmaları halinde, mahkeme bu beyanları yetersiz kabul edebilir. Ayrıca, tanığın olayla hiçbir bağlantısı yoksa veya ifade verdiği süre zarfında olay yerinde bulunmadığı ortaya çıkarsa, bu beyanların geçerliliği düşer.

Yasalara göre tanık beyanlarında aranan asgari şartlar yerine getirilmezse, hakim bu beyanları dikkate almaz. Örneğin, bir tanık yalnızca “duydum, ama görmedim” cümlesi ile iddia edilen olayı açıklıyorsa, ifadesi genellikle davanın sonucunu etkilemez.

Duyuma Dayalı ve Soyut Beyanların Değeri

Duyuma dayalı tanık beyanları, yani tanığın tamamen başkasından duyduğunu anlatması, mahkemede çok düşük değere sahiptir. Hakim, birebir tecrübe edilmeyen ve sadece söylentiye dayalı beyanları genellikle göz ardı eder. Aynı şekilde, soyut beyanlar yani olayı hiç belirli bir şekilde aktarmadan “haksızlık yaptı, hiç ilgilenmedi, hep kavga ediyorlardı” gibi genel ve belirsiz ifadeler delil olarak kabul edilmez.

Mahkemeler, tanıkların olayı nerede, ne zaman, nasıl gördüğünü somut şekilde anlatmasını bekler. Soyut kalmış tanık anlatımları, boşanma davalarında beklenen ispat gücünü sağlamaz.

Zaman, Mekan, Somutluk ve Tarafsızlık Kriterleri

Bir tanık beyanı; zaman, mekan, olayın somut anlatımı ve tanığın tarafsızlığı ile değer kazanır. Yani mahkeme, olaya ilişkin olarak tanığın; ne zaman, nerede, ne gördüğünü, kimlerle birlikte olduğunu ve olayı nasıl algıladığını ayrıntılı şekilde anlatmasını ister. Bu tür detaylar, tanık beyanının inandırıcılığını artırır.

Ayrıca, tanığın taraflarla olan yakın ilişkisi de değerlendirilir. Tarafsız birinin verdiği beyan, dava taraflarının aile bireylerinden birinin verdiği beyana göre genellikle daha güçlü değerlendirilir. Sonuç olarak, tanık anlattığı olayı zamanı, mekanı ile somutlaştırmalı ve mümkün olduğunda objektif kalmalıdır. Bu unsurlar yoksa, tanık beyanı mahkeme kararında çok da etkili olmaz.

Tanık Beyanı ile İlgili Yasal Düzenlemeler

Türk Medeni Kanunu ve Hukuk Muhakemeleri Kanunu

Türk Medeni Kanunu ve Hukuk Muhakemeleri Kanunu, boşanma davalarında tanık beyanının kullanımı konusunda açık ve ayrıntılı düzenlemeler getirir. Boşanma hukukunda en çok karşılaşılan delil türlerinden biri olan tanık beyanı, genellikle eşlerin iddialarını desteklemek için başvurdukları bir yöntemdir.

Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK) madde 240 ve devamında, tanık deliline başvurulmasına, tanıkların nasıl bildirileceğine, sorgulanmasına ve beyanlarının değerlendirilmesine dair esaslar açıklanmıştır. Bu maddeler uyarınca, taraflar tanık listelerini belirli süreler içinde mahkemeye sunmak zorundadır. Ayrıca, HMK’ya göre her iki taraf da tanıklarını gerekçeli olarak dinletebilmektedir.

Türk Medeni Kanunu ise boşanma sebepleriyle ilgili olarak eşlerin iddialarının nasıl ispatlanacağı hususunda tanık beyanına da işaret eder. Mesela, zina, şiddet, terk gibi olayların ispatı çoğu zaman tarafların doğrudan görgüye dayalı tanıklarının ifadeleriyle gerçekleştirilir. Kanun, tanıklıkların yalın bir iddia değil, somut olaya ve zamana dayalı bilgiler içermesi gerektiğine vurgu yapmaktadır.

Sonuç olarak tanık beyanlarının hukuki geçerliliği, HMK ve Türk Medeni Kanunu hükümlerine uygun şekilde sunulmasına bağlanmıştır.

Boşanma Kararlarında Yargıtay’ın Kabul ve Red Gerekçeleri

Yargıtay’ın boşanma davalarındaki uygulamaları, tanık beyanlarının nasıl değerlendirileceğini ve hangi durumlarda delil olarak kabul edilip edilmediğini açıklığa kavuşturur. Yargıtay kararlarında tanık beyanı, takdiri delil kapsamında yer almakta ve hakimin kanaatini oluşturmasında yardımcı rol üstlenmektedir.

Mahkemeler tanık beyanlarını değerlendirirken:

  • Beyanların olaya, zamana ve mekâna özgü olmasına
  • Tanığın tarafsızlığına
  • Beyanın yalnızca “duyuma” dayalı olmamasına dikkat ederler.

Yargıtay, soyut, genel veya tarafı kayırmaya yönelik tanık beyanlarını tek başına yeterli kabul etmez. Örneğin, yalnızca “hissediyorum, biliyorum” şeklinde yapılan beyanlar çoğu zaman delil değeri taşımaz. Ancak, somut olaylara dayanan ve doğrudan bilgi içeren tanıklıklar, mahkeme kararının dayanağı olabilir.

Ayrıca, Yargıtay’ın birçok kararında, küçük ayrıntıların hatırlanamaması veya zaman içinde unutulması tanık beyanının tamamen değersiz sayılması için yeterli değildir. Burada önemli olan genel olay örgüsüne dair doğru, tutarlı ve inandırıcı bir anlatımın olmasıdır.

Özetle, Yargıtay kabul ve red gerekçelerinde; tanık beyanlarının niteliği, içeriği, inandırıcılığı ve tarafsızlığı esastır. Hakim, sunulan beyanların tümünü dikkate alıp, dosyanın genel durumu ile birlikte değerlendirerek karar verir. Tanık beyanına dayalı bir boşanma kararı, usulüne uygun alınmış; açık ve somut olaylara dayanan ifadelerle desteklenmişse Yargıtay tarafından genellikle onanır. Ancak, sübjektif veya dayanıksız konuşmalara itibar edilmez ve kararlar bozulabilir.

Tanık Beyanına İtiraz ve Sonuçları

Tanık Beyanına Karşı Beyan Dilekçesi

Tanık beyanına karşı beyan dilekçesi, boşanma davalarında oldukça önemli bir rol oynar. Davalı veya davacı taraf, karşı tarafın tanıklarının mahkemede verdiği ifadeleri yeterli görmeyebilir veya bu beyanların doğruluğuna itiraz etmek isteyebilir. Tanık beyanına karşı beyan dilekçesi sunmak, usulüne uygun olarak mahkemeye yapılır. Bu dilekçede, tanığın söylediği olaylara neden katılınmadığı, tanığın çelişkili ifadeleri ya da olaya yeterince vakıf olmadığı gibi hususlar detaylıca açıklanmalıdır. Ayrıca, karşı beyan dilekçesinde delil sunmak veya ek tanık göstermek de mümkündür. Böylece mahkemeye olayların farklı bir açıdan değerlendirilmesi için yeni bir bakış açısı kazandırılır.

Tanıkların Beyanından Sonra Süreç

Tanıkların beyanı alındıktan sonra süreç çoğunlukla taraflara beyanlarını sunmaları için süre verilmesiyle devam eder. Tanık dinlendikten sonra, taraflar veya avukatları tanıkların ifadelerine karşı görüş ve itirazlarını genellikle yazılı olarak mahkemeye bildirirler. Bu aşama “tanık beyanına karşı beyanda bulunma” sürecidir. Taraflar, beyanlara katılmadıkları noktaları veya tanıkların olaylara kişisel görüş ya da duyumla yaklaştıklarını belirtebilirler. Mahkeme heyeti ise bu beyanları titizlikle inceler. Gerek görülürse yeni delillerin toplanmasına ya da ek tanıkların dinlenmesine karar verilebilir. Ayrıca, taraflar tanıkların güvenilirliğine veya beyanlarının somutluğuna yönelik hukuki argümanlar da sunabilirler.

Tanık Beyanı Sonrası Mahkeme Kararı ve Karar Kriterleri

Tanık beyanı sonrası mahkeme, beyanları diğer delillerle birlikte serbestçe değerlendirir. Hakim, tanıkların ifadesinin doğruluğunu, çelişki olup olmadığını, beyanların zaman ve mekan ile uyumunu ve ne kadar somut bilgi içerdiğini inceler. Tanık beyanları tek başına çoğu zaman yeterli olmayabilir; genellikle diğer belgeler, yazışmalar, mesaj kayıtları veya hastane raporları gibi delillerle desteklenmeleri gerekir. Hakim, kararını verirken sadece tanıkların ifadesine bağlı kalmaz; tüm dosya kapsamını dikkate alır. Eğer tanık beyanları yeterince inandırıcı, detaylı ve diğer delillerle uyumlu ise, mahkeme çoğu zaman bu beyanlara dayanarak karar verebilir. Ancak beyanlar çelişkili, soyut veya taraflı ise, mahkeme bu beyanlara dayanmayarak davanın reddine karar verebilir. Hakemin takdir yetkisi çok geniştir ve her somut olayda bu kriterler farklı şekilde uygulanabilir.

Tanıklıktan Doğan Sorumluluklar ve Cezai Sonuçlar

Yalan Tanıklık ve Cezai Yaptırımlar

Yalan tanıklık, boşanma davalarında en ciddi sorumluluklardan biridir. Tanık olarak mahkemede yalan beyanda bulunmak, Türk Ceza Kanunu’na göre suçtur ve ağır yaptırımları vardır. Boşanma davasında gerçek dışı ifadeler veren bir tanığın, yemin altında söylediği yalanlar, tespit edilirse; tanık hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunulabilir.

TCK 272. maddeye göre, resmi bir davada yalan beyanda bulunan tanık, 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Eğer yalan beyan nedeniyle bir mahkûmiyet kararı verilirse bu ceza arttırılabilir. Tanık üstelik, yeminli olarak dinlenmiş ve yine de yalan söylemişse ceza miktarı da yükselir. Mahkemeler, tanığın beyanında çelişki görür veya kasıtlı olarak yanlış beyanda bulunulduğu kanaatine varırsa, tanık hakkında ayrıca dava açılmasını sağlar.

Bazı durumlarda tanıklar, korku veya tehdit ile yanlış beyanda bulunabilir. Ancak yine de, yasa gereği doğruyu söylemekle yükümlüdürler. Yalan tanıklık, sadece boşanma sürecini değil, tarafların adalet duygusunu ve hak arayışını da doğrudan etkiler. Bu nedenle tanık olacak kişilerin bu sorumluluğu çok iyi bilmesi ve kanıtlayamadığı veya görmediği durumlar hakkında kesin ifadeler kullanmaktan kaçınmaları gerekir.

Tanık Ücreti ve Hakları

Tanık olarak mahkemede ifade vermek, aynı zamanda bazı hakları da beraberinde getirir. Tanıkların mahkemeye gelmeleri için yapılan masrafları ve yolda geçen zamanları karşılamak amacıyla tanık ücreti ödenir. Bu ücret, Harçlar Kanunu ve ilgili mevzuata göre belirlenir.

Tanıklık yapan kişiler, yol parası, yemek gideri ve gerekirse konaklama gibi zorunlu harcamalarını da talep edebilirler. Mahkemeye tanık olarak çağrılan bir kişiye, fiilen mahkemede geçirdiği süreye göre bir günlük yevmiye verilir. Ayrıca, tanıklar bazı durumlarda tanıklıktan çekinme hakkını kullanabilirler; örneğin kendisi ya da yakınları aleyhine olabilecek bir durumda tanıklıktan kaçınma hakları vardır.

Mahkemede tanıklık yapan herkes, devletin koruması altındadır. Özellikle baskı, tehdit veya zorlama ile karşılaşıldığında ilgili birimlere başvurulabilir. Tanıkların hakları arasında dürüstçe beyanda bulunmak, korunmak ve hak ettikleri ücretleri zamanında almak da vardır. Tüm bu hakların korunması, mahkeme sürecinin adil ve güvenli geçmesi için büyük önem taşır.

Sıkça Sorulan Sorular

Tanık Gelmezse Ne Olur?

Tanık gelmezse ne olacağı, boşanma davalarında sık sorulan sorulardan biridir. Mahkemece davet edilen tanık eğer ilk duruşmaya gelmezse, mahkeme tanığa ikinci kez davetiye gönderebilir. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na (HMK) göre, davetiye gönderilmesine rağmen tanık yine gelmezse, mahkeme gerekli görürse o kişiye zorla getirme kararı verebilir. Zorla getirme kararı, tanığın polis ya da jandarma eşliğinde mahkemeye getirilmesini sağlar. Ancak bazı durumlarda tanık gelmediği için beyanı alınamazsa, o kişinin tanık olarak bildirilmesinin pek faydası olmaz ve dosyada başka delil yoksa davacı açısından ispat zayıf kalabilir. Yani tanığın gelmemesi, iddiaların mahkemece ispatlanamamasına neden olabileceğinden oldukça önemlidir.

Tanıklıktan Vazgeçme ve Tanık Listesinden Çıkarma

Tanıklıktan vazgeçme hakkı, davacı ya da davalı için belli bir süreyle sınırlıdır. Tanık listesi sunulmuşsa, davanın ilk aşamalarında, yani ön inceleme duruşmasına kadar tanık listesinden dilediğiniz kişiyi çıkarabilirsiniz. Ön inceleme tamamlandıktan ve delil listeleri kesinleştikten sonra ise tanık listesinden çıkarmak genellikle mümkün değildir. Çünkü mahkeme, delillerin toplanma süresini buna göre ayarlar. Davacı ya da davalı, ilk duruşmada sözlü olarak da tanıklıktan vazgeçtiğini mahkemeye bildirebilir. Burada önemli nokta, tanığın beyanı alınmadan önce vazgeçilmesidir. Tanık mahkeme huzurunda dinlendikten sonra, o kişinin beyanı dosyada kalır ve geri çekilemez.

Tanığın Yemin Etmemesi Halinde Ne Olur?

Tanığın yemin etmemesi halinde ne olacağı da, uygulamada kafa karıştıran bir konudur. Tanık, beyan vermeden önce mahkemece doğruyu söyleyeceğine dair yemin etmeye davet edilir. Eğer tanık yemin etmekten kaçınırsa, HMK’ya göre beyanda bulunacaksa dahi, bu beyanlar “yeminle güçlendirilmemiş tanık beyanı” olur ve mahkeme bu beyanlara sınırlı değer verebilir. Tanık yemin etmek istemediğini açıkça belirtirse, mahkeme bu kişiyi devre dışı bırakabilir ya da verdiği ifadenin ne kadar güvenilir olduğunu kendisi değerlendirir. Yemin etmeyen tanığın söylediklerinin, karar açısından tek başına bir hüküm doğurabilmesi oldukça zordur.

Mahkeme Hangi Durumlarda Tanık Beyanını Dikkate Almaz?

Mahkeme tanık beyanını dikkate alıp almamaya, tanıklığın güvenirliliğine, olaylara şahit olma şekline ve beyanın somutluğuna bakarak karar verir. Duyuma dayalı, tamamen soyut, başkalarından dinlenerek anlatılan veya olayın aslını görmeden verilen ifadeler genellikle dikkate alınmaz. Ayrıca, taraflardan birinin aşırı yakın akrabasıysa ve beyanı taraflıysa hâkim dikkatli davranır. Bir başka önemli nokta; çelişkili beyanlar, olayın zamanı ve yeriyle örtüşmeyen anlatımlar da mahkemece zayıf bulunur. Yani, tanık olaylara doğrudan şahit olmadıysa, gözlemi yoksa veya gerçek dışı konuşuyorsa, beyanlarının davanın sonucunu değiştirmesi beklenmez.

Boşanma Davasında Gizli Tanık Olur mu?

Boşanma davasında gizli tanık olması, halk arasında bazen merak edilen bir konu. Ancak Türk hukukunda, özellikle boşanma davalarında gizli tanık uygulaması yoktur. Gizli tanık, daha çok ceza yargılamalarında, tanığın ciddi bir tehlike altında olabileceği dosyalarda başvurulan bir yöntemdir. Boşanma davası tamamen medeni bir dava olduğundan, tanıkların kimliği açık olmalı ve karşı taraf da kimi kimin ne için tanık gösterdiğini bilmeli. Tarafların adil şekilde savunma yapabilmesi için gizli tanıklık boşanma davalarında uygulanmaz. Yani mahkemede dinlenecek tüm tanıklar hem taraflara hem de mahkemeye açıkça bildirilir.


Sorularınız ve somut durumunuz için bir aile hukuku avukatıyla bire bir görüşmek her zaman daha sağlıklı olacaktır.

Tanıkların Güvenilirliğinin Değerlendirilmesi

Tanıkların güvenilirliğinin değerlendirilmesi, boşanma davalarında mahkemenin en çok dikkat ettiği konulardan biridir. Mahkeme, tanıkların anlattıklarını sadece “duyum” olarak değil, bizzat gördükleri veya yaşadıkları olaylar üzerinden anlatmalarını bekler. Hakim, tanığın olaya ne kadar yakın olduğu, ifadelerinin tutarlılığı, olayın zamanı, mekanı ve tanığın genel durumu gibi unsurları dikkatlice inceler. Özellikle, tanıkların beyanda bulundukları konularda tarafsız olup olmadıkları, kendi menfaatlerinin bulunup bulunmadığı, tanığın geçmişte taraflarla herhangi bir husumeti olup olmadığı gibi detaylara bakılır.

Mahkemeler, sırf tanık bir tarafın akrabası diye beyanı geçersiz saymaz; asıl önemli olan tanığın olaylara doğrudan şahit olması ve beyanlarının mantıklı, tutarlı ve somut olmasıdır. Ayrıca Yargıtay uygulamaları da göstermektedir ki, yalnızca duyuma veya dedikoduya dayalı tanık beyanlarının davada delil değeri düşüktür. Bu nedenle, boşanma davasında en güçlü tanık, olayı birinci elden bilen kişidir.

Farklı İllerde Bulunan Tanıklar ve Dinlenme Usulü

Farklı illerde bulunan tanıkların dinlenmesi, uygulamada en çok soru işareti yaratan pratik konulardan biridir. Boşanma davasına bakmakta olan mahkeme başka şehirde oturan bir tanığı doğrudan huzurunda dinleyemez. Bu durumda “talimat yolu” ile tanık dinleme yöntemi kullanılır. Yani, tanığın bulunduğu ildeki Aile Mahkemesi’ne yazılı bir talimat gönderilir. Talimat mahkemesi, asıl mahkemenin belirlediği bir tarihte tanığı dinler ve beyan tutanağı esas dosyaya gönderilir.

Bazı durumlarda, tanık isterse bulunduğu ilde ifade vereceğine dair dilekçe verebilir ve uzaktan bağlantı gibi yöntemler de –mahkemenin kabulü halinde– uygulanabilir. Yüz yüze dinlenemese bile, tanığın beyanı mahkemeye resmi olarak ulaşır ve karar aşamasında dikkate alınır. Böylece, tanığın şehir değiştirmesi ya da uzaklığı, boşanma davasına engel olmaz.

Tanık Listesinin Sonradan Değiştirilmesi Mümkün mü?

Tanık listesi, boşanma davasında taraflarca önceden hazırlanır ve mahkemeye sunulur. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 240. maddesine göre, kural olarak tanık listesi sadece bir kere sunulur ve ikinci bir tanık listesi verilmesi mümkün değildir. Ancak bazı istisnai durumlar kanunda ve Yargıtay kararlarında yer bulmuştur. Mesela, yeni bir vakıa veya savunma ortaya çıkar ise, mahkeme ek süre vererek yeni tanıkların bildirilmesine izin verebilir.

Bir başka önemli detay, tanık listesi sunma süresinin kaçırılması halinde veya yeni delilin ileri sürülmesinin, yargılamayı uzatma amacı taşımaması durumunda, mahkemenin takdiriyle yeni tanıklar eklenebilir. Ancak genel kural; tanık listesinin, belirtilen süre içinde ve bir defaya mahsus olarak verilmesidir. Bu nedenle, boşanma davası açılırken veya savunma hazırlanırken tanık listesi çok dikkatli hazırlanmalıdır. Bazen, taraflar tanıklarından vazgeçmek isterse yazılı bir dilekçe ile bu değişikliği mobil olarak yapabilir. Yine de mümkünse bu tür işlemler avukat aracılığı ile yapılmalı ve mahkeme kararlarına uygun şekilde hareket edilmelidir.

Tanık Beyanının Boşanma Sonucuna Etkisi

Tanık beyanının boşanma sonucuna etkisi, Yargıtay kararlarında sıkça vurgulanan önemli bir konudur. Yargıtay’a göre, tanık beyanları boşanma davalarında delil olarak kullanılabilir ancak bu beyanların; duyuma, söylentiye veya geçmişten gelen soyut örneklere değil, mutlaka doğrudan gözleme ve yaşanan olaylara dayanması gerekmektedir. Yani, bir tanığın bizzat şahit olmadığı bir olayı anlatması tek başına boşanma için yeterli delil olmaz. Hâkim, tanık beyanlarını değerlendirirken, anlatılan olayların somut, makul ve mantıklı olup olmadığını dikkate alır. Bu nedenle, tanığın söyledikleri mahkemenin kararında doğrudan etkili olabilir fakat tek başına kesin delil sayılmaz. Tanıklar genellikle, zina, şiddet, terk gibi iddiaların ispatında önemli rol oynar. Fakat Yargıtay’ın altını çizdiği gibi, delillerin genel bir değerlendirme çerçevesinde ele alınması şarttır.

Aile Yakınlarının Tanıklıklarında Yargıtay’ın Görüşü

Aile yakınlarının tanıklığı konusunda Yargıtay uygulamaları oldukça nettir: Akrabalık veya yakınlık başlı başına tanık beyanını değersiz kılmaz. Yani anne, baba, kardeş gibi yakın akrabaların da boşanma davasında tanıklık yapması mümkün ve hatta sıkça karşılaşılan bir durumdur. Ancak, bu kişilerin beyanlarında taraflıya yakın oldukları gerekçesiyle mahkeme tarafından tamamen değer verilmemesi, Yargıtay tarafından hatalı bulunmaktadır. Yargıtay, “yakınlık tek başına gerçekliğin dışı bir anlatıma sebep olmaz, yeter ki tanık beyanı somut ve doğrudan gözleme dayansın” demektedir. Bu sebeple, yakın akraba tanık beyanları da diğer tanıklar gibi ciddiyetle değerlendirilir ve olay hakkında detaylı, tarafsız ve doğrudan anlatımlar içeriyorsa mahkeme kararında etkili olabilir.

Tek Başına Tanık Beyanının Davayı Sonuçlandırmaya Etkisi

Tek başına tanık beyanının davayı sonuçlandırmaya etkisi sıkça merak edilen bir sorundur. Yargıtay kararlarına göre, tek bir tanığın beyanı, diğer mevcut delillerle desteklenmediği sürece boşanma kararı için genellikle yeterli görülmez. Çünkü tanık beyanı hukuk sistemimizde “takdiri delil” niteliğindedir. Hâkim, tanık beyanlarını bütün dosya kapsamı ile birlikte değerlendirir. Eğer bu beyan, olayın bütününü doğrulayan başka delillerle destekleniyorsa boşanma kararı bakımından güçlü bir etkiye sahip olabilir. Fakat, yalnızca tek bir tanığın soyut ve duyuma dayalı ifadeleriyle, boşanma gibi ciddi bir sonuca ulaşılması Yargıtay tarafından hatalı olarak görülmektedir. Kısacası, tek başına tanık beyanı nadiren yeterlidir; mahkeme genellikle birden çok ve tutarlı tanık beyanı ile başka somut delilleri birlikte arar.

Sonuç olarak, tanık beyanı boşanma davasında önemli bir delildir ancak salt olarak sonucu belirlemez. Aile yakınlarının ve hatta tek bir tanığın beyanı dahi değerli olabilir; asıl önemli olan bunların somut, içten ve yaşanmış olaylara dayanıyor olmasıdır. Yargıtay’ın bu konudaki yerleşik uygulaması sayesinde hak kayıplarının önüne geçilmeye çalışılmaktadır.

HTS Kaydı Nedir? HTS Ne Demek? HTS Kaydı Nasıl Alınır?

HTS kaydı, yani “Historical Traffic Search“, telefon görüşmeleri ve sinyal kayıtlarının dökümünü ifade eder. HTS, kullanıcıların belirli bir dönemdeki iletişim aktivitelerini detaylı bir şekilde ortaya koyan bir veritabanıdır. Bu kayıtlar, adli soruşturmalar sırasında hakim ve savcılar tarafından talep edilerek kullanılabilir.

HTS kaydı nasıl alınır? sorusu ise kişilerin veya yetkili mercilerin, operatörlerden bu kayıtları nasıl temin edebileceğine dair merak uyandırmaktadır. Genellikle mahkeme kararı veya savcılık talebiyle erişilen bu verilere, bireysel başvuru ile erişim mümkün değildir. Ancak bazı hukuki süreçler çerçevesinde bu tür bilgilere erişim sağlanabilmektedir.

HTS kayıtlarının detayları, yasal düzenlemeler ve bireysel gizlilik hakları çerçevesinde değerlendirilir. Bu nedenle, bu kayıtların kullanımı sıkı kurallar ve prosedürlere tabidir. Eğer hangi durumlarda HTS kaydı gerektiği ve elde edilebileceği konusunda daha fazla bilgi edinmek istiyorsanız, bu konuda uzman bir hukuki danışmana başvurmanız tavsiye edilir.

HTS Kaydı Tanımı ve Kapsamı

HTS Kaydı Nedir?

HTS kaydı, bir kişinin cep telefonu üzerinden gerçekleştirdiği iletişim hareketlerinin teknik olarak dökümünü sağlayan bir kayıttır. Özellikle adli süreçlerde ve soruşturmalarda, bir kişinin kimlerle ne zaman, ne sıklıkla irtibat kurduğunu gösteren önemli bir veri kaynağıdır. HTS kaydı ile genellikle telefon görüşmeleri, kısa mesajlar (SMS), internet erişim verileri ve kişinin hangi bölgede cep telefonu kullandığı gibi bilgiler elde edilebilir. Bu kayıtlar, operatörler tarafından tutulur ve resmi makamların talebiyle paylaşılır.

HTS’nin Açılımı ve Anlamı

HTS’nin açılımı “Historical Traffic Search” yani Tarihi Trafik Sorgulaması şeklindedir. Türkiye’de zaman zaman “Hat Trafik Sorgusu” olarak da adlandırılır. Bu kavram, telefon hatları üzerinden yapılan her türlü bağlantı trafiğinin geriye dönük incelemesini ifade eder. HTS kayıtları, kimlerin kimlerle ne kadar süreyle ve hangi sıklıkla iletişim kurduğunu teknik olarak gösteren raporlardır. Bu raporlar, çoğunlukla adli makamların amaçları doğrultusunda hazırlanır.

HTS Kaydı Hangi Bilgileri İçerir?

HTS kaydının içeriği oldukça kapsamlıdır ve aşağıda detaylandırıldığı gibi çeşitli iletişim ve veri hareketlerine dair bilgiler barındırır.

Telefon Görüşmeleri ve SMS Kayıtları

HTS kaydı çoğunlukla, bir abonenin yaptığı ve aldığı çağrıların kayıtlarını içerir. Burada;

  • Görüşmenin tarihi ve saati,
  • Arayan ve aranan numaralar,
  • Görüşmenin süresi,
  • Aramanın yönü (gelen ya da giden),
  • Hangi operatör üzerinden yapıldığı,
  • Kısa mesaj (SMS) gönderme ve alma bilgileri,
    bulunur. Ancak, görüşme ya da SMS içerikleri bu kayıtlarda yer almaz; sadece teknik detaylar kayıt altındadır.

İnternet ve Veri Kullanım Bilgileri

HTS kaydı ayrıca internet ve veri kullanımına ilişkin bilgileri de kapsayabilir. Özellikle;

  • Hangi saatlerde hangi baz istasyonu üzerinden internete bağlanıldığı,
  • Ne kadar veri kullanıldığı gibi bilgiler HTS kaydında yer alır.
    Fakat, hangi internet sitelerine girildiği ya da yapılan işlemlerin içeriği HTS kaydıyla anlaşılmaz. Sadece bağlantının süresi ve veri miktarı gibi temel kullanım detayları takip edilir.

Baz İstasyonu ve Konum Bilgileri

HTS kaydı sayesinde, abonenin yaptığı arama ya da gönderdiği SMS sırasında hangi baz istasyonunu kullandığı da görülür. Bu da kişinin yaklaşık hangi bölgede olduğunu belirlemeye yarar. Ancak burada konum tam olarak değil, baz istasyonunun kapsama alanı kadar netlikte elde edilir. Genellikle;

  • Çağrı yapılan/alan anlık baz istasyonu kodu,
  • O anki lokasyonun teknik tanımlaması,
    HTS kaydına işlenir ve bu bilgiler adli süreçte kişinin konumuna dair analiz yapılmasını sağlar.

HTS Kaydı ile Elde Edilemeyen Bilgiler

HTS kaydı, iletişim trafiğinin sadece teknik üst verilerini (meta veri) sunar. Yani;

  • Görüşmenin ya da SMS’in içeriği,
  • İnternette girilen web siteleri, uygulama içi mesajlaşmalar (örneğin WhatsApp, Telegram içerikleri) gibi ayrıntılar,
  • Kullanılan cihazın marka/modeli dışındaki özel bilgiler,
    HTS kaydıyla elde edilemez. Ayrıca HTS kaydı, telefonun kapalı olduğu veya sim kartın olmadığı zamanlardaki hareketleri kapsamaz. Bu sebeple, elde edilen HTS kayıtları yalnızca kapsamı dahilindeki teknik bilgileri içermekle sınırlıdır.

Ceza Muhakemesi Kanunu’nda HTS

Ceza Muhakemesi Kanunu’nda HTS, yasal delil toplama ve suçun aydınlatılması süreçlerinde en önemli teknik araçlardan biridir. HTS kayıtlarının hukuki dayanağı, özellikle 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 135. maddesinde açıklanır. Bu maddeye göre “iletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda alınması”, ancak hakim kararıyla veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde savcı kararıyla mümkündür ve sıkı kurallara tabidir.

HTS kaydı alınabilmesi için ortada bir suç olmalı ve bu suçun aydınlatılması ya da ispatı için başka bir yol kalmamalıdır. Özellikle katalog suç olarak adlandırılan ağır suçlarda, delil elde etmek için mahkemeler ve savcılıklar bu yola sıklıkla başvurur. HTS kayıtlarının ceza davalarında kullanılması için kanuni gerekçelerin bulunması şarttır. Haberleşmenin tespiti, dinlenmesi, kayda alınması ve iletişim trafiği analizleri, sadece yargı makamlarının yetkili kararıyla mümkün olur.

Ayrıca, HTS kayıtları, sadece kişinin kiminle, ne zaman ve ne kadar süreyle iletişim kurduğunu, mesajlaştığını, arama yaptığı tarih-saat ve baz istasyonu gibi bilgiler verir; görüşmenin içeriğini kapsamaz. Mahkemeler, HTS kayıtlarının güvenilirliğini, elde ediliş yöntemine ve yasal usullere sıkıca bağlı kalarak değerlendirir.

Anayasa ve İletişim Gizliliği

HTS kayıtlarının alınmasında Anayasa’nın haberleşme özgürlüğü ve gizliliğiyle ilgili hükümleri çok temel bir yasal dayanak oluşturur. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 20. ve özellikle 22. maddesinde, “Herkes, haberleşme hürriyetine sahiptir ve haberleşmenin gizliliği esastır.” maddeleri yer alır. Bu ilke, vatandaşların özel hayatı ve haberleşmesinin korunmasını garanti altına alır.

Ancak, haberleşme gizliliği sınırsız değildir. Milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması gibi gerekçelerle, hâkim kararıyla veya kanunda belirtilen yetkililerce sınırlandırılabilir. Burada temel kural, haberleşme gizliliğine müdahalenin ancak kanunla ve zorunlu hallerde, ölçülü şekilde yapılabilmesidir.

HTS kayıtlarının alınması sürecinde anayasal haklara gösterilen özen çok önemlidir. Hakim veya savcı kararı olmadan yapılan işlemler ciddi hak ihlallerine ve hukuka aykırılığa yol açabilir. Dolayısıyla HTS kayıtlarının toplanması ve kullanılması, hem Türk Ceza Muhakemesi Kanunu’na hem de Anayasa’nın temel hak ve özgürlüklerle ilgili hükümlerine sıkı sıkıya bağlıdır.

Kısacası, HTS kayıtları hukuka uygun şekilde ancak belirli şartlarla elde edilir ve kullanılır. Hem CMK’nın ilgili maddesine hem de Anayasa’daki haberleşme ve özel hayatın gizliliği ilkelerine uyulması zorunludur. Aksi durumlar, hem adli süreçte hem de bireysel haklar açısından ciddi sonuçlar doğurabilir.

HTS Kaydı Hangi Durumlarda Talep Edilir?

HTS kaydı, Türk hukukunda çoğunlukla adli süreçlerde ve önemli soruşturmalarda kullanılmaktadır. HTS kayıtlarının ne zaman ve neden talep edilebileceği konusu, günümüzde hem yargı hem de vatandaşlar tarafından yoğun şekilde merak edilir. Özellikle ceza davalarında, boşanma ve aile davalarında, ayrıca bazı büyük ve ciddi suç soruşturmalarında HTS kayıtlarının kullanımı oldukça yaygındır.

Ceza Davalarında Kullanımı

Ceza davalarında HTS kaydı en çok başvurulan dijital delillerdendir. Suçun işlendiği zaman diliminde bir kişinin nerede olduğu, kiminle ve ne sıklıkta iletişim kurduğu sorularını açıklığa kavuşturmak için HTS kayıtları talep edilir. Hakim ve savcılar, olayın aydınlatılması veya şüphelinin pozisyonunun belirlenmesi amacıyla bu kayıtlardan yararlanır. Özellikle iletişimin yoğun olduğu suç tiplerinde, failin olay anında ya da öncesinde ve sonrasında kimlerle irtibat kurduğunun incelenmesi için bu delil büyük önem taşır.

Katalog Suçlarda HTS Kaydı

Katalog suçlar, Türk Ceza Kanunu’nda ve ilgili mevzuatta özel olarak belirtilen ağır suçlardır. Örneğin; örgütlü suçlar, terör suçları, cinayet, adam kaçırma gibi suçlar katalog suçlar arasında yer alır. Katalog suçlar kapsamında savcılık, mahkeme kararı ile şüpheli veya sanığın iletişim trafiğine dair HTS kaydı talep edebilir. Bu tür durumlarda, HTS kaydı sadece olayın aydınlatılmasında değil, aynı zamanda şüpheli ile mağdur veya diğer suç ortakları arasındaki bağlantının kurulmasında da temel delil olarak kullanılır.

Boşanma ve Aile Davalarında Kullanımı

Boşanma davalarında HTS kaydı sıkça gündeme gelir. Özellikle zina, sadakatsizlik, aile içi şiddet veya tehdit iddialarında telefon trafiğinin incelenmesi, davanın seyrini etkileyebilir. Taraflardan biri, eşinin başka bir kişiyle yoğun şekilde iletişim içinde olduğunu iddia ediyorsa, bu iddiayı desteklemek için HTS kaydı talep edebilir. Yine, aile mahkemelerinde çocuğun kaçırılması veya velayetle ilgili iddialarda da, tarafların iletişim bilgileri ve hareketliliği HTS üzerinden araştırılır.

Diğer Hukuki ve Ciddi Suç Soruşturmalarında Rolü

HTS kaydı sadece ceza ve boşanma davalarında değil; kayıp şahıs olayları, dolandırıcılık, gasp, tehdit, şantaj ve çeşitli adi suçlarda da başvurulabilen bir delildir. Özellikle bir olayın oluş zamanına ilişkin iddiaların araştırılmasında, mağdurun veya şüphelinin konumunun netleştirilmesinde, kimlerle irtibat halinde olduğunun tespitinde HTS kayıtları kritik rol oynar. Ayrıca, adli bilişim incelemeleriyle desteklenerek suçun işleniş şeklinin ortaya konmasına yardımcı olur. Ciddi suçlarda, HTS kaydına dayalı analizlerin tarafsız ve teknik bilirkişi raporlarıyla desteklenmesi gerekebilir.

HTS Kaydı Nasıl Alınır?

HTS kaydı almak isteyen kişiler ya da kurumlar, belirli yasal süreçleri takip ederek bu verilere ulaşabilir. HTS kayıtları, yani telefon trafiği ve iletişim verileri, hem adli, hem de bireysel başvurular sonucu elde edilebilir. Ancak, işlemin yasal sınırlamaları ve başvuru koşulları vardır.

Kimler HTS Kaydı Talep Edebilir?

HTS kaydı talep edebilmek için belirli yetkiye sahip olmak gerekir. Herkes rastgele şekilde HTS kaydı isteyemez; yasal sınırlamalar mevcuttur.

Mahkeme ve Savcılık Talebi

Mahkemeler ve Cumhuriyet Savcılıkları, adli soruşturma kapsamında HTS kaydı talep edebilir. Özellikle ağır suçlar veya katalog suçlar denilen (örneğin; terör, uyuşturucu, adam öldürme gibi) davalarda mahkemeye veya savcılığa başvuran resmi makamlar, ilgili GSM operatörlerinden HTS dökümlerini isteyebilir. Bu talepler genellikle bir soruşturma dosyası kapsamında ve hâkimin kararıyla gerçekleştirilir. Yani, hukuki gerekçe olmadan mahkeme ya da savcılık bile bu kayıtlara rastgele ulaşamaz.

Kişisel (Abone) Başvuruları

HTS kaydı kişisel olarak da talep edilebilir, ancak bu talep sadece kişinin kendi adına kayıtlı olan hatlar için geçerlidir. Eğer bir GSM hattı sizin üzerinize kayıtlıysa, dilekçe veya operatörlerin dijital kanalları aracılığıyla geçmiş iletişim ve arama kayıtlarınızın özetini isteyebilirsiniz. Ancak burada unutulmaması gereken; görüşme içerikleri değil, çağrı/sms trafiğinin listesi alınabilir.

HTS Kaydı Almak İçin Gerekli Şartlar

HTS kaydı almak için bazı temel şartlar gerekir:

  • Yasal gerekçe: Mahkeme, savcılık ya da kamu güvenliği gibi konularda, gerekli yasal prosedürün uygulanması gerekir.
  • Kimlik doğrulama: Abone başvurularında kişinin kimliğini kanıtlaması şarttır.
  • Talep edilen dönemin açıkça belirtilmesi: Hangi tarih aralığına dair HTS verisi isteniyorsa, bu aralığı net olarak belirtmek gereklidir.
  • Yetki belgesi veya mahkeme kararı: Adli bir başvuruda, savcılığın ya da hâkimin imzalı ve onaylı talimatı gerekir.

Yukarıdaki şartlar yerine getirilmezse, HTS dökümü alınamaz veya resmi yollarla paylaşılmaz.

HTS Kayıtları Nereden Alınır?

HTS kayıtları genellikle iki ana kaynaktan alınabilir: GSM operatörleri ve Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK).

GSM Operatörlerinden Temin

HTS kayıtlarının başlıca kaynağı hattın ait olduğu GSM operatörüdür (Türk Telekom, Turkcell, Vodafone gibi). Aboneler veya resmi merciler, ihtiyaca göre direkt operatörlere başvurarak bu dökümleri talep edebilirler. Abone kendi kayıtları için, operatörlerin şubelerine ya da online hizmet noktalarına başvurabilir. Mahkeme ve savcılık ise doğrudan resmi yazıyla operatöre talepte bulunur.

Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) Üzerinden

Bazı durumlarda ise operatörlerin yanı sıra Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) üzerinden de HTS kayıtları alınabilir. BTK, iletişimin denetleyici kurumudur ve ihtiyaç durumunda (özellikle adli merciler için), iletişim trafiğiyle ilgili kayıtları sağlayabilir.

HTS Kaydı Sorgulama Yöntemleri

HTS kaydının nasıl sorgulanacağı da kullanıcının statüsüne göre değişir.

Bireysel Fatura ve Detay Bilgisine Ulaşım

Bireysel aboneler, kendi hatlarına dair fatura ve detay dökümlerini operatörlerin şubelerinden, internet şubelerinden veya mobil uygulamalarından sorgulayabilirler. Burada genellikle aranan, görüşme dökümleri, mesaj gönderim bilgileri ve kısıtlı olarak internet bağlantı trafiğidir. Ancak, çağrı içerikleri ve ayrıntılı lokasyon gibi detaylar BTK veya adli bir karar olmadan sağlanmaz.

Özetle; HTS kaydı almak için hangi amaçla, kim adına ve ne kadar süreyi kapsayacak şekilde talepte bulunacağınızı ve bu konuda yasal şartları iyi bilmek gerekir. Hem gizlilik hem haklar açısından bu verilerin korunması ve ifşası ciddi bir sorumluluğa tabidir.

HTS Kayıtlarının Mahkemelerde Delil Olarak Kullanılması

HTS kayıtlarının mahkemelerde delil olarak kullanılması, özellikle son yıllarda hem ceza hem de hukuk davalarında büyük önem taşımaktadır. HTS kayıtları, bir telefon abonesinin kimlerle, ne zaman ve ne kadar süreyle iletişim kurduğunu, bu iletişim sırasında hangi baz istasyonlarını kullandığını gösterir. Mahkemeler bu kayıtları genellikle olayın aydınlanmasında, iddia veya savunmanın desteklenmesinde kullanır.

Ancak, HTS verilerinin delil olarak kullanılabilmesi için yasal usullere uygun şekilde elde edilmesi şarttır. Ceza Muhakemesi Kanunu’na göre hâkim veya gecikmesi halinde savcı kararı gereklidir. HTS kayıtlarının içerik bilgisi değil, sadece trafik bilgileri elde edilebilir.

Mahkemeler HTS verilerini genellikle diğer delillerle birlikte değerlendirir ve tek başına kesin hüküm için değil, dosyadaki diğer delilleri destekleyici yardımcı delil olarak kullanır. Ayrıca, bilirkişi raporlarıyla HTS kayıtlarının teknik analizi yapılır ve bu teknik inceleme de delil değerlendirmesinde destekleyici olur.

Yargıtay Kararlarında HTS Kayıtları

Yargıtay, HTS kayıtlarının tek başına mahkûmiyet için yeterli ve kesin delil olmayacağını açıkça belirtmiştir. Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarında, HTS kayıtları çoğunlukla “destekleyici delil” olarak görülür. Yargıtay, özellikle ceza davalarında, HTS verilerinin başka delillerle desteklenmeden tek başına suçun ispatı için kullanılamayacağına kararlar vermiştir.

Ayrıca Yargıtay, HTS kayıtlarının yalnızca sanığın belli bir bölgede veya olay mahalline yakın bir yerde bulunmuş olabileceğini gösterdiğini, kişinin o anda gerçekten orada olup olmadığının ise tek başına bu kayıtlarla kanıtlanamayacağını vurgulamıştır. Hukuk davalarında da HTS kayıtlarının durumun tespitinde yardımcı olabileceği ama yine tek başına hükme esas alınamayacağı karar altına alınmıştır.

HTS Kayıtlarının Tek Başına Ceza/Mahkumiyet İçin Yeterliliği

HTS kayıtlarının tek başına ceza veya mahkûmiyet için yeterliliği hukuken mümkün değildir. Çünkü, bu kayıtlar yalnızca iletişimin gerçekleştiği zamanı, kimlerle görüşüldüğünü ve konum bazlı olarak cihazların hangi istasyona bağlandığını gösterir. Fakat, bu bilgilerin kişinin bir suçu işlediğini kesin olarak göstermesi mümkün değildir.

Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi kararlarında açıkça belirtildiği üzere, HTS kayıtlarının tek başına mahkumiyet gerekçesi olamayacağı ifade edilmiştir. Mahkeme, başka somut ve maddi delillerle desteklenmeyen HTS kayıtlarına dayanarak ağır bir hüküm kuramaz. Bunun sebebi ise “şüpheden sanık yararlanır” ilkesinin Türk ceza hukukunun temel ilkelerinden biri olmasıdır.

Sosyal Medya ve Diğer Dijital Delillerle Birlikte Kullanımı

HTS kayıtları, sosyal medya ve diğer dijital delillerle birlikte kullanıldığında çok daha güçlü bir delil seti oluşturur. Özellikle son yıllarda, dijital çağın getirdiği olanaklarla birlikte, olayın aydınlatılmasında çeşitli dijital kaynaklardan gelen veriler bir arada değerlendirilmektedir. Mesela, bir kişinin olay anında hangi konumda olduğu HTS kaydı ile belirlenmeye çalışılırken, bu kişiyle yapılan sosyal medya yazışmaları ve kamera kayıtları da aynı dosyada delil olarak sunulabilir.

Örneğin, bir suçun işlendiği anda şüphelinin konumu HTS kaydıyla olay mahalline yakın olduğuna işaret ederse, sosyal medya yazışmaları da bu kişinin o yerde olabileceğine dair ek veri sunabilir. Ancak burada unutulmamalıdır ki, WhatsApp, Telegram gibi uygulamalarda mesaj içerikleri HTS kaydıyla tespit edilemez; sadece görüşme trafiği (varsa) teknik olarak işaretlenir.

Kısacası, HTS kayıtları mahkemelerde bağımsız olarak değil; genellikle dijital medya, kamera kayıtları, banka hareketleri ve sosyal ağ mesajları gibi başka dijital delillerle birlikte bütüncül şekilde değerlendirilir. Bu yaklaşım, hem adil yargılamayı sağlamak hem de dijital çağın gerektirdiği şekilde delil değerlendirmesini etkin kılmak için gereklidir.

Baz İstasyonu ve Triangülasyon Yöntemi

Baz istasyonu ve triangülasyon yöntemi, HTS kayıtlarında yer alan konum bilgisinin temelini oluşturur. HTS kayıtları bir cep telefonunun, bir görüşme ya da SMS sırasında bağlı olduğu baz istasyonunun bilgisini içerir. Her baz istasyonu, belirli bir kapsama alanına sahip olup, cihaz hangi bazdaysa HTS kaydında o baz istasyonu ID’si görünür. Triangülasyon yöntemi ise, aynı anda birden fazla baz istasyonunun sinyal gücüne göre telefonu yaklaşık olarak nerede olduğunu belirlemeye yarar. Özellikle şehirlerde, çok sayıda baz istasyonu olması, daha hassas konum belirlemeyi mümkün kılar. Ancak bu, asla cihazın tam adresini vermez, sadece bir bölge veya mahalle düzeyinde bilgi yaratır. Bir olayda telefonun yaklaşık olarak hangi lokasyonda bulunduğu, çoğunlukla bu veriyle tespit edilmeye çalışılır.

Konum Bilgisi Hassasiyeti ve Sınırları

Konum bilgisi hassasiyeti, HTS kayıtlarının en çok sorgulanan özelliğidir. HTS kaydı sadece cihazın bağlı olduğu baz istasyonunu gösterir ve bu da kimi zaman birkaç yüz metre, kimi zaman daha geniş, kırsalda ise birkaç kilometrelik bir kapsama alanı sunar. Kısaca; baz istasyonu verisi kişiyi kesin şekilde apartman, daire ya da masa başı gibi net bir şekilde konumlandıramaz. Kent içinde çoklu bazlar nedeniyle daha tutarlı sonuçlar elde edilse de, “tam adres bilgisi verir” demek doğru değildir. Gece ya da yoğun olmayan saatlerde bölgedeki baz yoğunluğu azalırsa, bu alan daha da büyüyebilir. Bu sebeple, HTS kayıtlarından elde edilen konum bilgisinin sınırları, her zaman teknik ve pratik kısıtlamalarla çevrilidir.

Adli Bilişim ve HTS Kayıtları Analizi

Adli bilişim uzmanları, HTS kayıtlarının analizinde özel yazılımlar ve teknikler kullanır. Analiz sürecinde; numaraların hangi saatlerde, hangi bazlarda, kimlerle iletişimde olduğuna bakılır. Kişilerin aynı anda veya benzer zamanlarda aynı bazda olup olmadığı, ortak hareket ve buluşma ihtimalleri, şüpheli aktiviteler bu şekilde analiz edilir. HTS raporları, çoğunlukla harita üzerinde gösterilir, baz kapsama alanları çizilir ve şüpheli kişilerin hareket güzergahı çıkarılır. Teknik analiz; sadece ham verileri değil, hayatın olağan akışına uygunluk, zaman-mekân ilişkisi ve kişi yoğunluğunu da dikkate alır. Özellikle büyük dosyalarda, geçmişe dönük kapsamlı analiz gereklidir.

Uzman Görüşü ve Bilirkişi İncelemesi

HTS kayıtlarının hukuki anlamda delil olup olamayacağı, genellikle bir bilirkişi veya adli bilişim uzmanı görüşüyle güçlendirilir. Bilirkişi raporunda; verilerin nasıl elde edildiği, hangi aralıklarla analiz edildiği, teknik kısıtlamalar net şekilde belirtilir. Bilirkişi, kayıtların hangi koşullarda yanılmaya açık olduğunu, o kaydın dosya açısından ne kadar güçlü bir delil teşkil ettiğini açıklar. Mahkemeler, bu teknik incelemeye ve rapora dayanarak karar verir. Özellikle karmaşık olaylarda, birden fazla uzmanın değerlendirmesine başvurulabilir. Hakim veya savcılar, HTS kayıtlarının tek başına kesin delil oluşturmadığını, başka delillerle de desteklenmesi gerektiğini bilirkişiden duymak ister.

Kısaca özetlemek gerekirse; baz istasyonu ve triangülasyon yöntemleriyle elde edilen HTS kayıtlarındaki konum bilgisi, modern adli bilişimin ve hukukun vazgeçilmez ama sınırları iyi anlaşılmalı bir parçasıdır. Bilirkişi incelemesi ve uzman görüşü, bu kayıtların doğru şekilde değerlendirilmesi için zorunludur.

HTS Kayıtlarında Saklama ve Silme Süreleri

Yasal Saklama Süreleri (5 Yıl)

HTS kayıtlarında yasal saklama süreleri, en çok merak edilen konuların başında gelir. HTS kaydı, yani telefon görüşmeleri, SMS, internet ve konum kullanımına ilişkin kayıtlar, Türkiye’de Elektronik Haberleşme Kanunu ve ilgili mevzuat gereği belirli sürelerle saklanır. Şu anda uygulamada olan mevzuata göre, GSM operatörleri ve yetkili hizmet sağlayıcıları HTS kayıtlarını 5 yıl boyunca saklamak zorundadır.

Yani; cep telefonu operatörünüz, sizinle ilgili görüşme, mesajlaşma, data kullanımı ve baz istasyonu bağlantı geçmişinizi en fazla beş yıl boyunca sistemlerinde tutar. Bu süre; savcılıkların, mahkemelerin ya da yetkili kurumların bir soruşturma sırasında geçmişe dönük bilgi talebini kapsamaktadır.

Özellikle adli ve istihbari araştırmalarda, HTS kayıtları çoğunlukla son beş yıl içindeki verilerle sınırlı kalmaktadır. 5 yılın dışındaki verilere, operatörler hukuken ulaşamaz ve bu kayıtları önceden silmekle yükümlüdür. Bu süre; bazen teknik nedenlerle biraz daha kısa olmayacak şekilde sistemlerde saklanabilir, ancak beş yılı aşan kayıtlar yasal olarak tutulamaz.

Saklama Sonrası Silme Zorunluluğu

HTS kayıtlarının saklanmasındaki bir diğer önemli konu ise saklama süresi dolduktan sonra silme zorunluluğudur. 5 yıl süresinin dolmasıyla birlikte, GSM operatörlerinin ya da ilgili veri sağlayıcıların ellerindeki tüm HTS verilerini silmeleri yasal bir zorunluluktur. Yani bir operatör, 5 yıldan daha eski bir görüşme detayını saklayamaz veya paylaşamaz.

Bu durum, kişisel verilerin korunması ve bireylerin özel hayatının gizliliğinin sağlanması adına çok büyük önem taşır. Kısacası; bir kişi ya da kurum, sizden habersiz, 5 yılı aşan bir HTS kaydını saklar veya başkalarıyla paylaşırsa bu, hukuka aykırı bir işlem olur ve ciddi cezai yaptırımlar doğurabilir.

Bazı durumlarda ise, özel bir mahkeme kararı olmadan eski kayıtların saklanması veya talep edilmesi mümkün değildir. Bu, hem dijital haklarınızı koruyan hem de adaletin doğru işlemesini sağlayan önemli bir yasal güvence anlamına gelir. ✔️

Not: HTS kayıtlarınızın süresi dolduğunda, GSM operatörü bu kayıtları kendi sistemlerinden otomatik olarak silmek durumundadır. Söz konusu kurala uymayan kurumlara ciddi cezai yaptırımlar uygulanır ve kişisel haklarınızı korumanız mümkün hale gelir.

HTS Kayıtlarıyla İlgili Sıkça Sorulan Sorular

HTS Kaydı Nasıl ve Ne Kadar Sürede Alınır?

HTS kaydı almak için genellikle bir mahkeme kararı ya da savcılığın talebi gerekmektedir. Süreç, dosyanın niteliğine ve talebin iletildiği kuruma göre farklılık gösterebilir. Mahkemenin veya savcılığın ilgili GSM operatörüne ya da Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’na (BTK) yazılı talepte bulunması gerekir. Talepten sonra kayıtların çıkarılması ve ilgili makama iletilmesi ortalama 1 hafta ile 1 ay arasında tamamlanır. Acil soruşturmalarda bu süre daha kısa olabilir.

Kişisel başvurularla ise (örneğin abonenin kendi HTS kayıtlarını talep etmesi) çoğu zaman operatörlerin online veya fiziksel şubeleri aracılığıyla belirli bir başvuru süreci sonrası alınabilir. Yasal kimlik ile başvuru yapılması şarttır ve genellikle birkaç gün içinde sonuçlanır.

HTS Kaydı Avukatla mı Talep Edilmeli?

HTS kaydı, genellikle doğrudan bireyler tarafından talep edilemez; çünkü bu bilgiler gizlidir ve yasal koruma altındadır. Ceza davası gibi dosyalarda, talep savcılık, mahkeme veya bir avukat aracılığı ile yapılır. Özellikle delil amacıyla kullanılacaksa, mutlaka bir avukat desteğiyle başvuru yapmak sürecin daha sağlıklı yürümesini sağlar. Avukat, HTS kaydının nasıl talep edileceği, hangi kapsamda talep edilmesi gerektiği konusunda rehberlik eder ve usule uygun dilekçeyi hazırlayabilir.

HTS Kaydı İçeriğinde WhatsApp ve Diğer Uygulamalar Görünür mü?

HTS kaydı, yalnızca gelen/giden arama ve SMS trafiği ile internet veri kullanımına dair kayıtları içerir. WhatsApp, Telegram, Facebook Messenger gibi uygulamalarda yapılan yazışma veya aramalar HTS kayıtlarında detay olarak görünmez. Ancak, bu uygulamaların internet üzerinden yaptıkları bağlantılar “veri kullanımı” olarak genel şekilde kayıtlarda yer alabilir; ama mesaj içeriği, kiminle yazışıldığı veya görüşme içeriği HTS’de yer almaz.

HTS Kaydını Kimler Görebilir ve Talep Edebilir?

HTS kayıtlarını yalnızca yetkili makamlar (örneğin savcılık, mahkemeler), bir soruşturma ya da yargılama kapsamında talep edebilir ve inceleyebilir. Kişinin avukatı, mahkeme veya savcılıktan alınan izin sonrası bu kayıtlara ulaşabilir. Kendi telefonunun HTS kaydını ise abone (hat sahibi), sınırlı ölçüde operatörden şahsi başvuruyla alabilir. Bunun dışında üçüncü şahıslar veya kurumlar HTS kaydını göremez ve talep edemez.

Hangi Mahkeme ve Suç Türlerinde Kullanılır?

HTS kaydı, en çok ceza mahkemelerinde ve ağır ceza gerektiren suçlarda delil olarak kullanılır. Başta terör, organize suçlar, cinayet, hırsızlık, dolandırıcılık gibi katalog suçlar olmak üzere, iletişim trafiğinin önemli olduğu hemen her soruşturmada talep edilebilir. Ayrıca bazı boşanma ve aile mahkemesi dosyalarında şüpheli iletişimlerin ispatında, çocuğun velayetinin belirlenmesinde de delil olarak kullanılabilmektedir. HTS kayıtları, genellikle ciddi hukuki süreçlerin bir parçasıdır ve sıradan alacak-verecek, basit tazminat dosyalarında kullanılmaz.

Hukuka Aykırı HTS Kaydı ve Delil Kullanımı

Hukuka aykırı HTS kaydı, yetkisiz veya yasal bir dayanak olmadan elde edilen ve mahkemeye delil olarak sunulan telefon trafiği kayıtlarını ifade eder. Ceza Muhakemesi Kanunu’na ve Anayasa’ya göre iletişimin tespit edilmesi, dinlenmesi ve kaydedilmesi imkanları çok sınırlı, özel yetkilere ve hâkim kararı koşuluna bağlanmıştır. Yasal sürecin dışında veya yetkisiz makamlarca alınan HTS kayıtları hukuka aykırı delil kapsamına girer.

Hukuka aykırı HTS kayıtları, hem ceza hem de özel hukuk davalarında delil olarak kullanılamaz. Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi kararları, bu tür delillerin hükme esas alınmasını açıkça yasaklamıştır. Örneğin, bir şahıs hakkında mahkeme kararı olmadan elde edilen telefon kayıtları sonradan mahkemeye sunulsa bile, bu kayıtlar geçerli ve kesin delil olma özelliği taşımaz; davadan çıkarılır.

Ayrıca, HTS kayıtları tek başına mahkumiyet veya kesin karar vermek için yeterli değildir. Diğer delillerle desteklenmesi gerekir. Kişinin özgürlüğünü ciddi şekilde etkileyen bir kararda yalnızca HTS verisine dayanmak, hem delil hukuku açısından hem de bireysel haklar bakımından sakıncalıdır.

Kısaca özetlemek gerekirse; yasal mevzuata ve usule uygun olmadan alınan HTS kayıtlarının kullanılması ihlaller doğurur, mahkemenin kararını geçersiz kılar ve bireysel hakların çiğnenmesine yol açar.

Bireysel Gizlilik ve Haklar

Bireysel gizlilik, HTS kayıtlarının elde edilmesi ve kullanılması sürecinde en temel konulardan biridir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 20. ve 22. maddeleri, kişisel verilerin korunması ve haberleşme hürriyeti ile ilgili açık düzenlemeler içerir. HTS kayıtlarının hukuka uygun şekilde talep edilmesi ve mahkeme/esaslı yetki olmadan başka türlü paylaşılmaması gerekir.

Her bireyin, telefon ve iletişim geçmişinin mahremiyetinin korunmasına hakkı vardır. Kişisel veri sayılan bu bilgiler ancak kamu güvenliği, suçun aydınlatılması gibi çok istisnai durumlarda ve yalnızca hâkim/savcı izni ile alınabilir. Yetkisiz kişi veya kurumların bu kayıtlara ulaşması veya paylaşması yasal olarak suç teşkil eder.

HTS kayıtlarının gereksiz yere, geniş kapsamda veya ilgisiz üçüncü kişilere verilmesi, kişisel mahremiyetin ihlalidir. Özellikle özel hayatın gizliliği, adil yargılanma ve haberleşme özgürlüğü üzerinde hassasiyet gösterilmelidir. Bu nedenle hem hukuki süreçte hem de günlük yaşamda telefon trafiği kayıtlarının paylaşımı konusunda dikkatli ve bilinçli olunması çok önemlidir.

Sonuç olarak: HTS kayıtlarıyla ilgili işlemler yapılırken gizliliğe, kişisel haklara ve yasal koşullara harfiyen uyulmalıdır. Şüpheli bir işlemle karşılaşıldığında hukuki destek almak ve haklarını bilmek, kişisel verilerin korunması için en etkili yoldur.

İsim Değişikliği ve Soyadı Değiştirme Davası

İsim ve soyadı değiştirme davaları, kişinin hukuki olarak adını veya soyadını değiştirmek istediği durumlarda açılan davalardır. Bu davaların açılması, T.C. Medeni Kanunu’nun 27. maddesi kapsamında belirlenen haklı nedenler ile mümkündür. İsim veya soyadını değiştirmek isteyen bir kişi, genellikle Asliye Hukuk Mahkemesi’ne başvurarak bu süreci başlatır. Haklı gerekçeler arasında alay konusu olan isimler, dini ya da kültürel sebepler veya kişisel tercihler yer alabilir.

Dava sürecinde, kişinin ismini değiştirme talebini destekleyecek deliller sunulması önem taşır. İsim değiştirme, yalnızca yasal gerekçeler sağlandığında ve mahkeme kararı ile yapılabilir. Edinilen bilgiler doğrultusunda, mahkeme kararı sonrası değişiklikler Nüfus Müdürlüğü’ne bildirilir ve Basın İlan Kurumu tarafından ilan edilir. Gerekli durumlarda e-Devlet gibi dijital platformlar üzerinden de başvuru yapılabilir. Bu tür davalar, kişisel hakların korunması açısından önem arz eder.

İsim ve Soyadı Değişikliği Nedir?

İsim ve soyadı değişikliğinin hukuki niteliği

İsim ve soyadı değişikliği, kişinin sahip olduğu adı veya soyadını, hukuki bir süreç sonucunda farklı bir isim veya soyad ile değiştirme işlemidir. Bu değişiklik, kişisel varlık hakları kapsamında değerlendirilir ve kişinin temel kimlik unsurunda değişiklik yapılması anlamına gelir. İsim ve soyadı, kişinin toplumsal hayatta tanınmasını ve ayırt edilmesini sağlar. Hukuken bu değişiklik, Türk Medeni Kanunu’nun 27. maddesine dayanır ve ancak haklı sebeplerin varlığı hâlinde mahkeme kararıyla gerçekleştirilir. Davayı bizzat kişi kendisi açabilir veya avukatı aracılığıyla süreci yürütebilir. İsim ve soyadı değişikliğinin hukuki niteliği gereği, kişinin temel haklarından biri olarak korunur ve asliye hukuk mahkemelerinde görülür.

İsim ve soyadı değişikliği için başvuru şartları

İsim ve soyadı değişikliği başvurusu yapmak isteyen bir kişinin belirli şartları yerine getirmesi gerekir. Başvuru için öncelikle haklı bir sebebin varlığı aranır. Haklı sebepler arasında; adın toplumda alay konusu olması, yanlış veya kusurlu yazılması, kişinin sosyal çevresinde farklı bir isimle tanınması gibi gerekçeler yer alır. Başvuru bizzat kişinin kendisi tarafından yapılabileceği gibi, avukat aracılığıyla da gerçekleştirilebilir. Reşit olmayan çocuklar için ise bu dava, velisi ya da vasisi tarafından açılır. Mahkemeye hitaben bir dilekçe hazırlanır ve gerekli deliller sunulur. İsim ve soyadı değişikliğinde, başvurunun kabulü için beyan edilen gerekçelerin inandırıcı ve yeterli olması gerekmektedir. Ayrıca maddi hataların düzeltilmesi için bazı durumlarda nüfus müdürlüğüne doğrudan başvuru da mümkündür.

Toplumda kimlik ve aidiyet kavramı

İsim ve soyadı, toplumda bireylerin kimliğinin en önemli yapı taşlarından birini oluşturur. Kimlik, kişinin kendisini nasıl tanımladığı ve çevresi tarafından nasıl tanındığı ile ilgilidir. Aidiyet ise kişinin ait olduğu gruplara, aileye, topluma veya kültüre olan bağlılığını gösterir. İsim ve soyadı, bireyin hem kendi kimliğini oluşturmasında hem de aidiyet duygusunu geliştirmesinde temel rol oynar. Örneğin, anlamı bilinmeyen, kişinin karakterine veya ailesine uygun olmayan ad ve soyadlar, bazen bireyde yabancılaşma veya ait hissetmeme duygusuna yol açabilir. Bu gibi durumlarda isim veya soyadı değişikliği, bireyin kendisiyle barışık olması ve toplumsal bütünlük hissetmesi için önemli bir adım olabilir. Özellikle genç yaşta isim veya soyadı değişikliği, kişinin gelecekteki kimlik arayışını ve aidiyet duygusunu olumlu yönde etkileyebilir. Bu nedenle isim ve soyadı değişikliği talepleri, sadece hukuki değil, aynı zamanda psikolojik ve sosyolojik bir ihtiyaç olarak da görülür.

İsim ve Soyadı Değişikliği Davası Açma Şartları

Hangi durumlarda dava açılabilir?

İsim ve soyadı değişikliği davası açmak isteyen kişiler, en çok hangi şartlarda bu işlemin mümkün olduğunu merak ediyor. İsim ve soyadı değişikliği, sadece kişinin keyfi isteğine bağlı olarak değil, belirli hukukî nedenlerle gerçekleştirilebilir. Genellikle bu davalar, ismin gülünç, alay konusu olması, toplum içinde taşıması zor bir anlam taşıması, kötü anıları çağrıştırması, kişinin farklı bir ad veya soyad ile tanınması ya da nüfus kayıtlarında karışıklık olması gibi sebeplerle açılır.

Yani kanuna göre, “haklı bir sebep” olmadan isim veya soyadı değiştirilemez. Dava açabilmek için mutlaka bu haklı sebebin dilekçede açıkça belirtilmesi gerekir. Dava dosyasında haklı sebebin varlığını ispatlayan belgeler ve deliller de sunulmalıdır. Hakim, dosya üzerindeki delillere ve sunulan gerekçeye göre karar verir.

Haklı sebep kavramı

Haklı sebep, ismin veya soyadının taşınmasının objektif olarak zorlayıcı, kişiyi mağdur edici veya toplumsal açıdan rahatsız edici bir niteliğe sahip olmasını ifade eder. Türk Medeni Kanunu madde 27 gereği, soyadı veya isim değişikliği sadece haklı nedenlere dayanılarak istenebilir. Örneğin:

  • İsim ya da soyadı ile alay edilmesi
  • Toplumda ahlaka aykırı veya komik bir anlam taşıması
  • Kişinin isminin ya da soyadının toplumda kötü bir şöhrete sahip biriyle aynı olması
  • Travmatik olaylar nedeniyle bu ismin veya soyadının kullanılmak istenmemesi
  • Dini, kültürel veya kişisel aidiyet nedeniyle değişiklik talebi

Haklı sebep kavramı oldukça geniştir ve olayın özelliğine göre mahkemeler tarafından takdir edilir. Sadece “beğenmiyorum” veya “canım istedi” sebepleri haklı sebep sayılmaz.

Keyfi isim ve soyadı değişikliği mümkün mü?

Keyfi yani herhangi bir gerekçe belirtmeden isim ya da soyadı değiştirmek mümkün değildir. Türk Medeni Kanunu’na göre, isim ve soyadı değişikliğinde haklı sebep aranır. Yani kişi sadece sevdiği bir ismi almak için veya soyadını beğenmediği için değişiklik talep ettiğinde, mahkeme bu talebi reddeder.

Yargı kararları, keyfi istemlerin reddedilmesi yönündedir. Son yıllarda yalnızca yazım ya da imla hataları için e-devlet üzerinden başvuru yapılabilmektedir, ancak bu da keyfi değiştirme kapsamına girmez. Dava açmadan ve gerekçesiz değişiklik yapılamaz.

Kimler dava açabilir?

İsim ve soyadı değişikliği davası, temel olarak bizzat şahsın kendisi tarafından ya da bu işlem için özel yetki verilen bir vekil (avukat) aracılığıyla açılabilir.
18 yaşını doldurmuş (reşit) ve fiil ehliyeti bulunan herkes kendi adına mahkemeye başvuruda bulunabilir.

18 yaşından küçükler için ise, velayet hakkını kullanan ebeveyn veya vasisi dava açma hakkına sahiptir. Küçük yaştakilerin kendileri dava açamaz. Anne-baba boşanmışsa ve velayet annede ise, anne çocuğun ismi ya da soyadını değiştirmek için mahkemeye başvuru yapabilir.

Ayrıca, kişinin kendisi mahkemeye başvurmaya engel olacak bir durumda ise (örneğin sağlık sorunları veya yurtdışında bulunmak gibi), noter onaylı özel vekaletname verilerek bir avukat üzerinden dava açılabilir.

Reşit olmayan çocuklar için dava açılması

Reşit olmayan çocukların isim veya soyadı değişikliği için dava açma hakkı velayet sahibi anne veya babaya aittir. Dava, çocuğun ikamet ettiği yerdeki Asliye Hukuk Mahkemesi’nde açılır. Bazı durumlarda, velayeti olmayan ebeveynin de davada rızası gerekebilir. Dava açarken çocuğun yararı ve haklı sebep açıkça belirtilmelidir.

Çocuk 18 yaşını doldurmadan, kendiliğinden isim veya soyadı değişikliği talebinde bulunamaz. Tüm talepler veli veya vasisi tarafından yapılır.

Avukat ile dava açma süreci

Avukat ile isim ve soyadı değişikliği davası açmak, süreci hukuken daha hızlı ve düzenli hale getirir. Avukata verilecek özel yetkili vekaletname ile tüm işlemler avukat tarafından yürütülür. Dilekçe hazırlanması, mahkemede savunmanın yapılması, dosya takibi ve karar sonrası işlemlerin tamamı avukat tarafından üstlenilir.

Avukat ile dava açmak istemezseniz, işlemleri kendiniz de yürütebilirsiniz ancak dilekçenin eksiksiz hazırlanması ve haklı sebebin ispatı önemlidir. Usul hatası yapılmaması için bir avukattan danışmanlık almak avantajlıdır.

Kısacası, davayı bizzat kendiniz ya da özel yetkilendirilmiş bir avukat aracılığıyla hızlı ve sorunsuz biçimde açmak mümkündür.

Haklı Nedenler ve Yasal Dayanaklar

Türk Medeni Kanunu 27. madde

Türk Medeni Kanunu 27. madde, isim ve soyadı değişikliği konusundaki temel yasal dayanağı oluşturur. Maddeye göre, isim ve soyadı ancak haklı sebeplerle mahkemeden istenebilir. Madde şu şekildedir:
Adın değiştirilmesi, ancak haklı sebeplere dayanılarak hâkimden istenebilir. Adın değiştirildiği nüfus siciline kayıt ve ilan olunur. Ad değiştirmekle kişisel durum değişmez.

Bu yasa maddesi, her başvurana keyfi olarak değil, gerçekten makul ve toplumsal anlamda geçerli bir gerekçesi olan kişilere bu hakkı verir. Dolayısıyla, isim ya da soyadı değişikliği için dosyalanacak davada haklı bir gerekçe/sunum zorunludur.

Haklı nedenlere örnekler

Haklı nedenler, yasa ve Yargıtay kararları ışığında geniş bir çerçevede incelenir. Kanun, hangi nedenlerin haklı sayılacağını kesin bir şekilde sıralamaz, bu değerlendirmeyi hâkime bırakır. Ancak uygulamada sıkça kabul edilen durumlar vardır:

Gülünç, alay konusu olan ad ve soyadları

Haklı nedenler arasında en çok karşılaşılanlardan biri, alay konusu olabilecek, toplum içinde küçük düşüren veya utandırıcı ad ve soyadlarıdır. Kişinin isminin dalga geçilecek, küçümseyecek şekilde olması, hem psikolojisini hem sosyal hayatını olumsuz etkileyebilir. Bu durumlarda, isim/soyadı değişikliği için mahkemeler olumlu kararlar vermektedir.

Sosyal çevrede farklı isimle tanınma

Bir kişi, ismini kullanmak istemeyip çevresinde sürekli başka bir isimle biliniyorsa, bu da haklı bir neden kabul edilir. Özellikle resmi işlemlerde ve günlük yaşamda ayrı isimlerin kullanılması kişiyi zor durumda bırakabilir. Yargıtay da, bireyin tanındığı ad ile resmi kayıttaki adın farklılığını değiştirme gerekçesi olarak sıkça onaylamaktadır.

Travmatik olaylar veya kötü anılar

Bazı isim ve soyadları, travmatik bir olayı veya kişide derin olumsuz anlamlar taşıyan geçmişi hatırlatabilir. İsim taşıdığı için sürekli acı veya psikolojik baskı hisseden kişiler, bu sebebe dayanarak değişiklik isteyebilirler. Mahkemeler genellikle bu tür başvuruları da olumlu değerlendirir.

Dini, kültürel, cinsiyet ve aidiyet nedenleri

Kişinin din değiştirmesi, cinsiyet kimliği değişikliği, ya da bulunmaktan rahatsız olduğu toplumsal/kültürel gruptan uzaklaşmak istemesi de önemli haklı nedenler arasında yer alır. Örneğin Hristiyan bir isim taşıyan birinin Müslüman olması, ya da cinsiyet geçişi sonrası yeni bir isim almak istemesi mahkemenin kabul ettiği durumlar arasındadır.

Benimsenmeyen veya olumsuz anlamlı isim/soyadlar

Bazı isim veya soyadlar kötü anlamlar taşıyor olabilir ya da kişi zamanla kendi adıyla hiçbir bağ kuramamış olabilir. Özellikle kişi ile adı arasında manevi bağ oluşmaması, adın ya da soyadının kişiyi rahatsız etmesi de haklı sebep kapsamındadır.

Ailevi sebepler ve sosyal zararlar

Aile ile yaşanan ciddi sorunlar, şiddet, baskı, aileden uzaklaşma isteği isim veya soyadı değişikliği için sunulabilecek bir diğer haklı neden olarak karşımıza çıkar. Ayrıca evlatlık alınan çocukların yeni ailesiyle uyum sağlamak için isim veya soyadı değişikliği istemesi de mahkemelerce kabul edilmektedir.

Tehdit veya güvenlik nedeniyle değişiklik

Kişinin isminin veya soyadının değişmesinin güvenliği için zaruri olduğu durumlar da haklı nedenler arasında sayılır. Özellikle şiddet mağdurları, tanık koruma programında olanlar gibi güvenlik kaygısı yaşayanlar için bu tür taleplere özel önem verilir.

Yargıtay kararları ve içtihatlar

Yargıtay’ın ismi ve soyadı değişikliği konusundaki kararları yol göstericidir. Yargıtay;

  • Kişinin toplumda farklı isimle bilinmesi
  • Alay konusu olup psikolojik zarara uğraması
  • Ciddi ailevi nedenler veya kimliksel sorunlar
    gibi pek çok farklı gerekçe için haklı neden olarak kabul kararı vermiştir.

Yargıtay kararlarında özellikle,

  • Toplumsal hayatta tanınan ad dışında başka bir isim taşımanın zorlukları,
  • Soyadının kişinin güvenliğini tehdit etmesi,
  • İsmin manevi ve psikolojik etkileri
    özellikle vurgulanır.

Sonuç olarak, isim ve soyadı değişikliği talebiyle ilgili Yargıtay içtihatları ve Türk Medeni Kanunu 27. madde kapsamında kişinin gerçek mağduriyetinin belgelenmesi ve her durumun somut olarak ispatlanması beklenmektedir. Haklı nedenin ne olduğuna her olayda mahkeme karar verir.

İsim ve Soyadı Değişikliği Davası Süreci

Yetkili ve görevli mahkeme

İsim ve soyadı değişikliği davası açmak istiyorsanız, sürecin ilk adımı yetkili ve görevli mahkemeyi doğru belirlemektir. Türkiye’de bu tür davalar genellikle kişinin yaşadığı yere göre açılır. Burada iki nokta öne çıkıyor: ikametgâh/yerleşim yeri mahkemesi ve Asliye Hukuk Mahkemesi.

İkametgâh/yerleşim yeri mahkemesi

İsim ve soyadı değişikliği davası, ilgili kişinin ikametgâhı yani sürekli olarak yaşadığı yer mahkemesinde açılması gerekir. Yani, şu anda nüfus kaydınız hangi adreste ise o adresin bağlı olduğu adliyeye başvuru yapmalısınız. Mahkemenin hangi şehirde veya ilçede olması tamamen sizin yerleşim yerinize bağlıdır.

Asliye Hukuk Mahkemesi

Bu davalarda Asliye Hukuk Mahkemeleri yetkilidir ve görevlidir. Yani isim ve soyadı değişikliği davası, Sulh Hukuk değil, Asliye Hukuk Mahkemesi’nde açılır. Dilekçenizde doğru mahkemeyi belirtmek, sürecin uzamaması açısından önemlidir.

Dava dilekçesinin hazırlanması

İsim ve soyadı değişikliği davası açarken en önemli adım, dava dilekçesinin doğru ve eksiksiz hazırlanmasıdır. Dilekçenizde neden isim veya soyadı değişikliği istediğinizi açık, anlaşılır ve somut şekilde yazmalısınız. Ayrıca hangi isim veya soyadıyla değiştirilmesini istiyorsanız bunu açıkça belirtmelisiniz.

Dilekçe örneği ve başvuru belgeleri

Dilekçenizi hazırlarken örneklerden veya bir avukattan destek alabilirsiniz. Genellikle istenen belgeler şunlardır:

  • Dava dilekçesi (isim/soyadı değişiklik talebinizi açıklayan)
  • Nüfus cüzdanı fotokopisi
  • İkametgâh belgesi

Bazı durumlarda destekleyici belge (ör: psikolojik rapor, tanık beyanı, medya haberleri) eklemek faydalı olabilir.

Davalı olarak Nüfus Müdürlüğü

Bu davalarda karşı taraf yani davalı mutlaka gösterilmelidir. İsim ve soyadı değişikliği davalarında davalı, kişinin bağlı bulunduğu Nüfus Müdürlüğü olur. Dilekçenizde davalı kısmına “XXX İlçe Nüfus Müdürlüğü” şeklinde yazmalısınız.

Gerekli evraklar ve belgeler

Dava açarken bazı belgeleri eksiksiz sunmak zorundasınız. En çok istenenler:

  • Nüfus kayıt örneği
  • Kimlik fotokopisi
  • Adres bilgileri (ikametgah)
  • Değişikliği gerektiren durumla ilgili varsa destekleyici evraklar (ör. tanık listesi, gazetede çıkan olumsuz haber, psikolog raporu, isim yanlış yazılmışsa resmî belge)

Gerekirse mahkeme sizden ek belge de isteyebilir.

Deliller ve tanık beyanları

İsim ve soyadı değişikliğinde delil sunmak çok önemlidir. Deliller arasında yazılı belgeler veya tanık ifadeleri olabilir. Mesela, isminiz alay konusu oluyorsa bunu arkadaş veya komşu gibi tanıklarla gösterebilirsiniz. Tanıklar mahkeme günü gelip, yaşadığınız sıkıntıları anlatabilirler ve bu durum davanızın kabulü açısından etkili olur.

Harç ve masraf bilgisi

İsim ve soyadı değişikliği davası açarken harç ve belli miktarda dosya masrafı yatırmanız gerekir. 2024 yılı itibariyle dosya açılış harcı, gider avansı gibi kalemlerde toplamda 800 TL ile 2000 TL arasında bir masraf değişkenlik gösterebilir. Ayrıca tanık çağırma, kararın ilanı gibi masraflar da olabilir. Davayı avukat ile açarsanız, avukatlık ücreti de eklenir.

Bu tutarlar her yıl güncellenebilir; en doğru bilgi için mahkemenin veznesi veya avukatınızdan destek alabilirsiniz.

Dava süresi ve işleyişi

İsim ve soyadı değişikliği davası genellikle diğer davalara göre daha hızlı sonuçlanır. Mahkeme, delillerinizi inceler, tanıkları dinler ve karar verir. Dava sırasında bir aksaklık yaşanmazsa süreç genelde oldukça hızlı ilerler.

Ortalama tamamlanma süresi

Standart bir isim veya soyadı değişikliği davasının tamamlanma süresi, bulunduğunuz şehre, mahkemenin yoğunluğuna ve sunulan delillerin açıklığına göre değişmekle birlikte çoğunlukla 1 ila 3 ay arasında sonuçlanır. Zor veya karmaşık dosyalarda bu süre uzayabilir.

Mahkeme kararı sonrası yapılacaklar

Mahkeme isim veya soyadı değişikliği konusunda lehinize karar verirse artık bazı resmi işlemlerin yapılması gerekir. Bu süreçte karar kesinleşir ve gerekli yerlere bildirilir.

Kararın ilanı ve nüfus müdürlüğüne bildirim

Mahkeme kararı kesinleşince karar genellikle herhangi bir gazetede ilan edilmez; çünkü güncel uygulamada ilan şartı kalkmıştır. Kararın bir örneği Nüfus Müdürlüğüne otomatik olarak gönderilir. Nüfus Müdürlüğü, yeni isminiz veya soyadınızla resmi kayıtlardaki güncellemeyi kısa sürede tamamlar.

Eş ve çocukların durumu

Eğer evliyseniz veya çocuğunuz varsa, yapılan isim/soyadı değişikliği sadece başvuru sahibi açısından geçerlidir. Eşiniz ve çocuklarınızın ismi/soyadı otomatik olarak değişmez. Dilerseniz onlar için de ayrıca başvuru yapmak veya mahkemeye dilekçe vermek gereklidir. Özellikle velayet altındaki çocuklar için değişiklik başvurusu yapılırken mahkemeden izin alınması gerekmektedir.

E-Devlet ve İdari Yol ile İsim/Soyadı Değişikliği

E-devlet üzerinden başvuru koşulları ve güncel durum

E-devlet üzerinden isim ya da soyadı değişikliği başvurusu yapmak isteyenler için güncel olarak bazı kısıtlamalar bulunmaktadır. 2024 ve 2025 yılında, genel olarak isim ve soyadı değişikliği işlemleri e-Devlet üzerinden yapılmamaktadır. Ancak, özellikle evli, boşanmış ya da dul kadınların soyadı değişikliğiyle ilgili başvurularını e-Devlet platformu (https://www.turkiye.gov.tr/nvi-evli-veya-bosanmis-kadinlarin-soyadi-degisikligi-basvurusu) üzerinden yapabilmeleri mümkündür.

Bunun dışında, isim ve soyadı değişikliği için haklı bir neden mevcutsa ve maddi hata söz konusu değilse, başvuru işlemleri mahkemeler aracılığıyla devam etmektedir. E-devlet üzerinden genellikle yalnızca başvuru sürecinin takibi ve bilgilendirme hizmeti sunulmaktadır. Ayrıca, geçmişte uygulanan ve süreli yürütülen “bir defaya mahsus mahkemesiz isim ve soyadı düzeltme” uygulaması yasalarca sonlandırıldığı için, şu anda aktif değildir.

Mahkeme olmadan değişiklik mümkün mü?

Mahkeme olmadan isim veya soyadı değişikliği yapmak genel olarak mümkün değildir. Türk Medeni Kanunu’na göre, haklı bir neden bulunmadıkça isim ve soyadı değişikliği ancak mahkeme kararıyla gerçekleşmektedir. Ancak burada küçük ama önemli bir istisna vardır: Eğer isim veya soyadında bariz bir yazım hatası, harf eksikliği veya fazlalığı gibi kesinlikle “maddi hata” sayılan durum varsa, mahkemeye gitmeden idari başvuru yapılabilir.

Sonuç olarak, kökten bir değişiklik istiyorsanız (örneğin başka bir isim almak veya soyadı değişikliği gibi), mutlaka Asliye Hukuk Mahkemesine dava açmanız gerekmektedir. Yani, haklı sebep yoksa ve hata da maddi nitelikte değilse idari yollarla, yani yalnızca Nüfus Müdürlüğü veya e-Devlet üzerinden değişiklik yapmak mümkün değildir.

Maddi hata düzeltmeleri ve idari başvuru yöntemi

İsim veya soyadınızda maddi hata varsa (örneğin yazım hatası, harf hatası, eksik ya da yanlış karakter, anlamı değiştiren bariz imla yanlışlığı gibi), başvurunuzu doğrudan Nüfus Müdürlüğü’ne ya da e-Devlet kapısı üzerinden gerçekleştirebilirsiniz. Bu tür hatalar şu örneklerde görülür:

  • Adınız nüfus cüzdanında “Mehmet” yerine “Mehet” yazılmışsa,
  • Soyadınızda harf unutulmuş ya da fazla yazılmışsa,
  • Açıkça yazım ya da imla hatası yapılmışsa,

Böyle bir durumda ilgili Nüfus Müdürlüğü’ne giderek veya e-Devlet’teki ilgili bölümden başvuru yaparak değişiklik talebinde bulunabilirsiniz. Bir dilekçe yeterlidir ve genellikle süreç hızlıdır; ek olarak çoğu zaman herhangi bir ücret alınmaz. Ancak, idare kurulunca karar verilmesi gereken özel durumlar da olabilmektedir.

Özetle:

  • Maddi hata ile oluşan isim ve soyadı yanlışlıklarının düzeltilmesi idari başvuruyla mümkündür.
  • Sebep “daha farklı bir isim istemek” veya “kökten değişiklik” ise mutlaka mahkemeye başvurmak gerekir.
  • E-Devlet şu anda yalnızca belirli durumlarda, çoğunlukla bilgilendirme ve başvuru takibi için kullanılabilir.

Eğer emin olmadığınız bir durum varsa en güncel bilgi için Nüfus Müdürlüğü’nü veya e-Devlet platformunu kontrol etmenizi tavsiye ederiz.

Mahkeme kararına itiraz hakkı

Mahkeme kararına itiraz hakkı, isim ve soyadı değişikliği davasında verilen kararın sonuçlarından etkilenen kişiler için önemli bir güvencedir. Türk Medeni Kanunu’nun 27. maddesine göre, isim veya soyadı değişikliğinden herhangi bir şekilde zarar gören kişiler, değişikliğin kaldırılması için itirazda bulunabilirler. Buradaki “zarar gören” kişi, ismin değiştirilmesinden dolayı menfaati zedelenen herhangi bir akraba veya üçüncü şahıs olabilir.

İtiraz hakkı, kararın kesinleşmesinden itibaren bir yıl boyunca devam eder. Yani mahkemenin isim ya da soyadı değişikliği kararı kendisine tebliğ edilen kişi, değişikliğin kaldırılması için bir yıl içerisinde yeni bir dava açabilir. Bu süre hak düşürücü niteliktedir. İtirazlar sayesinde kararın haksız şekilde verilmesi önlenmeye çalışılır ve temel haklar korunur.

İstinaf ve yargı yolu açıklamaları

İsim ve soyadı değişikliğinde istinaf ve yargı yolları belirli kurallara bağlıdır. Davanın ilk aşamada görüldüğü Asliye Hukuk Mahkemesinin verdiği karar, doğrudan kesin olmayıp, ilgili taraflarca istinaf edilebilir. Karar taraflara tebliğ edildikten sonra, iki hafta içerisinde istinaf yoluna başvurma imkanı bulunur.

Buradaki istinaf, kararı bir üst mahkemede yeniden inceletme imkanı sağlar. Bölge Adliye Mahkemesi tarafından yapılan inceleme sonucunda verilen karar ise genelde kesindir. 2024 yılı itibarıyla, isim ve soyadı değişikliği davalarında istinaf sonrası Yargıtay’a temyiz yolunun büyük oranda kapalı olduğu, yani istinaf mahkemesinin verdiği kararın çoğunlukla son karar olduğu kabul edilmektedir. Ancak bazı istisnai hallerde (hukuki hata, kamu düzeni gibi durumlarda) dosyanın Yargıtay’a taşınması gündeme gelebilir.

İtiraz ve temyiz süreleri

İsim veya soyadı değişikliği davasında verilen mahkeme kararına karşı, kararın tebliği tarihinden itibaren 2 hafta (14 gün) içinde istinaf yoluna başvurma hakkı vardır. Bu süre içerisinde istinaf başvurusu yapılmazsa karar kesinleşir.

İtiraz etmek isteyen zarar gören üçüncü kişiler ise mahkeme kararının kesinleşmesinden itibaren 1 yıl içinde ayrı bir dava açarak kararın kaldırılmasını isteyebilirler. Yani kararın asıl tarafı istinafa gitmek istiyorsa 2 hafta zamanı var; ama karardan sonra zarar gören bir kişiyseniz 1 yıl içinde yeni bir “kaldırma” davası açabilirsiniz.

Temyiz, yani kararı bir üst derece mahkemede kanuni olarak inceletmek ise pratikte mümkün olmaz; çünkü bu tür davalar kural olarak temyize açık değildir ve istinaf sonrası kararlar kesin nitelik taşır.

Mahkeme kararının kesinleşmesi

Mahkeme kararının kesinleşmesi, isim veya soyadı değişikliği sürecinde önemli bir aşamadır. Karar taraflara tebliğ edildikten sonra 14 gün içinde itiraz (istinaf) edilmezse karar kesinleşir. Kesinleşen karar, başvurucunun talebi doğrultusunda resmi süreçlerin ve kimlik değişikliği işlemlerinin başlatılabilmesi için esas alınır.

Kesinleşen mahkeme kararı çoğunlukla Basın İlan Kurumu aracılığıyla ilan edilir ve ilgili nüfus müdürlüğüne resmi bir yazı ile bildirilir. Nüfus Müdürlüğü de bu karar doğrultusunda, vatandaşın kimlik ve nüfus kayıtlarını yeni isme veya soyadına göre değiştirir. Kararın kesinleşmesinden sonraki bu idari adımlar olmadan, isim veya soyadı değişikliği pratikte gerçekleşmez.

Özetle; isim ve soyadı değişikliği davasında hak arama yolları açıktır. İstinaf ve itiraz sürelerine özellikle dikkat edilmeli; karar kesinleşmeden hukuk yolları tüketilmelidir. Kesinleşen karar ise, kimlik ve tüm resmi belgelerin güncellenmesinin önünü açar.

Türkiye dışında yaşayanlar için süreç

Türkiye dışında yaşayan Türk vatandaşları, isim veya soyadı değişikliği yapmak istediklerinde Türkiye’de yürürlükte olan mevzuata tabidirler. Yurtdışında ikamet edenler doğrudan Türkiye’ye gelmek zorunda değildir. Süreci başlatmak için aşağıdaki adımlar izlenmelidir:

  • Yerleşim yeri yurtdışında bulunan vatandaşlar, isim veya soyadı değişikliği talebinde bulunduklarında yaşadıkları ülkenin Türk Konsolosluğu’na veya Büyükelçiliği’ne şahsen başvuruda bulunabilirler.
  • Konsolosluk üzerinden yapılacak başvurularda, başvurucu dilekçesini doldurur ve gerekli kimlik belgelerini ibraz eder. Belgelerin eksiksiz ve doğru olması çok önemlidir.
  • Dava açma işlemleri için Türkiye’de bir avukata vekâlet verebilirler; bu sayede fiziki olarak Türkiye’de bulunmalarına gerek kalmaz.
  • Türkiye’deki bir asliye hukuk mahkemesinde isim veya soyadı değişikliği davası açılır ve sürecin resmi olarak yürütülmesi sağlanır.
  • Mahkeme kararının kesinleşmesinin ardından, konsolosluk ya da Büyükelçilik aracılığıyla yeni isim veya soyadı, Türkiye’deki nüfus kütüğüne işlenir.
  • Sonrasında vatandaşlar bulundukları ülkedeki Türk temsilciliğinden yeni kimlik ve pasaport başvurusu yapabilir.

Kısacası, yurtdışında yaşayan Türk vatandaşları için süreç, bulundukları ülkedeki Türk konsolosluğuna başvuru ile başlar ve Türkiye’de açılan dava ile tamamlanır. Bu süreci bir avukat aracılığıyla yürütmek işlemlerin hızlanmasını sağlar.

Yurtdışı mahkemelerinin kararlarının tanınması

Yurtdışında isim veya soyadı değişikliği yapan Türk vatandaşlarının karşılaştığı en önemli nokta, yabancı ülke mahkemelerinde alınan isim ya da soyadı değişikliklerinin Türkiye’de hangi şartlarda geçerli olacağıdır.

  • Birçok ülkede isim veya soyadı değişikliği doğrudan idari bir işlemle ya da mahkeme kararıyla gerçekleştirilebilmektedir.
  • Fakat yurtdışında alınan bu değişiklik kararlarının, Türkiye’de resmi olarak geçerli sayılması için ek bir adım gereklidir: “Tanıma ve tenfiz davası”.
  • Tanıma ve tenfiz davası, yurtdışındaki mahkeme kararının Türkiye’de de geçerli olabilmesi için Türk mahkemelerinde açılması gereken hukuki bir süreçtir.
  • Tanıma, kararın kesinleşmiş olduğunun Türk mahkemeleri tarafından kabul edilmesidir. Tenfiz ise, kararın Türkiye’de icra edilebilirliğini sağlar.
  • Bu davalar, kişinin Türkiye’deki son yerleşim yeri Asliye Hukuk Mahkemesi’nde ya da yoksa Ankara Asliye Hukuk Mahkemesi’nde açılır.
  • Davada yurtdışı mahkeme kararının aslı, yeminli tercümesi ve apostil şerhi gibi belgelerin sunulması gerekir.
  • Tanıma/tenfiz işleminin ardından değişiklik Türkiye’deki nüfus müdürlüğünde de kayıtlara işlenir.

Özetle, yabancı ülkede yapılan isim veya soyadı değişikliklerinin Türkiye’de resmen tanınması ve nüfus kaydına geçmesi için Türk mahkemelerinde tanıma/tenfiz davası açılması zorunludur. Böylece hem yurtiçindeki hem de yurtdışındaki kayıtlar uyumlu şekilde güncellenir.

Sık Sorulan Sorular

Tekrar isim ve soyadı değişikliği mümkün mü?

Tekrar isim ve soyadı değişikliği yapmak isteyen kişiler için bazı sınırlar bulunmaktadır. Türk Medeni Kanunu’na göre, bir kez isim veya soyadı değişikliği dava yoluyla yapıldıysa, aynı kişisel bilgide tekrar değişiklik yapılabilmesi için “haklı bir neden” varlığı gereklidir. Yani, keyfi olarak veya geçerli bir sebep olmadan tekrar değişiklik başvurusunda bulunmak genellikle kabul edilmez. Ancak yeni bir gerekçe, örneğin ciddi bir mağduriyet ya da yeni ortaya çıkan bir ihtiyaç, söz konusu olursa, mahkemeye başvurarak tekrar bir değişiklik talep edilebilir.

İsim ekletme veya sildirme davaları

İsim ekletme veya isim sildirme işlemleri de isim değişikliği davaları ile benzer şekilde yürütülür. Kişiler hem mevcut ismine ikinci bir isim ekletmek veya var olan ikinci ismi sildirmek için mahkemeye başvurabilirler. Bunun için de haklı bir neden sunmak gereklidir. Özellikle toplum içinde yaygın olarak başka bir isimle tanınıyorsa veya mevcut isminin kullanılmasını istemiyorsa, mahkemelerde bu davalar genellikle olumlu karşılanabilmektedir. Her iki durumda da süreç, Asliye Hukuk Mahkemesi’ne başvuru şekliyle ilerler ve çoğunlukla dilekçeye ek olarak tanık beyanları ve gerekçeli açıklamalar istenir.

Dava açmadan değişiklik yapılabilir mi?

Dava açmadan isim veya soyadı değişikliği yapmak isteyenlerin sayısı giderek artmaktadır. 2022 yılında yürürlüğe giren düzenlemeler sayesinde, maddi hataya dayalı (yazım ve imla) isim/soyadı değişiklikleri için mahkemeye gitmeden, ilçe nüfus müdürlüklerine veya e-devlet üzerinden doğrudan başvuru yapılabilmektedir. Ancak bu durum yalnızca yanlış yazılmış, harf hatası ya da bariz biçim hataları gibi durumlar için geçerlidir. Kişisel gerekçeler veya ciddi nedenlerle değişiklik talep ediliyorsa, Asliye Hukuk Mahkemesi’nde dava açmak gerekmektedir. E-devlet aracılığıyla veya nüfus müdürlüğü başvurusunda yalnızca basit maddi hatalar düzeltilebilir.

Davanın reddi ve tekrar başvuru

İsim veya soyadı değişikliği davasının reddedilmesi halinde, kişiler yeniden başvuru yapabilirler. Ancak burada önemli olan nokta, ilk başvuruda sunulan gerekçeler yeterli bulunmadıysa, yeni bir dava açmak için farklı ve daha güçlü bir gerekçe sunulması gerektiğidir. Mahkeme, aynı sebebe dayalı tekrar başvuruları kabul etmez. Daha önce yaşanmamış ve yeni ortaya çıkmış önemli bir olay, toplumsal baskı veya mağduriyet gibi haklı nedenler varsa, yeniden dava açmak için yasal bir engel bulunmamaktadır. Başvurunun reddi gerekçelerinde eksik veya yanlış belge sunulmuşsa, eksiklikler giderilerek tekrar başvuru yapılabilir.

Not: Tekrar başvurular için yasal bir süre sınırı yoktur, ancak gerekçelerin farklı ve güçlü olması önemlidir.

Örnek Durumlar ve İpuçları

Başarılı dava örnekleri

Başarılı isim ve soyadı değişikliği davaları genellikle gerekçenin açık ve haklı olduğu durumlarda görülür. Örneğin, adı ya da soyadı günlük hayatta gülünç, alay konusu olan veya toplumda olumsuz anlamlar taşıyan kişiler açtıkları davayı çoğunlukla kazanırlar. Bir başka yaygın kabul sebebi de kişinin kendi adı dışında başka bir isimle tanınıyor olmasıdır. Mahkemeler, kişinin sosyal yaşantısında mağdur olması, iş veya okul ortamında alay edilmesi, ailesinden ayrılması gibi gerekçelerin kanıtlandığı durumlarda değişikliğe onay vermektedir. Ayrıca, travmatik olaylarla veya kötü anılarla hatırlanan isim ve soyadları için yapılan başvurular da genellikle olumlu sonuçlanır.

Sık yapılan hatalar ve öneriler

İsim ve soyadı değişikliği davalarında sık yapılan hatalardan biri, yetersiz gerekçe sunmaktır. Mahkemeye yapılan başvuruda neden isim veya soyadı değiştirmek istediğinizi detaylıca açıklamazsanız, davanızın reddedilme ihtimali artar. Belgeler veya tanık gösterilmeden yapılan başvurular da eksik sayılır. Bir diğer hata, hatalı dilekçe hazırlamak ya da eksik bilgiyle mahkemeye başvurmaktır. Bu tip durumlar süreci uzatabilir veya başvuru reddedilebilir.

Önerilerimiz ise, dilekçenizi mümkün olduğunca ayrıntılı hazırlamanız, yaşadığınız mağduriyeti veya değişiklik isteme nedeninizi açık bir biçimde belirtmenizdir. Ayrıca mahkemeye başvururken mevcut belgeleri (örneğin sosyal medya iletişimleri, okul kayıtları, iş yerindeki yazışmalar gibi) ve gerekirse tanıkları sunmanız lehinize olacaktır.

Avukatsız dava açılabilir mi?

İsim ve soyadı değişikliği davalarında avukat tutma zorunluluğu yoktur. Dileyen herkes, şahsen veya gerekli durumda özel yetkili vekaletname verdikleri biri aracılığıyla davasını açabilir. Ancak, hukuki süreç ve dilekçe hazırlığında yapılan hataların önüne geçmek, gerekli belgeleri doğru ve eksiksiz şekilde sunmak için bir avukattan destek almak işleri kolaylaştırabilir. Hukuki deneyimi olmayan kişiler de usule uygun şekilde dilekçe yazarak ve istenen evrakları tamamlayarak süreci tamamlayabilir.

Çocuklarda ve evli kişilerde işlem farklılıkları

Çocuklar için isim veya soyadı değişikliği davası açılırken, 18 yaşından küçük çocuklar için anne-baba birlikte veya yasal temsilcisi tarafından başvuru yapılmalıdır. Yargıtay içtihatlarına göre, hem anne hem de babanın rızası genellikle gereklidir. Anne-babanın evli olması halinde birlikte başvuru şartı vardır, velayet durumuna göre de başvurular farklılık gösterebilir.

Evli kadınlar ise genellikle eşinin soyadını taşıdığı için, sadece kendi soyadını veya hem kızlık hem de eşinin soyadını almak isterse bunun için ayrı başvuru yapmalıdır. Evli erkek soyadını değiştirdiğinde ise, eşi ve reşit olmayan çocukların soyadları da otomatik olarak değişir. Reşit çocukların soyadı ise anne veya babanın değişikliğinden dolayı kendiliğinden değişmez. Bu durumda, reşit çocuklar için ayrı dava açılması gerekir.

Çocukların ve evli kişilerin başvurularında, aile bütünlüğü, çocuğun menfaati ve soyadı birliği gibi unsurlara özellikle dikkat edilir.

Not: Güncel ve örnek dilekçe örnekleri ya da detaylı yasal bilgilere, çoğu baro veya avukatlık web sitesinden ulaşabilirsiniz. Her olayın kendine özgü farklılıklar gösterebileceğini unutmayın.

Sonuç ve Öneriler

Uygun hazırlık için tavsiyeler

Uygun hazırlık, isim ve soyadı değişikliği davasında en önemli adımdır. Bu davaya başlarken öncelikle değişiklik için haklı bir neden olduğundan emin olmalısınız. Mahkemede ikna edici olmak için, seçtiğiniz nedenin Türk Medeni Kanunu ve mahkeme içtihatları kapsamında geçerli gerekçeler taşımasını sağlamalısınız. Bu nedenle:

  • Mevcut kimliğinizle ilgili yaşadığınız sorunları açıkça ifade edin.
  • Eğer yeni adınızla sosyal çevrenizde daha çok tanınıyorsanız, bu durumu belgeleyin.
  • Olası travmatik olaylar ya da güvenlik gerekçeleri varsa, bunları destekleyen belgeleri dosyanıza ekleyin.
  • Tanık beyanı gerekecekse, bu kişileri önceden belirleyip bilgilendirin.

Ayrıca, dava dilekçenizin açık ve net olması, tüm belgelerinizin eksiksiz hazırlanması sizi bir adım öne taşır. Evrak eksikliği davanızın reddine sebep olabilir. Unutmayın, iyi hazırlık süreci davanın olası sonucunu doğrudan etkiler.

Uzman avukata başvurma gerekliliği

Uzman bir avukata başvurmak çoğunlukla bir zorunluluk değil, ancak önemli bir avantajdır. Çünkü isim ve soyadı değişikliği davalarında hukuki bilgi eksikliği;

  • Yanlış veya ikna edici olmayan dilekçe hazırlanmasına,
  • Belgelerde eksiklik olmasına,
  • Mahkemede taleplerin yeterince açıklanamamasına yol açabilir.

Bir avukat, yasal haklarınızı ve davada hangi argümanların daha etkili olacağını bilir. Dava sürecinde beklenmeyen bir sorunla karşılaştığınızda, avukat desteği sayesinde hızlı ve doğru çözüm bulabilirsiniz. Avukat desteğiyle, özellikle karmaşık ya da hassas haklı sebep gösteren durumlarda davanız olumlu sonuçlanma olasılığı yükselir.

Dava stratejisi ve pratik hususlar

Davanızda başarılı olmak için bazı stratejik ve pratik noktalara dikkat etmelisiniz:

  • Dilekçeyi kişisel durumunuza ve yaşadığınız nedenlere göre uyarlayın, hazır şablonlardan doğrudan kopyalamayın.
  • Belge ve tanık sunumu için önceden plan yapın; mahkeme gününde telaşa düşmeyin.
  • İkametgâh mahkemesi, çoğunlukla başvurulacak yerdir. Doğru yerde dava açtığınızdan emin olun.
  • Davanın seyrini e-devlet üzerinden veya mahkemeden düzenli olarak takip edin.
  • Eğer haklı nedenleriniz güçlü değilse, dilekçede yaşadığınız mağduriyeti duygusal değil, mantıklı ve yasal dayanaklarla anlatmaya çalışın.

Ek olarak, karar kesinleşince nüfus müdürlüğü işlemleri için mahkeme kararını hemen iletin. Eş ve çocuklarınızın durumu etkileniyorsa gerekli başvuruları onlarla birlikte gerçekleştirin.

Özetle isim soyadı değişikliği davası zorlu gibi görünebilir, ancak düzenli ve dikkatli bir hazırlıkla, doğru hukuki destekle ve etkili stratejiyle sonuca ulaşmak mümkündür. Anlayışlı, sabırlı ve sistemli hareket etmek sizi başarıya götürecektir.

Boşanma Davasında Deliller

Boşanma davasında deliller büyük bir öneme sahiptir. Bu davalarda taraflar, öne sürdükleri sebepleri ispatlamak zorundadır ve hukuka uygun delil sunumu bu sürecin temelini oluşturur. Örneğin, otel kayıtları, SMS mesajlaşmaları, Whatsapp ve sosyal medya yazışmaları, tanık beyanları gibi unsurlar delil olarak kabul edilebilir. Ancak, delillerin zamanında ve doğru bir biçimde sunulması gerekmektedir. Delilin hukuka aykırı elde edilmesi mahkeme tarafından büyük ölçüde dikkate alınmamaktadır.

Delil sunma sürecinde, taraflar dilekçelerinde dayandıkları delilleri belirtmeli ve ön inceleme duruşmasından sonra verilen iki haftalık süre içinde bu delilleri sunmalıdır. Aksi halde mahkeme delil yetersizliği nedeniyle davayı reddedebilir. Boşanma davasında deliller, davanın seyrini değiştirebilme potansiyeline sahiptir. Dolayısıyla, bu süreçte uzman bir avukattan yardım almak büyük önem taşır.

Delilin Tanımı ve Önemi

Boşanma davasında delil, tarafların iddia ve savunmalarını doğrulamak için mahkemeye sunduğu ispat araçlarıdır. Bunlar, olayları aydınlatan ve hakimin doğru karara ulaşmasını sağlayan bilgi ve belgelerdir. Delillerin önemi, boşanma davalarında oldukça büyüktür çünkü mahkeme, sunulan deliller ışığında kimin ne kadar haklı veya kusurlu olduğuna karar verir.

Boşanma sebebi olarak ortaya atılan iddialar; aldatma, şiddet, terk veya başka bir konu olsun, mutlaka delil ile ispatlanmalıdır. Delil olmadan açılan boşanma davalarının büyük çoğunluğu reddedilir. Yani, iddiasını ispat edemeyen taraf davasını kaybeder. Buradan da anlaşıldığı gibi delil, hak arama sürecinin vazgeçilmez bir parçasıdır ve boşanma davasının seyrini doğrudan belirler.

Her somut olayın içeriğine göre kabul edilecek delil türleri değişebilir, ancak temel olarak her delil, uyuşmazlığın çözümünde hakime yardımcı olur. Özellikle tanık beyanları, yazılı belgeler ve dijital veriler son dönemde en çok başvurulan delil çeşitlerindendir.

Boşanma Davalarında Delilin Rolü

Boşanma davalarında delil, hakimin kararını şekillendiren en güçlü araçtır. Çünkü hakim, dosyada sunulan delillere ve taraf beyanlarına göre karar verir. Taraflardan biri bir iddiada bulunduğunda, bu iddiasını destekleyen deliller sunarsa mahkemeyi ikna etme şansı artar.

Deliller, evlilik birliğinin temelinden sarsıldığı, aldatma, şiddet veya terk gibi durumların yaşandığı iddiasını desteklemek için gerekir. Özellikle çekişmeli boşanmalarda, taraflar haklarını koruyabilmek ve davadan istedikleri sonucu alabilmek için ellerindeki delilleri mahkemeye sunmak zorundadır.

Ayrıca, delilin rolü sadece boşanmayı sağlamakla sınırlı değildir. Velayet, nafaka, tazminat ve mal paylaşımı gibi önemli yan konular da çoğunlukla delille ispatlanır. Delillerin hukuka uygun şekilde elde edilmesi ve doğru zamanda mahkemeye sunulması zorunludur. Aksi takdirde, sunulan delil geçersiz sayılabilir ve bu da davayı kaybetmeye sebep olabilir.

Sonuç olarak, boşanma davalarında doğru, yeterli ve hukuka uygun delil sunmak, davanın başarılı şekilde sonuçlanmasının anahtarıdır. Hakim; iddia, savunma ve deliller sayesinde adil bir karar verebilir. Bu nedenle, delil toplama ve sunma süreçleri boşanma davasının en kritik aşamaları arasında yer alır.

Boşanma Davasında Delil Türleri

Tanık Beyanları

Tanık beyanları, boşanma davasında en sık başvurulan delil türlerinden biridir. Hakim, tanıkların ifadelerine başvurarak taraflar arasında geçen olaylarla ilgili bilgi edinir. Özellikle ev içindeki tartışmalar, şiddet, aldatma veya terk gibi iddialar tanıklarla ispatlanabilir. Tanıkların davadaki olayları bizzat görmüş veya duymuş olması önemlidir; duyuma dayalı, yani ikinci elden anlatılan bilgiler mahkemede genellikle yeterli sayılmaz. Tanıkların akraba veya yakın dost olması mümkündür, ancak bu kişilerin tarafsızlığı hakimin takdirine bağlıdır. Dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, tanıkların beyanlarının çelişkili olmaması ve dava konusuyla doğrudan ilgili olmasıdır.

Yazılı Belgeler

Yazılı belgeler, boşanma davalarında çok güçlü ve somut delil niteliği taşır. Her türlü resmi belge, rapor, sözleşme, banka dekontu, yazışma ve noter evrakı dava dosyasına sunulabilir. Yazılı belgeler, tarafların iddialarını doğrudan destekleyebilir ve mahkemenin kararında büyük rol oynar. Belgelerin orijinal ya da onaylı suretleri kabul edilse de, sahtecilik şüphesine karşı dikkatli olunmalıdır. Ayrıca, özel hayatı ve kişilik haklarını ihlal eden yollarla elde edilen yazılı belgeler hukuka aykırı sayılır ve genellikle delil olarak geçerli değildir.

Mesajlaşma Kayıtları (WhatsApp, SMS, E-posta)

Mesajlaşma kayıtları (özellikle WhatsApp, SMS veya e-posta gibi dijital yazılımlar üzerinden yapılan yazışmalar), boşanma davasında son yıllarda en çok başvurulan dijital delil türlerindendir. Taraflardan birinin kendi telefonundan alıp mahkemeye sunduğu mesaj, genellikle hukuka uygun sayılır. Ancak sayfa saklanması, manipülasyon ve başka kişilerin özel hayatına müdahale olmamasına dikkat edilir. İki taraf arasında yapılan yazışmalarda, ekran görüntüleri ve yazışma dökümleri doğrudan delil olarak sunulabilir. Önemli Not: Mesajlar üçüncü bir şahıstan gizlice elde edilirse bu delil hukuka aykırı sayılır.

Sosyal Medya Kayıtları ve Ekran Görüntüleri

Sosyal medya (Instagram, Facebook, Twitter vb.) paylaşımları ve mesajları, boşanma davasında sıkça delil olarak kullanılır. Taraflardan biri sosyal medya üzerinden uygunsuz paylaşım yaptıysa, başka biriyle olan mesajları veya gizli ilişkiler açığa çıkıyorsa bu ekran görüntüleri sunulabilir. Ancak bunların doğruluğu, kim tarafından paylaşıldığı ve zamanlaması mahkeme tarafından mutlaka değerlendirilir. Ekran görüntülerinin üzerinde oynama yapılmamış olmasına özel önem gösterilir.

Fotoğraf ve Video Kayıtları

Fotoğraf ve video kayıtları, iddiaların görsel destekle ispatında en etkili delillerden biridir. Örnek olarak, bir eşin başka biriyle otelde kalırken çekilen fotoğrafları, şiddet sırasında çekilmiş videolar veya ev içinde yaşanan olaylara dair kayıtlar kullanılabiliyor. Bu delillerin elde ediliş şekli mutlaka hukuka uygun olmalı; gizlice elde edilen, karşı tarafın rızası olmadan veya özel hayata müdahale edilerek kayıt yapılmışsa mahkeme bunları delil olarak reddedebilir.

Otel ve Konaklama Kayıtları

Otel kayıtları, zina ya da sadakatsizlik gibi durumların ispatında özellikle başvurulan delillerdendir. Mahkeme, tarafların isteğiyle, ilgili otelden kimlerle ve hangi tarihlerde konaklama yapıldığını gösteren belgeleri isteyebilir. Bu tür yazılı kayıtlar, başka bir kişiyle eşlerin ilişkisini kanıtlamada önemli rol oynar. Ancak yalnızca aynı tarihte kayıt olması yeterli olmayabilir; başka destekleyici deliller de gerekir.

Banka Dekontları ve Mali Kayıtlar

Banka dekontları, kredi kartı ekstreleri ve diğer finansal kayıtlar; maddi geçimsizlik, harcama alışkanlıkları, gizli ilişkiler veya başka bir kişiye maddi yardım iddialarında güçlü delil olabilir. Harcama yapılan yerler, para transferleri ve ödeme yapılan kişiler detaylıca incelenir. Mahkeme, bu kayıtlar üzerinden tarafların özel veya evlilik dışı ilişkilerini ve maddi düzenlerini de değerlendirebilir.

Hastane ve Sağlık Raporları

Hastane ve sağlık raporları, şiddet, kötü muamele, psikolojik rahatsızlıklar veya alkol-madde bağımlılığı gibi iddialarda en güvenilir belgeler arasında yer alır. Bir eşin uğradığı fiziksel şiddet sonrası aldığı darp raporu, psikiyatrik veya psikolojik raporlar doğrudan delil niteliğindedir. Resmi hastane raporları, mahkeme kararında tarafların lehine veya aleyhine kullanılabilir.

Mektuplar ve Günlükler

Mektuplar ve günlükler, geçmişte sıkça başvurulan ancak hâlâ etkili olabilen yazılı delillerdir. Eşlerin birbirine yazdığı mektup ya da evlilik süresince tutulan günlük, duygusal veya olay bazlı anlatımlar içeriyorsa dava dosyasına eklenebilir. Dikkat: Mektup veya günlüklerin hukuka aykırı yollarla, gizlice, başkasından alınarak sunulması durumunda geçerli delil sayılması mümkün değildir.

Ses ve Telefon Kayıtları

Ses ve telefon kayıtları, boşanma davasında delil olarak kullanılabilir; ancak hukuka uygun elde edilip edilmediği büyük önem taşır. İki tarafa ait bir telefon konuşmasının, taraflardan birinin bilgisi ve rızası dahilinde kaydedilmesi durumunda bu deliller geçerli olabilir. Fakat üçüncü şahıslardan veya gizli yöntemlerle elde edilen kayıtlar genel olarak mahkemede kabul edilmez. Ayrıca telefonda yapılan konuşmaların içeriğini GSM operatörlerinden almak, kanuna göre mümkün değildir; yalnızca arama trafiği (kim kimi, ne zaman, ne kadar süreyle aramış) tespit edilebilir.

HTS ve GSM Kayıtları

HTS (historical traffic search) yani telefon arama ve mesajlaşma dökümleri, boşanma davasında tarafların kimlerle, ne sıklıkta ve ne süre görüştüğü gibi bilgileri ortaya koyar. Ancak konuşmanın içeriği yer almaz; sadece hangi numaralar arasında ne zaman ve ne kadar süreyle görüşme olduğu anlaşılır. Bir eşin başka bir şahısla sık görüşme yaptığı tespit edilebilir ve bu kimi davalarda önemli bir zan oluşturur. Bilgiler, mahkeme yoluyla GSM operatörlerinden resmi yazı ile istenebilir.

Bilgisayar ve Elektronik Kayıtlar

Bilgisayar ve elektronik kayıtlar arasında e-mailler, dosya transferleri, internet arama geçmişleri ve bilgisayarda tutulan herhangi bir dijital günlük veya doküman bulunabilir. Özellikle aile bilgisayarında veya ortak kullanılan cihazlarda yer alan elektronik belgeler, mahkemeye delil olarak sunulabilir. Dijital kayıtların manipüle edilmemiş, orijinal olması ve hukuka uygun yöntemlerle elde edilmesi şarttır. Aksi takdirde, dijital deliller de hukuka aykırı sayılır ve reddedilir.

Özetle, boşanma davasında delil türleri çok geniştir ve yeni teknolojilerle birlikte dijital içerikler öne çıkmaktadır. Ancak en önemli kural, tüm delillerin hukuka uygun şekilde elde edilmesi ve mahkemeye sunulmasıdır.

Delil Sunma Zamanı ve Süresi

Boşanma davasında delil sunma zamanı ve süresi, hukuk sistemimizde oldukça önemli bir noktadır. Boşanma davası açıldıktan sonra taraflar, iddialarını kanıtlamak için ellerindeki delilleri belirli bir süre içinde mahkemeye sunmak zorundadır. Genellikle dava dilekçesi taraflara tebliğ edildikten sonra, mahkeme tarafından ön inceleme duruşmasına davet edilirler ve o tarihten itibaren 2 haftalık kesin bir süre başlar. Bu süre içinde, tarafların bütün delillerini ve varsa tanık listelerini bildirmesi gerekmektedir.

Eğer deliller süresinde bildirilmezse, kural olarak daha sonra bu delillere dayanmak mümkün olmaz. Ancak istisnai durumlarda, taraflar delilin daha önce sunulamamasının haklı bir sebebi olduğuna dair mahkemeye açıklama yapar ve mahkeme bunu kabul ederse, yeni delil sunulmasına izin verebilir. Buradaki amaç yargılamayı hızlı ve adil yürütmek, hem de davaların uzayıp gitmesini önlemektir.

Dilekçe ile Delil Bildirimi

Boşanma davasında delil bildirimi, genellikle dava dilekçesinde veya cevaba cevap dilekçesinde yazılı olarak yapılır. Dilekçede delil bildirmek, iddiadan veya savunmadan sonra, bu iddiaları hangi deliller ile kanıtlamak istendiğinin açıkça yazılması anlamına gelir. Örneğin; taraf, iddiasını desteklemek için tanık, yazılı belge, mesaj kayıtları ya da fotoğraf gibi delillerden yararlanacağını açıkça belirtmelidir.

Delil bildirimine ilişkin dilekçelerde, eğer tanık deliline başvuruluyorsa, bu kişilerin adı, soyadı, açık adresi ve tanıklık edecekleri konu net bir şekilde belirtilmelidir. Yazılı deliller ise ekler halinde veya daha sonra sunulmak üzere mahkemeye bildirilebilir. Ayrıca, delil bildiriminin süresi içinde ve eksiksiz yapılması, hak kaybının önlenmesi açısından son derece önemlidir.

Delil ve Tanık Listesi Sunulması

Boşanma davasında delil ve tanık listesi sunulması, sürecin en kritik adımlarından biridir. Delil ve tanık listesi, yukarıda belirtilen iki haftalık kesin süre içinde yazılı olarak mahkemeye verilmelidir. Delil listesinde, hangi delillerin kullanılacağı tek tek ve mümkün olduğunca ayrıntılı şekilde sıralanmalıdır.

Tanık listesi ise ayrı bir öneme sahiptir. Listede tanıkların ismi, soyismi, kimlik numarası ve açık adresi eksiksiz olarak yer almalıdır. HMK gereği tanık listesi bir defaya mahsus sunulur ve süre geçtikten sonra yeni tanık listesi eklenemez. Ancak, mevcut tanıklardan birinin vefatı ya da dinlenmesinin imkansız hale gelmesi gibi durumlarda, mahkemenin izniyle ek bir liste sunulabilir.

Sonuç olarak, boşanma davasında delil ve tanık listesi usulüne uygun ve süresinde mahkemeye sunulmazsa, bu delillere ya da tanıklara dayanmak hakkı ortadan kalkar. Bu nedenle sürecin dikkatlice ve bir uzmandan destek alınarak yürütülmesi büyük önem taşır.

Hukuka Uygun Delil Nedir?

Hukuka uygun delil, boşanma davasında tarafların iddialarını ispatlamak için yasalara uygun şekilde topladığı ve mahkemeye sunduğu kanıtlar anlamına gelir. Boşanma davalarında ispat yükü olduğu için, delillerin mutlaka kanunlara ve kişilik haklarına saygılı şekilde elde edilmiş olması gerekir. Tanık beyanları, ortak yaşanan evde bulunan mektup ve günlükler, sosyal medya yazışmaları gibi deliller, kişisel veri veya özel hayatın gizliliğini ihlal etmemek şartıyla hukuka uygun olarak kabul edilebilir. Örneğin, eşlerin beraber yaşadığı evde bulunan ve açıkta olan bir mektup veya not, genellikle hukuka uygun bir delil olarak değerlendirilebilir. Ancak bir delilin hukuka uygun olabilmesi için, başkasının özel alanını veya haberleşme gizliliğini ihlal etmemesi çok önemlidir.

Hukuka Aykırı Delil Türleri

Boşanma davalarında tarafların mahkemeye sunduğu bazı deliller hukuka aykırı olarak değerlendirilebilir. Hukuka aykırı delil, elde edilme yöntemi ile anayasal hakları, kişisel verileri ya da özel hayatı ihlal eden delillerdir. Örneğin, gizli kamera veya ses kaydı, başkasının özel bilgisayarına izinsiz girilmesi, şifre kırılarak birinin özel mesajlarının görüntülenmesi bu kapsamdadır. Yani, bir kanıt toplarken yasal düzenlemelere ve diğer tarafın özel hayatına saygı gösterilmezse, bu delil hukuka aykırı sayılır ve mahkemede dikkate alınmaz.

Gizli Ses ve Kamera Kayıtları

Boşanma davası için gizli ses kaydı veya gizli kamera kaydı almak genelde hukuka aykırı bir davranıştır. Türk Ceza Kanunu ve Yargıtay kararlarına göre, taraflardan birinin bilgisi ve rızası dışında alınan kayıtlar, özel hayatın gizliliğini ve haberleşme gizliliğini ihlal eder. Örneğin, eşinin haberi olmadan evde gizli kamera yerleştirerek kayıt yapmak veya telefonuna gizli program yüklemek suç teşkil edebilir. Ancak çok istisnai durumlarda –örneğin hayatî bir tehdit veya ağır bir suçun tek kanıtı olmak gibi– Yargıtay bazen bu tür kayıtları geçerli görebilmektedir. Yine de genel kural; gizlice alınan ses ve görüntü kayıtlarının, hukuka aykırı ve yasak delil sayıldığı yönündedir.

Özel Hayatın Gizliliğinin İhlali

Özel hayatın gizliliğinin ihlali, kişinin mahrem alanına veya gizli bilgilerine izinsiz şekilde müdahale edilmesidir. Boşanma davalarında bu genellikle; birinin izinsiz olarak e-posta, mesaj, sosyal medya hesaplarına girmesi, gizli yazışma veya konuşmaları kaydetmesi şeklinde ortaya çıkar. Türk Ceza Kanunu’na göre bir kişinin, başkasının özel yaşamına ilişkin bilgi veya görüntüleri gizlice elde etmesi, kayda alması veya yayması suçtur. Eşlerin birbirleri hakkında bile bu sınırı aşması, elde edilen delili geçersiz kılar ve ayrıca cezaî yaptırımlara yol açabilir.

Yasak Delillerin Sonuçları

Hukuka aykırı yollarla elde edilen ve yasak delil olarak nitelendirilen kanıtlar, boşanma davasında mahkeme tarafından asla dikkate alınmaz. Yani, birinin mahremiyetine veya özel hayatına izinsiz girilerek elde edilen görüntüler, kayıtlar ve belgeler mahkemenin kararına etkisi olmayan, hatta hiç dikkate alınmayan evraklardır. Hukuk Muhakemeleri Kanunu madde 189/2 gereği, bu tip deliller kullanılamaz; mahkeme bu delili bir olgunun ispatında değerlendiremez. Eğer taraflardan biri kasıtlı olarak bu tür delil sunarsa, hem delil geçersiz olur hem de haklarında ceza davası açılma riski oluşur. Ayrıca davanın kaybedilmesi, kişi hakkında hakaret, özel hayatın gizliliğini ihlal gibi suçlardan dava açılması gibi ciddi sonuçlar doğabilir.

Kısacası; boşanma davasında etkili ve geçerli delil sunmak istiyorsanız, mutlaka hukuka uygun yolları seçmeli, diğer tarafın mahremiyetine saygı göstermelisiniz!

Boşanma Davasında Sık Kullanılan Deliller

Aldatma Delilleri

Aldatma delilleri, boşanma davalarında en çok gündeme gelen delil türleri arasında yer alır. Aldatmanın ispatı için mahkemeye sunulacak deliller önemlidir ve sabit, somut dayanaklar gerektirir. Bu deliller arasında otel kayıtları, mesajlaşmalar, WhatsApp ve sosyal medya yazışmaları, ortak çekilmiş fotoğraflar veya videolar, çiftin beraber seyahat ettiğini gösteren biletler ve tanık beyanları sayılabilir. Özellikle otel kayıtları ve dijital mesajlaşmalar, kişinin başka biriyle birlikte olduğu şüphesini destekleyici şekilde kullanılabilir. Ancak, bu tür delillerin hukuka uygun şekilde elde edilmesi büyük önem taşır; örneğin gizli şekilde alınmış ses veya görüntü kayıtları mahkemede geçersiz sayılabilir.

Şiddet ve Kötü Muamele Delilleri

Şiddet ve kötü muamele delilleri, yine boşanma davalarında oldukça sık başvurulan ispat araçlarındandır. Fiziksel şiddetin yanında psikolojik baskı, hakaret, tehdit gibi manevi şiddet çeşitleri de delillendirilebilir. Mahkemede sunulabilecek kanıtlar arasında darp ve cebir raporları, hastane kayıtları, telefon mesajları, tanık beyanları, komşu veya aile üyelerinin ifadeleri yer alır. Özellikle adli tıp raporları ve resmi sağlık kuruluşundan alınan belgeler mahkeme nezdinde oldukça güçlü delillerdir. Ayrıca kolluk kuvvetlerine yapılan şikayet başvurularının dökümleri ve koruma kararı örnekleri de bu kapsamda kullanılabilir.

Terk Delilleri

Terk delilleri, evlilik birliğinin bir eşin ortak hayatı terk etmesi ile sona erdiğinin ispatında kullanılır. Burada önemli olan, eşlerden birinin ortak konutu izin almadan ve haklı bir sebep olmaksızın terk etmiş olmasıdır. Adres değişiklikleri, muhtardan alınan belgeler, komşu ve apartman yöneticisi ifadeleri, tanık beyanları ve resmi kurum yazışmaları (örneğin ilçe nüfus müdürlüğünden alınan kayıtlar), terk delili olarak mahkemeye sunulabilir. Eğer terk eden eş evden uzaklaştırma kararıyla çıkmadıysa, bu durumun açıkca ispatı gerekir ve bu tür davalarda tanıklar çok büyük rol oynar.

Akıl Hastalığına Dayalı Deliller

Akıl hastalığına dayalı boşanma gerekçelerinde ise eşin evlilik devamına engel olacak türden bir akıl rahatsızlığına sahip olduğunun ispatlanması gerekir. Bu tür boşanma davalarında en güçlü delil, resmi sağlık kuruluşundan alınan uzman doktor raporları, psikiyatrik değerlendirme raporları ve sürekli tedavi altına alınan kişiye ait hastane kayıtlarıdır. Ayrıca, aile yakınlarının ya da birlikte yaşayan kişilerin beyanları, tedavi sürecindeki yazışmalar ve ilaç kullanımını kanıtlayan reçeteler de delil olarak kullanılabilir.

Evlilik Birliğinin Temelden Sarsılması Delilleri

Evlilik birliğinin temelinden sarsılması, Türk Medeni Kanunu’na göre tarafların artık ortak bir hayatı sürdüremeyecek hale gelmesi anlamına gelir. Bu maddenin ispatında sunulan deliller genellikle sürekli tartışmalar, ağır hakaretler, karşılıklı güvensizlik, ilgisizlik veya aile içi huzursuzluk gibi durumları gösteren yazılı belgeler, mesajlar, e-postalar, tanık beyanları şeklinde olur. Ayrıca sosyal medya paylaşımları, komşu ve aile büyüklerinin tanıklıkları da bu kapsamda değerlendirilebilir. Delillerin, mahkeme tarafından güvenilir ve olayların gerçekliğine uygun olarak değerlendirilmesi esas olduğundan her delil açık, somut ve hukuka uygun olmalıdır.

Boşanma davalarında delil toplama ve sunma süreci karmaşık olabildiğinden, hak kaybı yaşamamak için mutlaka konu hakkında bilgili bir avukata başvurmak büyük fayda sağlayacaktır.

Delil Yetersizliği ve Sonuçları

Delil Yetersizliğinde Davanın Reddedilmesi

Delil yetersizliği boşanma davalarında çok önemli bir sonuç doğurur: Eğer taraflar, iddialarını destekleyecek yeterli ve hukuka uygun delil sunamazlarsa, mahkeme tarafından davanın reddine karar verilir. Özellikle Türk Medeni Kanunu’na göre, boşanma talebinde bulunan eş, boşanma sebebini (aldatma, şiddet, terk, evliliğin temelinden sarsılması gibi) ispatlamak zorundadır.

Boşanma sebebini kanıtlayacak deliller eksik ya da yetersizse, mahkeme iddiaları doğrulayamaz ve davayı kabul edemez. Bu nedenle delil yetersizliğinde davanın reddedilmesi hem çok sık karşılaşılan hem de kritik bir durumdur. Yani “delil yoksa dava olmaz” prensibi aile hukuku açısından net şekilde geçerlidir. Davanın reddedilmesinden sonraki süreçte, aynı sebepten tekrar dava açmak için çoğu durumda üç yıl bekleme zorunluluğu ortaya çıkabilir.

Bu yüzden delil toplama ve sunma, boşanma davalarında en dikkat edilmesi gereken konulardan biridir. Elinde delil olmayan veya sunduğu deliller yetersiz olan taraf, iddialarını ispatlayamaz ve davası mahkemece reddedilir.

Mahkemede İspat Yükü

Mahkemede ispat yükü boşanma davalarında davacıya aittir. Yani boşanmak isteyen taraf, ileri sürdüğü boşanma sebebini hukuki delillerle ispat etmek zorundadır. Bu yükümlülük, kanunen açıktır: Her kim boşanma talebinde bulunuyorsa, evliliğin temelinden sarsıldığını veya belirttiği diğer nedenleri kanıtlamak zorundadır.

İspat yüküyle kastedilen, mahkemeye iddianın doğruluğunu gösteren kanıtlar sunmaktır. Tanık beyanları, mesaj, fotoğraf, video ve belgeler gibi deliller kullanılabilir ancak bu delillerin hukuka uygun elde edilmiş olması şattır. Yargıtay’ın ve diğer yüksek mahkemelerin kararları da bu yöndedir: Boşanma için ileri sürülen her iddia, iddiada bulunan tarafından ispatlanmadıkça hükme esas alınmaz.

Eğer iddiaları kanıtlayacak delil yoksa, mahkeme hem kanun gereği hem de uygulamadaki örnekler doğrultusunda davayı reddeder. Kısacası, “iddia eden, iddiasını ispatla yükümlüdür” ilkesi boşanma davaları için de en geçerli kuraldır.

Not: İspat yükünün doğru yönetilmesi ve delillerin eksiksiz sunulması için hukuki destek almak işleri büyük ölçüde kolaylaştırabilir.

Sosyal Medya Üzerinden Elde Edilen Delillere İlişkin Kararlar

Sosyal medya üzerinden elde edilen deliller, son yıllarda boşanma davalarında ciddi şekilde ön plana çıkmıştır. Özellikle WhatsApp, Instagram, Facebook gibi platformlardaki mesajlaşmalar ve paylaşımlar artık birçok dava için ana delil niteliğindedir. Yargıtay’ın güncel kararlarına göre, sosyal medya üzerinden elde edilen deliller ancak hukuka uygun şekilde elde edilmişse geçerli sayılıyor. Örneğin, taraflar arasında açıkça görülebilir mesajlaşmalar veya kamuya açık profillerden alınan ekran görüntüleri mahkemelerce dikkate alınabilmektedir.

Ancak, eşin şifresini kırıp gizlice elde edilen veya özel hayatın gizliliğine saldırı barındıran ekran kayıtları, Yargıtay kararlarında sıklıkla “hukuka aykırı delil” olarak değerlendirilmekte ve hükme esas alınmamaktadır. Yargıtay 2. Hukuk Dairesi ve 3. Hukuk Dairesi’nin çeşitli ilamlarında, “kişinin rızası dışında elde edilen sosyal medya yazışmalarının delil olarak kullanılamayacağı” açıkça belirtilmiştir. Dolayısıyla, sosyal medya delilleri kullanılacaksa hukuka uygun yollarla elde edilmesine ve mahkemeye sunulmasına dikkat etmek gerekir.

Sahte Delil Oluşturmanın Sonuçları

Boşanma davalarında sahte delil sunulması çok ciddi sonuçlar doğurabilir. Yargıtay, hem ceza hem de hukuk mahkemeleri açısından sahte delil oluşturan kişinin yaptığı işlemi suç ve büyük bir haksızlık olarak değerlendirir. Eğer bir taraf, mahkemeye sunduğu belgelerde oynama yaparsa veya tamamen gerçek dışı bir delil oluşturursa; bu durum sadece ilgili delilin çöpe atılmasına değil, aynı zamanda sahtecilik suçuyla yargılanmasına da yol açabilir.

Yargıtay kararlarında, başkalarının özel verilerini izinsiz tahrif ederek veya taklit ederek hazırlandığı tespit edilen delillerin tamamı hükme esas alınmamakta hatta savcılığa suç duyurusunda bulunulmaktadır. Ayrıca, sahte delil sunduğu belirlenen taraf aleyhine davanın reddi, tazminat ve hatta manevi zarar ödemeleri de mahkeme tarafından karara bağlanabilir. Hukuka uygun ve gerçek delil sunmak, davanın gidişatı açısından temel bir şarttır.

Zina Davalarında Delil Kullanımı

Zina davalarının en hassas noktalarından biri delil hükmüdür. Zina, Türk Medeni Kanunu’nda özel ve mutlak boşanma sebebi olarak tanımlanır ve ispatı noktasında Yargıtay’ın birçok önemli kararı vardır. Zina iddiasıyla açılan davalarda, doğrudan cinsel birlikteliğin ispatı genellikle zor olduğu için, dolaylı deliller büyük önem taşır. Bu tür deliller; otel kayıtları, fotoğraflar, mesajlaşmalar, tanık anlatımları ve sosyal medya paylaşımları olabilir.

Yargıtay’ın içtihatlarına göre, bir ilişkinin sıradan arkadaşlıktan farklı olduğuna dair güçlü emareler (örneğin sürekli gece geç saatlerde karşılıklı mesajlaşma, birlikte otele giriş-çıkış kayıtları, sarmaş dolaş fotoğraflar) zina için yeterli görülebilir. Ama bu delillerin, yine hukuka uygun yollarla elde edilmiş olması gerekir. Ayrıca Yargıtay, evlilik birliği devam ederken başka bir kişiyle kalınan otel kayıtlarını ve üçüncü şahıslarla yapılan yazışmaları da zina ispatı bakımından dikkate alabilir.

Unutulmamalıdır ki, zina delilleriyle dava açmak isteyen taraflar için Türk Medeni Kanunu’nda hak düşürücü süre uygulanır: Zina fiilinin öğrenilmesinden itibaren 6 ay içinde dava açmak gerekir. Yargıtay kararlarında bu süreye çok dikkat edilmekte; sonradan öğrenilen zina olayı için zamanaşımı süresi yeni baştan başlamaktadır.

Kısacası, Yargıtay kararlarına göre sosyal medya delilleri, sahte delillerin sonuçları ve zina davasında delil kullanımı, tüm boşanma dosyalarında özenle ele alınmakta ve hukuka uygunluk şartı öne çıkarılmaktadır.

Boşanma Davasında Profesyonel Destek

Boşanma Avukatının Rolü

Boşanma avukatının rolü, boşanma davası sürecinde oldukça kritiktir. Boşanma avukatı, müvekkilinin haklarını korumak, delil toplamak ve sunmak, doğru hukuki stratejiyi geliştirmek için çalışır. Boşanma davasında yalnızca hukuki bilgisi yeterli değildir; aynı zamanda olayları sevk ve idare edebilme, duygusal anlamda destek olabilme de önemlidir.

Boşanma avukatının görevi, müvekkiline hangi delillerin toplanmasının uygun olacağı, hangi bilgi ve belgelerin hukuka uygun kabul edileceği konusunda rehberlik yapmaktır. Ayrıca, mahkemeye sunulacak delillerin eksiksiz ve usulüne uygun hazırlanmasında etkin rol oynar. Çoğu zaman sürecin stresiyle baş etmekte zorlanan kişiler için, avukatın güven veren tutumu adil bir çözüm bulmada yardımcı olur.

Müvekkilinin hayatındaki hassas detayları özenle dinleyen avukat, gizlilik ve etik kurallara uygunluğa da dikkat eder. Sürecin her aşamasında hukuki temsilcinin tecrübesi, davanın olumlu veya olumsuz sonuçlanmasında belirleyici olabilir.

Avukatla Delil Hazırlama Süreci

Avukatla delil hazırlama süreci, boşanma davasının en hassas aşamalarından biridir. Bu süreç, müvekkilin avukatıyla detaylı bir görüşme yapmasıyla başlar. Görüşmede yaşanan olaylar, iddialar ve elde mevcut belgeler ayrıntılı şekilde değerlendirilir.

Avukatla delil hazırlarken, öncelikle hangi delillerin hukuken kabul edilebilir olduğuna bakılır. Avukat, gereksiz veya hukuka aykırı delilleri baştan ayıklar ve mahkemede etkili olabilecek kanıtların seçilmesine yardımcı olur. Ayrıca delil toplanırken özel hayatın gizliliğine, kişisel verilerin korunmasına ve etik kurallara uyulmasına özen gösterilir.

Delillerin derlenmesiyle beraber, delil ve tanık listesi hazırlanır ve bunların yasal süreci içinde mahkemeye sunulmasına öncülük edilir. Avukat, gerekli durumlarda bilirkişi talebi veya yeni delil sunumu gibi ek hukuki işlemler de yönetir.

Sürecin her aşamasında müvekkilin soruları yanıtlanır ve atılacak adımlar hakkında bilgi verilir. Avukatla delil hazırlama, eksiksiz, tutarlı ve etkili bir dava stratejisi belirleyerek, boşanma sürecinin adil şekilde sonuçlanmasına katkı sağlar.

Bir başka ifadeyle, profesyonel destekle yürütülen delil hazırlama, davada en güçlü savunmayı yapabilmeye imkan tanır.

Sıkça Sorulan Sorular

Boşanma Davasında Hangi Deliller Geçerlidir?

Boşanma davasında hangi deliller geçerlidir sorusu bu sürece giren birçok kişinin kafasını meşgul eder. Boşanma davalarında geçerli deliller, Türk Medeni Kanunu ve Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na göre, hukuka uygun şekilde elde edilmiş her türlü bilgi ve belge olarak tanımlanabilir. Bunlar arasında tanık ifadeleri, yazılı belgeler (mesajlaşmalar, sosyal medya yazışmaları, e-postalar), fotoğraflar, video kayıtları, banka dekontları, otel veya konaklama kayıtları, hastane raporları, ses kayıtları ve elektronik kayıtlar sayılabilir. Ancak bu delillerin mahkeme tarafından dikkate alınabilmesi için hukuka aykırı şekilde elde edilmemiş olmaları gerekir. Örneğin, gizli şekilde alınan ses kayıtları veya özel hayatın gizliliğini ihlal eden görüntüler, çoğunlukla mahkemede delil olarak kabul edilmez.

Delil Olarak Fotoğraf ve Mesajlar Nasıl Sunulur?

Delil olarak fotoğraf ve mesajların nasıl sunulacağı da çok sık merak edilir. Fotoğraf, WhatsApp ve SMS mesajları gibi yazılı ya da görsel deliller doğrudan mahkemeye sunulabilir. Genellikle bu tür delillerin yanı sıra, delilin orijinal olduğunun veya değiştirilemediğinin ispatı için ekran görüntüleri alınır ve delil listesinde detaylı olarak belirtilir. Mahkemeye sunulan bu belgeler dava dosyasına eklenir. Çok önemli bir detay ise, mesajlaşma ya da görsellerin taraflardan birinin izni dışında elde edilmemiş olması ve karşı tarafın kişilik haklarına saldırı içermemesi gerektiğidir. Gerekirse, ekran görüntülerinin güvenilirliğini sağlamak için noterden veya bilirkişiden onay alınması süreci güçlendirir.

Delil Sonradan Ortaya Çıkarsa Ne Olur?

Boşanma davası sürecinde delil sonradan ortaya çıkarsa ne olur; bu sorunun cevabı hukukta “delil bildirme süresi” ile ilgilidir. Dava açılırken veya cevap dilekçesinde delillerin mahkemeye bildirilmesi gerekir. Ancak yeni bir delil daha sonradan ortaya çıkarsa, bu durum “sonradan öğrenilen delil” olarak değerlendirilir ve mahkemeye bir ek dilekçe ile sunulabilir. Fakat, bu yeni delilin haklı bir mazeretle daha önce sunulamamış olması gerekir. Mahkeme, yeni delilin davanın sonucunu etkileyecek önemde olup olmadığına bakarak kabul edip etmeyeceğine karar verir. Eğer kabul edilirse, dava sürecinde o delil de değerlendirilir ve davanın akışını değiştirebilir. Bu nedenle geçerli bir gerekçeniz varsa ve yeni bir delil elinize geçtiyse, bunu mahkeme sürecinde vakit kaybetmeden avukatınıza bildirmenizde fayda vardır.

Sonuç: Boşanma Davasında Delillerin Önemi ve Etkisi

Boşanma davasında delillerin önemi, davanın kaderini belirleyecek kadar büyüktür. Her iki tarafın iddialarını ispatlama yükümlülüğü bulunduğu için delil sunulmadığında ya da sunulan deliller yetersiz olduğunda davalar genellikle reddedilmektedir. Bu yüzden delil toplama aşaması, boşanma sürecinin en kritik adımlarından biridir.

Boşanma davasında delillerin etkisi tartışmasızdır. Mahkeme, tarafların sunduğu delilleri titizlikle inceleyerek, evlilik birliğinin temelinden sarsılıp sarsılmadığına ya da iddia edilen nedenlerin gerçekliğine karar verir. Delil çeşitliliği ne kadar fazla ve güçlü olursa, hakimin tatmini de o kadar kolay olmaktadır. Özellikle yazılı belgeler, tanık beyanları, mesaj kayıtları veya fotoğraflar gibi deliller; iddiaların somutlaştırılmasına katkı sağlar.

Aynı zamanda, hukuka aykırı elde edilen delillerin kullanılması durumunda mahkeme bunları dikkate almaz ve bunun sonucunda davada ispat yükü karşılanmayabilir. Bu da davanın reddine ya da ciddi hak kayıplarına yol açabilir.

Son olarak, deliller sadece iddiaları ispatlamak için değil, nafaka, velayet, tazminat gibi alt davalarda da doğrudan rol oynar. Başarılı bir boşanma süreci geçirmek isteyen kişilerin, sürecin başından itibaren delil toplama ve sunma konusuna azami özeni göstermesi gerekmektedir. Gerekirse bir uzmandan yani bir boşanma avukatından destek alınması, hak kaybının önüne geçer ve davanın daha hızlı sonuçlanmasını sağlar.

Unutulmamalıdır ki, boşanma davalarında delillerin önemi ve etkisi, adaletin tecellisi ve tarafların haklarının korunması açısından hayati derecede önem arz etmektedir.

Boşanmada Mal Paylaşımı Nedir?

Boşanmada mal paylaşımı, evlilik sırasında edinilen malların paylaşılması sürecidir. Bu süreç, taraflar arasında evlilik süresince yapılan finansal katkıların ve edinimlerin adil bir şekilde paylaştırılmasını amaçlar. Türk Medeni Kanunu’na göre, 2002’den itibaren uygulanmakta olan edinilmiş mallara katılma rejimi en yaygın yasal mal rejimidir. Bu rejime göre, evlilik süresince kazanılan varlıklar eşler arasında eşit olarak paylaşılır.

Mal paylaşımı davası, boşanma davasından ayrı bir şekilde açılır ve genelde boşanma kararının kesinleşmesinden sonra 10 yıl içinde aile mahkemesinde görülür. Edinilmiş mallar; gelir, kıdem tazminatı, gayrimenkuller gibi evlilik süresince kazanılan tüm değerleri kapsarken, kişisel mallar evlilik öncesi edinilen veya miras yoluyla gelen değerlere sahip olan eştedir ve paylaşım dışı tutulur.

Her ne kadar anlaşmalı boşanmalarda taraflar önceden mal paylaşımını düzenleyebilse de, tarafların birbirinden tam bir uzlaşı sağlayamadığı durumlarda, yasal süreçlerde daha fazla hukuki uzmanlık gerekmektedir. Her eşin edinilmiş mallar üzerindeki hakkı, taraflar arasındaki önceden belirlenmiş anlaşmalara ve katkı oranlarına göre farklılık gösterebilir.

Boşanmada Mal Paylaşımının Tanımı ve Hukuki Temelleri

Boşanmada mal paylaşımı, evlilik birliğinin sona ermesinden sonra eşler arasındaki malların, eşitlik ve adalet esasına göre taraflar arasında hukuki kurallarla bölüşülmesini ifade eder. Bu paylaşım, Türk Medeni Kanunu’nda düzenlenen “mal rejimleri” çerçevesinde yapılır. Mal paylaşımının temel amacı, evlilik süresince edinilmiş malların, hakkaniyetli şekilde iki tarafa bölünmesini sağlamaktır. Türk hukukuna göre boşanma kararının kesinleşmesinden sonra, eşlerin tabi olduğu mal rejimine göre bu mal paylaşımı başlar.

Medeni Kanun’da Mal Rejimi Kavramı

Medeni Kanun’da mal rejimi, evlenen çiftin evlilik süresince sahip olduğu malların yönetimini, kullanılmasını ve evlilik birliği sona erdiğinde paylaşımını düzenleyen bir sistemdir. Mal rejimi kavramı, eşlerin maddi ilişkilerinin temelini oluşturur ve hangi eşin hangi mala sahip olacağı, malların yönetimi ve borçlardan sorumluluk gibi başlıkları içerir. 2002 yılında yürürlüğe giren yeni Türk Medeni Kanunu, evlilikte yasal mal rejimini “edinilmiş mallara katılma rejimi” olarak belirlemiştir. Eşler, yasal mal rejimi dışında başka bir rejim de seçebilirler.

Kanuni Mal Rejimleri Nelerdir?

Türk Medeni Kanunu’na göre dört farklı mal rejimi bulunmaktadır:

  1. Edinilmiş Mallara Katılma Rejimi (yasal mal rejimi)
  2. Mal Ayrılığı Rejimi
  3. Paylaşmalı Mal Ayrılığı Rejimi
  4. Mal Ortaklığı Rejimi

Eşler, evlilik sırasında veya sonrasında noter huzurunda sözleşme yaparak bu rejimlerden birini seçebilirler. Her mal rejimi, mal varlığının paylaşılması veya paylaşılmaması yönünden eşlere farklı hak ve yükümlülükler getirir.

Edinilmiş Mallara Katılma Rejimi

Edinilmiş mallara katılma rejimi, 2002 yılından beri yasal mal rejimi olarak kabul edilir. Bu rejime göre, eşlerin evlilik süresince elde ettiği gelirler, taşınmazlar, araçlar ve benzeri tüm edinimler edinilmiş mal sayılır ve boşanma halinde yarı yarıya paylaşılır. Ancak, evlilik öncesi kazanılan mallar, miras ve bağışlar bu rejimin dışında tutulur. Her iki eş de kendi kişisel mallarından sorumludur, sadece ortak edinim paylaşılır.

Mal Ayrılığı Rejimi

Mal ayrılığı rejiminde eşlerin tüm mal varlığı birbirinden bağımsızdır. Her eş, kendi adına olan malı yönetir ve gelirinden serbestçe faydalanır. Boşanma durumunda, diğer eşin malları üzerinde hak iddia etmek mümkün olmaz, yani evlilikte edinilen bir mal, kimin adına ise ona kalır. Bu rejim, genellikle taraflar tarafından sözleşme ile tercih edilir veya eski Medeni Kanun döneminde otomatik olarak uygulanmıştır.

Diğer Mal Rejimleri (Paylaşmalı Mal Ayrılığı, Mal Ortaklığı)

Paylaşmalı mal ayrılığı rejiminde, esas olarak mal ayrılığı uygulansa da evlilik süresince edinilen bazı mallar (örneğin birlikte alınan ev gibi) boşanma halinde ikiye bölünebilir. Mal ortaklığı rejiminde ise eşlerin hem evlilikte edindiği hem de kişisel bazı malları ortak kabul edilir ve paylaşım, ortaklık esasına göre yapılır. Ancak hangi malların ortak olup hangilerinin kişisel kabul edileceği yasada detaylıca düzenlenmiştir.

2002 Öncesi ve Sonrası Uygulama Farkları

2002 öncesi ve sonrası mal paylaşımı arasında büyük farklılıklar vardır. 2002 öncesinde yürürlükte olan eski Medeni Kanun’a göre yasal mal rejimi mal ayrılığıydı. O dönemde evlilikte edinilen mallar, tapu veya fatura kimin adına ise onun sayılırdı ve diğer eş hak iddia edemezdi.

2002 yılı sonrası yürürlüğe giren Türk Medeni Kanunu ile birlikte edinilmiş mallara katılma rejimi kabul edilmiştir. Yani, 1 Ocak 2002’den sonra evlenenler ya da bu tarihten sonra mal rejimini değiştirenler için, evlilik süresince edinilen mallar yarı yarıya paylaşılır hale gelmiştir. Ancak evlilikten önce edinilen mallar yine kişisel mal kabul edilir ve paylaşılmaz.

Bu nedenle; mal paylaşımı hesabı yapılırken, malların ne zaman ve nasıl edinildiği, hangi mal rejiminin geçerli olduğu detaylıca incelenmelidir. Uygulamada, bu tarihsel farklılık boşanma halinde mal paylaşımının sonucunu doğrudan etkiler.

Boşanmanın Kesinleşmesinin Etkisi

Boşanmanın kesinleşmesinin etkisi, mal paylaşımı sürecini doğrudan belirler. Türk Medeni Kanunu’na göre, mal paylaşımı davası ancak boşanma kararının kesinleşmesinden sonra açılabilir. Yani boşanma davası sonuçlanıp karar kesinleşmeden mal rejiminin tasfiyesiyle ilgili dava açılması mümkün değildir. Boşanmanın kesinleşmesiyle birlikte evlilik birliği sona ermiş sayılır ve eşlerin birlikte edindikleri malların paylaşımı gündeme gelir. Ayrıca, evlilik sürecinde elde edilen malların paylaşımında, boşanma davasının açıldığı tarihe kadar edinilen varlıklar dikkate alınır. Bundan sonra elde edilen mallar ise paylaşıma dahil edilmez. Sonuç olarak, mal paylaşımı süreci için ilk beklenmesi gereken adım, boşanma kararının kesinleşmesidir.

Mal Paylaşımı Davası ve Süreci

Mal paylaşımı davası ve süreci, boşanma sonrası eşler arasında ortak edinilen malların nasıl ayrılacağını belirler. Bu dava, boşanma kararının kesinleşmesinden itibaren açılır ve genellikle aile mahkemesinde yürütülür. Dava açılırken, paylaşılması talep edilen mallar, alacaklar ve borçlar detaylı bir şekilde mahkemeye sunulur. Mahkeme öncelikle eşlere hangi malların kişisel, hangilerinin edinilmiş mal olduğunu tespit eder. Ardından, malvarlığının aktif ve pasif değerleri belirlendikten sonra katılma alacağı, katkı payı veya değer artış payı gibi haklar dikkate alınır. Mal paylaşımı davası sırasında taraflar delillerini (banka kayıtları, tapular, ekspertiz raporları vb.) sunar ve mahkeme nihai bir paylaşım kararı verir. Davalar genellikle ortalama 1,5-2 yıl sürebilmektedir, ancak tarafların anlaşmasına bağlı olarak süreç daha kısa sürede de tamamlanabilir.

Mal Paylaşımı Davası Açma Süresi ve Zamanaşımı

Mal paylaşımı davası açma süresi ve zamanaşımı, boşanma kararının kesinleştiği tarihten itibaren 10 yıl olarak belirlenmiştir. Eğer bu süre zarfında mal rejiminin tasfiyesi için dava açılmazsa, tarafların mal paylaşımı talepleri zamanaşımına uğrar ve artık talep edilemez. Yani, boşanma kesinleştikten sonra mal paylaşımı davası açmak isteyen eşin, 10 yıl içinde bu hakkını kullanması gerekmektedir. Zamanaşımı itirazı, karşı tarafça ileri sürülürse mahkeme talepleri reddeder ve paylaşım yapılamaz. Bu nedenle, boşanmadan sonra mal paylaşımı konusunu ihmal etmemek ve hak kaybı yaşamamak için sürelere dikkat etmek çok önemlidir.

Yetkili ve Görevli Mahkeme

Yetkili ve görevli mahkeme, mal paylaşımı sürecinin doğru şekilde işlemesi için çok önemlidir. Mal paylaşımı davasında görevli mahkeme aile mahkemesidir. Şayet boşanmanın gerçekleştiği yerde aile mahkemesi yoksa, asliye hukuk mahkemesi “aile mahkemesi sıfatıyla” bu davaya bakar. Yetki olarak ise eşlerin son altı ayda birlikte oturdukları yer mahkemesi ya da taraflardan herhangi birinin yerleşim yeri mahkemesi tercih edilebilir. Eğer taraflar anlaşmalı boşandılarsa ve protokolle başka bir mahkemeyi seçmedilerse, yine bu kurallar geçerlidir. Dava dilekçesiyle birlikte ilgili mahkemeye başvuru yapılır ve süreç burada başlatılır. Bu noktada, mahkeme seçiminin doğru yapılması davanın hızlı ve sağlıklı ilerlemesi açısından kritik öneme sahiptir.

Özetle, boşanmada mal paylaşımı süreci hukuki detaylar ve süreler bakımından titizlikle takip edilmelidir. Hak kaybı yaşanmaması için uzman bir aile hukuku avukatından yardım almak her zaman avantaj sağlayacaktır.

Hangi Mallar Paylaşılır, Hangi Mallar Paylaşılmaz?

Boşanma sürecinde, eşler arasındaki en önemli tartışma konularından biri de mal paylaşımıdır. Türk Medeni Kanunu’na göre, evlilikte edinilen bazı mallar paylaşılırken, bazı mallar ise paylaşılmaz. 2024 ve 2025 yılında geçerli olan uygulama ve güncel hukuk kararları ışığında hangi malların bölüşüleceği bu bölümde ayrıntılı açıklanmıştır.

Edinilmiş Malların Tanımı ve Kapsamı

Edinilmiş mallar, eşlerin evlilik birliği devam ederken ortak ekonomiyle elde ettikleri ve hukuken ortak sayılan değerlerdir. Genel kural olarak, evlilik süresince kazanılan gelire dayalı tüm mal varlıkları, “edinilmiş mal” kabul edilir ve boşanmada paylaşılır. Bu paylaşımda esas ölçüt, malın evlilik içinde kazanılmış olmasıdır.

Çalışma Karşılığı Edinilenler

Çalışma karşılığı edinilen mallar; maaş, prim, ek gelir, serbest meslek kazancı gibi doğrudan çalışmanın karşılığı olarak elde edilen tüm geliri kapsar. Kısaca, eşin ister özel sektörde, ister devlet memuru olarak veya serbest çalışan olarak elde ettiği bütün gelir kalemleri boşanma sonrası paylaşılır.

Sosyal Güvenlik ve Tazminatlar

Sosyal güvenlikten doğan ödemeler ve tazminatlar da edinilmiş mallar arasında sayılır. Örneğin; kıdem ve ihbar tazminatı, işsizlik ödeneği, işsizlik parası ve emeklilikte biriken katkı payları bu gruba dahildir. Ancak bu gelirlerin evlilik süresince kazanılması gerekir; evlilikten önce birikenler paylaşılmaz.

Banka Hesapları ve Birikimler

Evlilik süresince yapılan banka birikimleri, vadeli/vadesiz hesaplar, yatırım hesaplarında biriken paralar, ortak edinilmiş mal sayılır ve boşanmada paylaşılır. Eşlerden birinin kendi adına açtığı hesaptaki para bile, evlilik süresi içinde kazanılmışsa bölüşüme girer.

Araç, Ev, Gayrimenkul

Araç, ev, arsa, yazlık gibi taşınmazlar da edinilmiş mallardandır. Evlilikten sonra alınan veya var olan malların üzerine yapılan iyileştirme ve ödemeler (tadilat, borç ödemesi vb.) de paylaşılır. Tapuda ismin kimin olduğu önemli değildir; esas olan evlilikte satın alınmış ve ödenmiş olmasıdır.

Şirket Hisseleri ve Ticari Varlıklar

Şirket ortaklık payları, hisse senetleri ve ticari işletmeler, evlilik süresince alınmış veya değer kazandırılmışsa edinilmiş mal kapsamındadır. Hangi eşin üzerine olursa olsun, şirketin değeri ve ortaklıktaki pay boşanma davasında hesaba katılır.

Paylaşılmayan Kişisel Mallar

Kişisel mallar ise, evlilik öncesinde mevcut olan veya evlilik sırasında karşılıksız elde edilen (örneğin miras, bağış) varlıklardır. Kanuna göre, bu mallar “kişisel mal” sayılır ve eşler arasında bölüşülmez.

Evlilik Öncesi Edinilen Mallar

Evlilikten önce alınan ev, araba, arsa vb. her türlü taşınır ve taşınmaz, hangi eşin üzerine olursa olsun kişisel maldır. Bunlar boşanmada paylaşılmaz. Fakat bunlardan elde edilen gelir (örneğin, kira) evlilik sırasında gerçekleşmişse, bu gelir paylaşılabilir.

Miras ve Karşılıksız Kazanılan Değerler

Bir eşe miras kalan veya bağışlanan mal, kişisel maldır ve diğer eş paylaşımda hak iddia edemez. Vefat eden bir akrabadan kalan para, gayrimenkul veya değerli eşya, doğrudan miras yoluyla edinildiği için bölüşülmez.

Kişisel Kullanım Eşyaları

Eşlerin şahsi ihtiyaç ve kullanımı için özel olarak edinilmiş eşyalar (giysiler, makyaj malzemeleri, özel saatler, takılar, şahsi bilgisayarlar vb.) paylaşılmaz. Kanun, bu gibi malzemelerin paylaşım dışında tutulacağını özellikle belirtmiştir.

Manevi Tazminatlar

Evlilik süresince bir eşin şahsına ödenen manevi tazminatlar, kesinlikle kişisel mal sayılır ve diğer eşin hakkı yoktur. Bu tür ödemeler kaza, uğranılan haksızlık gibi olaylardan kaynaklanıyorsa da kural değişmez.

Evlenmeden Önce Kredili Alınan Mallar

Evlilikten önce krediyle alınan ev, araba ya da başka bir malın kredisi evlilik sırasında ödenmeye devam etmişse; yapılan kredi ödemeleri ve malın değerindeki artış kısmı, ayrı bir hesaplamaya tabi olur.

Kural: Malın kendisi kişisel mal sayılır. Ancak evlilik süresince ödenen kredi taksitlerine eşlerin katkısı varsa, bu katkının karşılığı “değer artış payı” olarak diğer eşe ödenebilir. Yani; mal paylaşılırken, sadece evlilik süresince yapılan ödeme kadar bir hak doğabilir.

Sonuç olarak, boşanma sürecinde hangi malların paylaşılacağı çok sık sorulan bir konudur. Evlilik boyunca emeğe ve kazanca dayalı tüm varlıklar paylaşılırken, şahsa özel ve evlilik dışında edinilen mallar paylaşım dışıdır. Hak kayıplarının önüne geçmek için güncel yasa ve Yargıtay kararları takip edilmeli, gerekirse uzman bir avukattan destek alınmalıdır.

Anlaşmalı Boşanmada Protokol ve Mal Paylaşımı

Anlaşmalı boşanmada mal paylaşımı, tarafların tüm konularda anlaşmaya varmasını ve bu hususlarda hazırlanacak bir protokol ile çözüme ulaşmasını gerektirir. Protokolde yalnızca boşanma değil; çocukların velayeti, nafaka, tazminat ve özellikle mal paylaşımı da yer alabilir. Anlaşmalı boşanmada mal paylaşımı için taraflar, ellerindeki malları ve borçları kendi isteklerine göre serbestçe paylaşabilirler. Bu protokol yazılı olmalı ve her iki tarafça imzalanmalıdır.

Mal paylaşımında, evlilik içinde alınan tüm mallar (ev, araba, banka hesapları gibi) genellikle eşit ya da anlaşmaya göre farklı oranlarda bölünebilir. Taraflar, mal paylaşımı konusunda anlaşırlarsa mahkeme genellikle protokolü bu şekilde kabul eder. Ancak anlaşmalı boşanmanın doğru işlemesi için hazırlanan protokolde tüm detayların net ve açık bir şekilde yazılması son derece önemlidir. Protokolde anlaşmaya varılamayan mal ve haklar, ileride tekrar dava konusu yapılabilir.

Çekişmeli Boşanmada Mal Paylaşımı Süreci

Çekişmeli boşanmada mal paylaşımı, tarafların anlaşmaya varamadığı durumlarda ortaya çıkar ve çoğu zaman ayrı bir dava olarak açılır. Çekişmeli boşanma davası sırasında mahkeme, sadece boşanma kararını verir; mal paylaşımı ise bu karar kesinleştikten sonra ayrıca ele alınır. Mal paylaşımı için “mal rejiminin tasfiyesi” başlıklı bir dava açılır ve bu davada evlilik sürecinde edinilen malların paylaşımı talep edilir.

Çekişmeli boşanmada mal paylaşımı süreci genellikle daha uzun ve detaylıdır. Taraflar, hangi malların evlilik içinde edinildiğini, hangi malların kişisel olduğunu kanıtlamak zorundadır. Mahkeme, her iki eşin iddialarını ve sunduğu belgeleri dikkate alarak malların paylaşımına karar verir. Ayrıca taraflardan biri haksız bir şekilde mal saklamışsa veya kaçırmışsa, bu durum işin içine girer ve dava daha karmaşık hale gelebilir.

Çekişmeli boşanmalarda mal paylaşımı, boşanma kararının kesinleşmesinden sonra 10 yıl içinde açılmalıdır. Bu süreçte, malların değer tespiti, borçların durumu ve her iki eşin katkısı detaylı şekilde incelenir.

Protokol Hazırlama ve Mahkeme Onayı

Anlaşmalı boşanmada hazırlanan protokolün hukuken geçerli olabilmesi için mahkeme tarafından onaylanması gerekir. Protokol hazırlarken mal paylaşımı, çocukların velayeti, nafaka ve benzeri konular açıkça belirtilmelidir. Taraflar protokolü yazılı olarak hazırlar, imzalar ve mahkemeye sunar. Mahkeme, genellikle tarafların üzerinde anlaştığı hususları kabul eder ama gerek görürse değişiklik talep edebilir.

Mahkeme, anlaşmalı boşanma duruşmasında bu protokolü ayrıntılı olarak inceler, taraflara bu anlaşmanın iradeleriyle hazırlanıp hazırlanmadığını sorar ve şüpheli bir durum yoksa protokolü onaylar. Protokolde eksiklik veya hukuka aykırılık varsa mahkeme taraflara düzeltme yapma hakkı tanır. Mahkeme onayı, protokolde yazan mal paylaşımının da hukuken geçerli olmasını sağlar. Böylece, protokolde yer alan mal paylaşımı ile ilgili konularda taraflar ileride tekrar bir dava açamazlar.

Sonuç olarak, anlaşmalı boşanmada protokolün doğru ve kapsamlı şekilde hazırlanması, çekişmeli boşanmalarda ise hukuki bilgi ve belgelerle desteklenen bir süreç yürütülmesi gerekmektedir. Her iki durumda da bir avukattan destek almak hak kayıplarını önlemede faydalı olacaktır.

Mal Rejimi Sözleşmesinin Önemi ve Kapsamı

Mal rejimi sözleşmesi, eşlerin evlilik boyunca ve evlilik sona erdiğinde mal varlıklarının nasıl yönetileceğini ve paylaşılacağını belirleyen hukuki bir anlaşmadır. Bu sözleşmenin önemi, ileride yaşanabilecek anlaşmazlıkların önlenmesinde ve eşlerin haklarının net olarak korunmasında ortaya çıkar. Özellikle boşanma durumunda yaşanacak mal paylaşımında, önceden belirlenmiş kurallar sayesinde uzun ve yorucu davaların önüne geçmek mümkündür. Ayrıca, eşler birbirinin borçlarından ya da alacaklarından hangi ölçüde sorumlu olacağını, kişisel mal veya edinilmiş mal ayrımını da bu sözleşmeyle düzenleyebilir.

Mal rejimi sözleşmesi sayesinde, Türk Medeni Kanunu’ndan gelen yasal mal rejimlerinin dışına çıkılarak, eşlere daha esnek, birbirine uygun bir mal paylaşımı modeli oluşturma fırsatı verilmiştir. Yani evlenecek veya evli olan çiftler; edinilmiş mallara katılma, mal ayrılığı, paylaşmalı mal ayrılığı ya da mal ortaklığı rejimlerinden dilediklerini seçebilir, hatta bu rejimlerin kimi detaylarını kendilerine uygun şekilde şekillendirebilir.

Sözleşmeyle Belirlenen Malların Statüsü

Mal rejimi sözleşmesi yapıldığında, eşlerin ortak yaşamı boyunca edinilecek ve sahip olunan malların hukuki statüsü sözleşmeyle belirlenir. Yani kim hangi mala sahip olacak, hangi mallar kişisel, hangileri ortak sayılacak gibi ayrıntılar bu sözleşmede açıkça düzenlenebilir. Örneğin mal ayrılığı rejimi seçilmişse, evlilik sırasında edinilen mallar kimin adına kayıtlıysa onun malı kabul edilir ve diğer eşin üzerinde hak iddia etmesi mümkün olmaz. Edinilmiş mallara katılma rejimi tercih edilirse, evlilik süresinde elde edilen mallar kural olarak ortak bir şekilde paylaşılır.

Sözleşmede isterlerse eşler, evlilik öncesi mallarını kişisel mal olarak koruyabilir, evlilik sırasında edinilen tüm taşınır veya taşınmaz malları ortak mal statüsüne alabilir ya da gelirin ve mirasın paylaşımıyla ilgili farklı düzenlemeler getirebilirler. Ayrıca, anlaşmadan doğan kurallar evlilik birliğine zarar verici olsa dahi, kanunen belirli sınırlar dahilinde geçerli olabilir.

Mal Rejimi Sözleşmesinin İspatı ve Geçerliliği

Mal rejimi sözleşmesinin geçerli olması ve mahkemelerde ispat edilebilmesi için bazı şekil şartlarına dikkat edilmelidir. Türk Medeni Kanunu’na göre, mal rejimi sözleşmesi mutlaka noter huzurunda düzenlenmeli veya noter tarafından onaylanmalıdır. Evlilik sırasında veya öncesinde bu şekilde düzenlenen sözleşmeler, yasal olarak bağlayıcı olur. El yazısıyla hazırlanan ve imzalanan, ancak noter onayı olmayan anlaşmalar ise geçersiz sayılır ve mahkemeler tarafından dikkate alınmaz.

Bir mal rejimi sözleşmesi varsa, taraflardan biri anlaşmanın varlığını ve kapsamını iddia ediyorsa bunu noter tasdikli belge ile ispatlamak zorundadır. Sözleşmenin aslı kaybolmuşsa, noter arşivlerinden örneği alınabilir.

Özetle:

  • Geçerlilik için noter işlemi şarttır.
  • İspat için noter örneği sunulmalıdır.
  • Sözleşme hükümleri, yapıldığı andan itibaren geçerlidir; geçmişe yürütülemez.
  • Evlilik boyunca yapılan değişiklikler de yine noterle sağlanır ve kayıtlarda olmalıdır.

Mal rejimi sözleşmesi, evlilikteki mal paylaşımı düzeninde hem eşlere koruma sağlamakta hem de ilerideki olası anlaşmazlıkların önüne geçmektedir. Bu nedenle, yapılacak her anlaşmanın hukuken geçerli ve açık şekilde hazırlanması büyük önem taşır.

Mal Paylaşımında Özel ve Sorunlu Durumlar

Zina (Aldatma) Nedeniyle Mal Paylaşımı

Zina (aldatma) nedeniyle mal paylaşımı konusu, boşanma davalarında en çok merak edilen ve araştırılan başlıklardan biridir. Türk Medeni Kanunu’na göre zina, boşanma sebebi oluşturabilir fakat mal paylaşımı sırasında aldatan eşin mal varlığına doğrudan bir el koyma veya tüm haklarının iptal edilmesi gibi bir durum söz konusu değildir.

Mal paylaşımında, zina yapanın haksız olması sadece tazminat ve nafaka gibi konularda bir avantaj sağlar. Ancak, mevcut mal rejimi kurallarına göre edinilmiş mallar ortak şekilde paylaşılır. Hukuken paylaşımda esas alınan faktör, malların edinildiği zamandır; kusur oranı paylaşım miktarını değiştirmez. Fakat, karşı taraf kusurlu eşten manevi veya maddi tazminat talep edebilir. Bu tazminatlar mal paylaşımında mahsup edilebilir.

Mal Kaçırma ve Kötü Niyetli İşlemler

Mal kaçırma ve kötü niyetli işlemler, boşanma sürecine giren eşlerin sık başvurduğu hukuki koşullardan biridir. Özellikle boşanma davası gündeme gelmeden önce malların üçüncü şahıslara devredilmesi, satışa çıkarılması veya elden çıkarılması boşanma sonrası paylaşılacak malların azalmasına sebep olabilir.

Türk Medeni Kanunu’na göre, kötü niyetli mal devri ve gizleme halinde diğer eş iptal davası açabilir. Burada amaç, hakkaniyete aykırı olarak yapılan işlemleri geri döndürmektir. Mahkeme, gerçek amacın mal kaçırmak olduğunu tespit ederse, yapılan işlemleri iptal ederek malları yeniden paylaşmaya dahil edebilir.

Boşanma Davası Açılmadan Satılan Mallar

Boşanma davası açılmadan önce satılan mallar, mal paylaşımı sırasında çoğu zaman uyuşmazlıklara sebep olur. Eşlerden biri boşanma sürecini öngörüp malı satarsa, satılan maldan elde edilen para veya mal varlığı yine paylaşılacak mallara dahil edilir.

Önemli bir husus şudur: Satış işlemi üçüncü kişiye iyiniyetle yapılmışsa, mal iadesi söz konusu olmayabilir. Ancak satış değeri, toplam edinilmiş mallara dahil edilerek paylaşım gerçekleştirilir. Mahkemelerde en sık rastlanan davalar, malların boşanma sürecine girmeden elden çıkarılıp çıkarılmadığının tespit edilmesi ile ilgilidir.

Evlilikte Birikmiş Borçlar ve Denkleştirme

Evlilikte birikmiş borçlar ve denkleştirme, mal rejiminde önemli bir ayrıntıdır. Eşlerin evlilik birliği içinde yaptığı ortak borçlar, mal paylaşımı sırasında dikkate alınır. Paylaşılacak malların net değeri hesaplanırken, ortak borçlar toplam mallardan düşülür.

Bu durumda, her eş kendi adına aldığı kişisel borçlardan sorumlu olurken, evlilik için yapılan borçlar paylaştırılır. Evlilik boyunca alınan ihtiyaç kredileri, ev kredileri gibi borçlar da paylaşım hesabında önemlidir. Mahkeme, eşlerin hangi borçtan sorumlu olacağına “denkleştirme” yoluyla karar verir.

Miras ve Bağışların Değerlendirilmesi

Miras ve bağışlar, boşanma sürecinde mal paylaşımına dahil edilmez. Yani, eşlerden biri evlilik sırasında miras almış veya karşılıksız bir şekilde bir mal edinmişse, bu mal kişisel mal kabul edilir ve diğer eşin hakkı olmaz.

Fakat, mirastan elde edilen bir paranın ortak mal alınmasında kullanılması durumunda, “katkı payı” gündeme gelir ve diğer eş bu katkı payı oranında hak talep edebilir. Benzer şekilde, eşlerden birine yapılan şahsi bağışlar da paylaşılmaz, ancak bu mallar üzerinden edinilmiş mallara serbest katkı yapılmışsa yine denkleştirme mümkündür.

Eşlerden Birinin Ölümü Halinde Mal Paylaşımı

Eşlerden birinin ölümü halinde mal paylaşımı, farklı kurallara tabi tutulur. Ölümle birlikte eşler arası mal rejimi sona erer ve sağ kalan eş, hem edinilmiş malların yarısı üzerinde hak sahibi olur hem de vefat eden eşin mirasçısı durumuna gelir.

Bu durumda önce edinilmiş mallar bölüştürülür, ardından kalan kısım miras olarak paylaştırılır. Eğer mal rejimi sözleşmesi yoksa, yürürlükteki yasal mal rejimi uygulanır. Ölümden sonra yapılacak işlemler için miras hukukuna göre de değerlendirme yapılır. Bu iki hak karıştırılmadan, sıralı bir şekilde yerine getirilir.

Katılma Alacağı Nedir? Nasıl Hesaplanır?

Katılma alacağı, boşanma sonrası mal paylaşımında en çok merak edilen konulardan biridir. Katılma alacağı; tarafların evlilik birliği içinde elde ettikleri, yani “edinilmiş mallar” olarak adlandırılan malların tasfiye edilmesiyle ortaya çıkan değerden, her iki eşin payına düşen miktarı ifade eder. Türk Medeni Kanunu’na göre yasal mal rejimi “edinilmiş mallara katılma rejimi”dir ve boşanma halinde bu rejime göre hareket edilir.

Katılma alacağının hesaplanması için öncelikle tarafların edinilmiş malları ile kişisel malları belirlenir. Kişisel mallar paylaşılmaz. Edinilmiş malların ise aktifinden (yani toplam varlıktan), o malla ilgili borçlar çıkarılır. Kalan miktar, yani artık değer, eşlerin kişisel katkıları ve kanundaki istisnai durumlar hariç tutulmak kaydıyla, eşler arasında yarı yarıya paylaşılır. Yani, her iki eşin artık değerinin yarısı, diğer eşin katılma alacağı olur.

Örneğin; bir eşin evlilik içinde 500.000 TL değerinde evi ve 100.000 TL borcu varsa, bu evden dolayı ortaya çıkan artık değer 400.000 TL olur ve bunun yarısı yani 200.000 TL diğer eşin katılma alacağı hakkıdır.

Katkı Payı Alacağı ve Değer Artış Payı Alacağı

Katkı payı alacağı, Medeni Kanun’da özellikle 2002 öncesi evliliklerde veya mal ayrılığı rejiminde gündeme gelir. Bir eş, diğer eşin malvarlığına herhangi bir şekilde (para, emek, malzeme gibi) katkıda bulunmuşsa ve bu katkı ispatlanabiliyorsa, bu katılımın karşılığı olan değeri boşanmada talep edebilir.

Değer artış payı alacağı ise günümüzde edinilmiş mallara katılma rejiminin uygulandığı durumlarda, bir eşin diğer eşe ait bir mala sağladığı katkının talep edilebilmesidir. Örneğin, eşlerden biri kendi parasıyla diğer eş adına alınan bir evin alımına katkı sunduysa veya evin değerini arttıracak bir harcama yaptıysa, boşanma sonrası bu katkısının karşılığı olan değer artışını veya bu artıştan düşen payı isteyebilir. Hesaplamada, katkının sağlandığı tarihteki değer ve bağlantılı olarak malın boşanma sırasındaki güncel piyasa değeri esas alınır.

Artık Değerin Tespiti ve Paylaşım Esasları

Artık değer; edinilmiş malların toplam değerinden, bu mallara ait borçların düşülmesiyle ortaya çıkan net tutardır. Her eşin kendi adına edinilmiş mallarının artık değeri ayrıca hesaplanır. Sonra, kanuna göre her eş, karşı tarafın artık değerinin yarısı üzerinde hak sahibi olur.

Artık değerin tespitinde dikkat edilmesi gerekenler:

  • Tüm edinilmiş mallar ve borçlar tek tek belirlenir.
  • Borçlar, ilgili mala aitse o malların değerinden düşülür.
  • Kimi durumlarda, mallara eklenmesi gereken veya getirisi sayılan bazı gelirler de hesaba dahil edilir (örneğin edinilmiş malların getirdiği gelirler).
  • Ardından, hesaplanan artık değerin yarısı, karşı tarafa ödenir.

Yargıtay uygulamalarına göre, ayrıntılı bilirkişi incelemeleri ile tüm mal varlığı hareketleri incelenerek adil bir paylaşım yapılır.

Faiz ve Ödemeler

Boşanmada mal paylaşımı sürecinde katılma alacağı, katkı payı veya değer artış payı; kararın kesinleştiği tarihten itibaren talep edilebilir. Mahkeme kararı ile hükmedilen alacaklarda, genellikle alacak tutarına yasal faiz uygulanır. Faiz, mahkeme kararında aksi bir hüküm yoksa kararın kesinleşme tarihinden itibaren işler.

Ödemeler ise genellikle nakit veya mahkemenin belirlediği şekilde yapılır. Eğer değerli bir malvarlığı (örneğin ev veya araba) paylaşılacaksa, taraflar aralarında protokolle anlaşabilir veya satış yoluna gidilerek elde edilen para eşler arasında paylaşılır. Borçlu olan taraf ödemeyi geciktirirse, bu tarihten itibaren faiz eklenir ve gerekli durumlarda icra takibi başlatılabilir.

Unutulmamalıdır ki, mal paylaşımında faiz, mağdur olan tarafın hakkını korumak için vardır ve alacağın gecikmesi halinde efektif bir yasal güvencedir. Tüm süreçte hak kaybı yaşamamak için uzman bir aile hukuku avukatından destek almak önemlidir.

Araçlarda Paylaşım

Boşanmada araba paylaşımı konusunda en çok merak edilen husus, arabanın evlilik içinde mi, yoksa evlilikten önce mi alındığıdır. Evlilik içinde alınmış bir araba ise, yasa gereği “edinilmiş mal” kabul edilir ve kural olarak iki taraf arasında yarı yarıya paylaşılır. Ancak araba, eşlerden birinin evlilikten önce sahip olduğu bir mal ise ya da o kişiye miras ya da bağış yoluyla geçmişse kişisel mal sayılır ve paylaşım dışı bırakılır.

Araba kredili alınmışsa, kredi ödemelerinin evlilik içinde yapılmış olan kısmı oranında paylaşıma dahil edilir. Değer tespitinde boşanma davası sırasında arabanın güncel piyasa değeri esas alınır ve uzman bilirkişi raporu alınabilir. Araba bir eşin üzerine kayıtlı olsa dahi, edinilmiş mal sayılıyorsa paylaşım yapılır. Satılmış ya da devredilmişse, elde edilen para da yine edinilmiş mal kapsamına girer.

Eğer araba üzerinde haciz veya rehin varsa bu durum paylaşıma engel olmaz; ancak araba değerinden öncelikle borçlar düşülerek kalan miktar eşler arasında dağıtılır.

Şirket ve Hisse Paylaşımları

Boşanmada şirket hisseleri paylaşımı ise daha karmaşık olabilmektedir. Eğer şirket veya şirket hisseleri evlilik birliği içinde taraflardan biri tarafından alınmış ya da şirket evlilik sırasında kurulmuş ise, bu şirket hisseleri “edinilmiş mal” olarak kabul edilir. Eşlerden biri evlilik içinde bir limited, anonim şirket veya şahıs işletmesi ortağı olmuşsa, sahip olduğu payların tasfiye değerinin yarısı üzerinde diğer eşin hakkı doğabilir.

Ancak, şirket hissesinin kimin adına olduğu değil, ne zaman ve nasıl edinildiği önemlidir. 2002’den önce edinilmiş hisseler kişisel mal olarak kabul edilebilir. Ayrıca yalnızca hissenin kendisi değil, hisse üzerinden elde edilen kar payı ve gelirler de paylaşım kapsamındadır.

Paylaşım sırasında şirketin bölünebilmesi teknik açıdan kısıtlıysa, mahkeme çoğunlukla hisse değeri üzerinden nakdi bir bedelin ödenmesine karar verir. Bazı hallerde, şirket yönetmelikleri veya şirket ana sözleşmesi hisse devrini kısıtladığı için mahkemeler, hissenin rayiç bedelinin belirlenip bir eşten diğerine ödeme şeklinde bir çözüme gidebilir.

Hacizli Mal Paylaşımı

Boşanmada hacizli mal paylaşımı, yani üzerinde haciz (borç nedeniyle el koyma) bulunan araba veya şirket hissesi gibi malların durumu da çokça sorulan bir konudur. Türk Medeni Kanunu’nda hacizli malların paylaşımı açıkça düzenlenmemiştir, ancak uygulamada şu şekilde ilerler: Malın üzerinde haciz olması, paylaşıma engel oluşturmaz.

Mahkeme bu tür malların güncel değerini belirler, haciz tutarı veya borçlar düşüldükten sonra kalan değer, edinilmiş mal statüsündeyse yarı yarıya paylaşılır. Örneğin, araba evlilikte alındı ama daha sonra haciz geldiyse, borcun düşülmesinden sonra kalan değer esas alınır. Şirket hisseleri için de benzer bir durum geçerlidir; hisse üzerinde haciz varsa, hisse değeri hesaplanır, varsa borçlar çıkarılır ve geriye kalan üzerinden ödeme yapılır.

Sonuç olarak, boşanma davalarında ister araba, ister şirket hissesi ya da herhangi bir hacizli mal olsun, mal rejimi hükümleri uygulanmaya devam eder ve malların üzerinde haciz bulunsa dahi, kalan değerler adil şekilde paylaşılır. Böylece ekonomik olarak her iki eşin de hakları korunmuş olur.

Miras, Hediye ve Kişisel Malların Durumu

Boşanmada miras ve hediye olarak alınan malların paylaşımı, Türk Medeni Kanunu’nda açıkça düzenlenmiştir. Miras yoluyla elde edilen mallar, kişisel mal kabul edilir ve boşanma halinde eşler arasında paylaşıma tabi değildir. Yani eşlerden birine annesinden, babasından ya da başka bir yakınından kalan miras, diğer eşle paylaşılmaz.

Aynı durum evlilik sırasında eşlerden birine verilen hediyeler için de geçerlidir. Kişisel kullanıma yönelik verilen hediyeler ve üçüncü kişilerden karşılıksız olarak alınan değerler (bağış gibi) kişisel mal olarak sayılır ve mal paylaşımı sırasında dikkate alınmaz. Ancak sadece hacizli veya veraset yoluyla alınmayan mallar, aksi hukuken ispat edilmedikçe kişisel mal sayılmaz.

Kısacası, boşanmada miras kalan mallar ve hediyeler kişisel maldır ve paylaşılmaz. Kişisel eşyalar (giysi, takı gibi) ve manevi tazminatlar da aynı şekilde paylaşım dışında kalır.

Banka Paraları ve Yatırımlar Nasıl Paylaşılır?

Boşanmada banka hesaplarındaki para ve yatırımların paylaşımı, mal rejimine göre belirlenir. Eşlerin evlilik sırasında biriktirdiği banka hesapları, mevduatlar, fonlar, hisse senetleri ve döviz hesaplarındaki paralar, kural olarak edinilmiş mal kapsamına girer. Bu nedenle, boşanma halinde bu paralar iki eş arasında eşit olarak paylaşılır.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, söz konusu paranın ve yatırımın evlilik içinde kazanılıp kazanılmadığıdır. Eğer bir yatırım veya mevduat evlilik öncesinden geliyorsa ya da kişi adına miras kaldıysa, bunlar kişisel maldır ve paylaşılmaz. Ayrıca, bir eş boşanmadan hemen önce banka hesabından yüklü miktarda para çekerse veya hesabını boşaltırsa, mahkemede bunun araştırılması talep edilebilir ve hakkaniyet gereği paylaşım yeniden düzenlenebilir.

Genel olarak, evlilik süresince edinilen tüm banka parası ve yatırımlar paylaşılır; evlilik öncesi birikimler kişisel mal olarak kalır.

Paylaşılmayan Mallar Nelerdir?

Boşanmada paylaşılmayan mallar listesinin başında kişisel mallar gelir. Yani;

  • Evlilik öncesi edinilen tüm varlıklar (ev, araba, arsa vb.)
  • Miras yoluyla ya da bağış/hediye olarak elde edilmiş mallar
  • Kişisel kullanım eşyaları (giysi, makyaj malzemeleri, takılar, bakım ürünleri vb.)
  • Manevi tazminat alacakları
  • Kişisel malların yerine geçen değerler (örneğin kişisel mala karşılık alınan sigorta tazminatı gibi)

Bunun dışındaki mallar, genellikle eşlerin birlikte edindiği edinilmiş mallar olup paylaşılır. Özellikle evlilik birliği sırasında alınan taşınmazlar, taşıtlar, banka birikimleri ve ticari yatırımlar ortak mal kabul edilir.

Mal Paylaşımında İspat Yükümlülüğü

Mal paylaşımı davasında ispat yükümlülüğü, sıklıkla tartışma konusu olur. Hangi malın kişisel mal ya da edinilmiş mal olduğu konusunda uyuşmazlık varsa, iddia eden tarafın bunu ispat etmesi gerekir. Eğer bir eş herhangi bir malın kendisine ait kişisel mal olduğunu iddia ediyorsa, bunun dayanağını ve belgelerini mahkemeye sunmak zorundadır.

Örneğin bir araç ya da evin evlilikten önce alınmış olması durumunda, tapu veya fatura gibi belgelerle bunun ispatı gerekir. Eğer ispat edilemezse, mahkeme bu malı edinilmiş mal sayar ve paylaşım kapsamına dahil eder. Kişisel mal olduğu iddia edilen bir varlık için, ispat yükümlülüğü her zaman iddia sahibine aittir.

Hukuki Destek ve Danışmanlık Almanın Önemi

Boşanmada mal paylaşımı süreci, hem hukuki hem de maddi açıdan birçok ayrıntı ve hak içerir. Türk hukuk sisteminde avukat tutmak zorunlu olmasa da, özellikle mal paylaşımı gibi karmaşık durumlarda hukuki destek almak çok önemlidir.

Birçok kişi, hak kaybı yaşamamak için boşanma sürecinde deneyimli bir aile hukuku avukatından veya danışmandan destek almayı tercih etmektedir. Avukat, sürecin başından sonuna kadar haklarınızın korunmasını sağlar, gerekli delil ve belgelerin hazırlanmasına yardımcı olur, anlaşmalı veya çekişmeli boşanma protokollerinin hazırlanmasında yol gösterir.

Hukuki danışmanlık sayesinde, hak kaybı yaşamadan, süreci daha bilinçli ve güvenli bir şekilde tamamlamak mümkündür. Maddi durumu yetersiz olanlar ise adli yardım hizmetlerinden yararlanarak ücretsiz avukat talebinde bulunabilir.

Yargıtay’ın Mal Paylaşımı Konusundaki Önemli Kararları

Yargıtay’ın mal paylaşımı ile ilgili kararları, boşanma sonrası mal rejimi davalarında yol gösterici niteliktedir. Son yıllarda Yargıtay, özellikle evlilik süresince edinilen malların paylaşımında, “edinilmiş mallara katılma” rejiminin uygulanmasına büyük önem vermektedir. Yani, eşlerin evlilik sırasında birlikte elde ettiği mallar kural olarak ortak kabul edilmekte ve mal paylaşımına dahil edilmektedir.

Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, bir kararında (2024/1950 K.) eşlerden birinin ailesinden evlilik sırasında aldığı malların edinilmiş mal olarak değerlendirilip paylaşılmasına hükmetmiştir. Bu da, malın aileden gelmiş olması durumunda dahi, eğer evlilik süresinde edinilmişse eşin pay sahibi olabileceğini gösterir. Aynı şekilde, eğer eşlerden biri, diğer eşin malı üzerinde yapılan bir katkıya sahipse, bu katkının iadesine veya değer artışına ortak olabileceğine karar verilmiştir.

Ayrıca Yargıtay’ın son kararları, mal rejiminin boşanma davasının açıldığı tarihte sona erdiğini ve o tarihte mevcut malların tespit edilmesi gerektiğini vurgular. Ancak malların gerçek piyasa değeri ise paylaşımın yapıldığı tarih dikkate alınarak belirlenmelidir. Örneğin, evlilikte alınan bir araç ya da ev, boşanma davası sürecinin sonunda rayiç değeriyle esas alınır.

İlginç ve önemli bir nokta ise, zinaya veya hayata kast gibi özel boşanma sebeplerinde, mahkeme takdir yetkisiyle mal paylaşımında farklılıklar yaratabilmektedir. Ancak son yıllarda Yargıtay, genellikle mal paylaşımının eşitliğe uygun yapılmasını savunmaktadır.

Katkı ve katılma alacaklarında da Yargıtay, ayrıntılı bir inceleme yaparak, mal rejiminin sona erdiği tarihteki malların tespitini ve bunlar üzerindeki alacak ve katkıları net olarak belirlemeye çalışmaktadır.

Mal Değerlemesi ve Hesaplama İhtilaflarında Yargıtay Pratiği

Mal paylaşımı davalarında en sık karşılaşılan sorunlardan biri değerleme ve hesaplama anlaşmazlıklarıdır. Yargıtay bu konuda da detaylı ve güncel bir uygulama geliştirmiştir. Özellikle taşınmazların ya da taşınırların (ev, araç, şirket hissesi gibi) değerlemesinde iki temel kural öne çıkar:

  1. Mal rejimi tasfiye edilirken değerleme güncel rayiç fiyatları üzerinden yapılır. Yani boşanma davası sonunda mal paylaşımı yapılırken, ev veya araba gibi malların, davanın açıldığı tarihteki değil, paylaşımın yapıldığı tarihteki piyasa değeri esas alınır.
  2. Katkı payı ya da katılma alacağı hesaplamalarında, hangi eşin hangi mal üzerindeki katkısının nasıl hesaplanacağına dair detaylar, Yargıtay kararlarında somutlaştırılmıştır. Örneğin, bir evin alımında krediyle yapılan ödemelerin oranına göre, katkı payı veya değer artışı alacağı belirlenmektedir.

Yine Yargıtay, katkı payı ve değer artış payı alacaklarında, genellikle faize, dava tarihinden itibaren hükmedilmesini uygun bulmaktadır. Ayrıca eşlerden birinin diğerinin tüm mallarını bilmiyorsa, sembolik bir dava değeriyle belirsiz alacak davası açılmasını da kabul etmektedir.

Mahkemelerin tayin ettiği bilirkişilerin yaptığı değerlemeler çoğunlukla esas alınırken, taraflardan birinin buna itiraz etmesi halinde yeniden değerleme yapılması da Yargıtay kararlarında desteklenmiştir.

En çok ihtilaf yaşanan başka bir konu ise, mal rejimi sona erdikten sonra malların elden çıkarılması veya eksiltilmesidir. Bu tip konularda Yargıtay, mal rejiminin sona ermesi sırasında mevcut olan malların değerinin paylaşım esasını bozmayacağını, sonradan yapılan işlemlerin (örneğin satışın) karşı tarafın hakkını engellemediğini ifade etmektedir.

Sonuç olarak, Yargıtay kararları, mal paylaşımında adaletin sağlanması için rehber niteliğindedir ve mahkemeler için bağlayıcıdır. Taraflar ciddi bir hesaplama, değerleme ve katkı kontrolü ile haklarını arayabilirler. Özellikle boşanmada mal paylaşımı günümüzde çok daha şeffaf ve hakkaniyete uygun şekilde şekillenmektedir.

Trafik Kazası Sonucunda Araçlarda Meydana Gelen Değer Kaybının Tazmini

Trafik kazası sonrasında araçlarda oluşan değer kaybı, kazadan etkilenen araçların piyasa değerinde oluşan düşüşü ifade eder. Bu durum, genellikle aracın hasar görmesi ve onarım sürecinde orijinal parçalar yerine yan sanayi ürünlerinin kullanılmasıyla ortaya çıkar. Değer kaybının tazmini, hukuki çerçevede kazada kusurlu olmayan tarafa bir hak olarak sunulmaktadır.

Araç değer kaybı tazminatı talep etmek isteyenlerin, öncelikle kazanın ardından detaylı bir hasar dosyası oluşturarak sigorta şirketine başvurmaları gerekmektedir. Sigorta şirketinin belirlenen sürede ödeme yapmaması durumunda ise hukuki yollarla Sigorta Tahkim Komisyonu‘na başvurulabilir.

Araç yaşının, markasının, modelinin ve hasar geçmişinin bu tazminat miktarında önemli rol oynadığı bilinmelidir. 🛠️ Sigorta işlemleri ve değer kaybı hesaplaması üzerine uzman bir avukat ile çalışmak, doğru sonuçlara ulaşmada oldukça faydalıdır.

Araç Değer Kaybı Nedir?

Değer Kaybının Tanımı

Araç değer kaybı, bir trafik kazası sonucu hasar gören ve tamir edilen aracın piyasadaki ikinci el değerinde meydana gelen azalmayı ifade eder. Yani araç her ne kadar onarılmış olsa da, eski orijinalliğini ve değerini tam anlamıyla koruyamaz. Bu nedenle araç sahipleri, kazadan önceki piyasa değeri ile tamir sonrası piyasa değeri arasındaki kaybı “değer kaybı” olarak tanımlar. Piyasada satış yapacak olsanız, geçmişte hasar görmüş bir araç, benzeri ama kazasız bir araca kıyasla genellikle daha düşük bir fiyata alıcı bulur.

Değer Kaybı ile Maddi Hasar Arasındaki Farklar

Değer kaybı ile maddi hasar birbirinden farklı iki kavramdır. Maddi hasar; bir kazanın hemen ardından ortaya çıkan ve aracın onarılması için gereken tamir-tadilat masraflarını kapsar. Bu masraflar genellikle yedek parça, boya, işçilik gibi kalemlerden oluşur ve doğrudan aracın eski haline getirilmesini amaçlar.

Buna karşılık değer kaybı tazminatı; tamir edilen aracın, ikinci el piyasasında uğradığı değer kaybını karşılamak içindir. Araç eksiksiz onarılsa dahi, artık kaza kaydı olduğu için alıcılar açısından “kazalı araç” statüsündedir ve bu durum aracın satılabilirliğini ve piyasa değerini olumsuz etkiler. Kısacası, maddi hasar tamirat gideridir, değer kaybı ise aracın değerinde kalıcı düşüşün karşılığıdır.

Yasal Dayanaklar: Türk Ticaret Kanunu, Karayolları Trafik Kanunu ve Türk Borçlar Kanunu

Araç değer kaybı tazminatı talebinin yasal dayanakları öncelikle Türk Borçlar Kanunu, Karayolları Trafik Kanunu ve Türk Ticaret Kanunu’nda yer bulur:

  • Türk Borçlar Kanunu (TBK) 49. madde: Haksız fiil sonucu başkasına verilen zararın tazmin edilmesi gerektiğini belirtir. Kusurlu olan taraf, kazaya sebep olarak değer kaybına yol açmışsa, oluşan zararı da karşılamakla yükümlüdür.
  • Karayolları Trafik Kanunu (KTK) 91-92. maddeler: Zorunlu mali sorumluluk sigortası kapsamında, maddi zararların yanında “doğrudan doğruya” oluşan araç değer kaybı taleplerinin de karşılanabileceği belirtilmiştir.
  • Türk Ticaret Kanunu ise, özellikle sigorta şirketleri için hem genel hem de özel sorumlulukları düzenler.

Bu üç yasa bir araya geldiğinde, değer kaybı başvurusu yapmanın önü hem sigorta hem de doğrudan zarar tazmini anlamında tamamen açıktır. Mahkemeler ve Sigorta Tahkim Komisyonu da kararlarını bu yasal dayanaklara göre vermektedir.

Kimler Değer Kaybı Talep Edebilir?

Araç değer kaybı tazminatı, trafik kazasında zarar gören ancak kazada tam kusurlu olmayan araç sahipleri tarafından talep edilebilir. Yani, kazaya neden olan veya kısmen kusurlu olan tarafa karşı, mağdur araç sahibi bu hakkını kullanabilir. Eğer araç sahibi kazada %100 kusurluysa, değer kaybı tazminatı alamaz. Aynı şekilde, aracı zarar gören taraf sigortalı değilse de tazminat talep edebilir, fakat talep yine karşı tarafın sigortasından yapılacaktır.

Ayrıca, sigorta şirketine başvuru hakkı, gerçek kişi ya da tüzel kişilere; yani bir şirketin üzerine kayıtlı araç da olsa, o şirket başvuru yapabilir. Dikkat edilmesi gereken bir diğer konu ise, değer kaybı talebi için araçta hasarın kazadan kaynaklanmış olması zorunluluğudur. Hasarsız ancak yaşı veya kilometresi yüksek bir araç için değer kaybı başvurusu yapılamaz.

Değer Kaybı Tazminatında Kusur Oranı

Değer kaybı tazminatı talep edebilmek için kusur oranı en önemli koşullardan biridir. Eğer bir sürücü kazada tamamen (%100) kusurlu bulunursa, kendi aracı için değer kaybı tazminatı isteyemez. Kısmi kusuru olanlar ise, kendi kusur oranları düşüldükten sonra kalan kısım kadar tazminat alabilirler.

Örneğin, kazada %25 kusurlu iseniz, sadece %75 oranında tazminat hakkınız olur. Tamamen haklıysanız, tazminatınızın tamamını alırsınız. Sigorta şirketleri ve mahkemeler bu kusur oranını dikkate alır.

Araç Yaşı, Kilometresi ve Diğer Koşullar

Araç değer kaybı talebinde araç yaşı ve kilometre önemli faktörlerdendir. 2020’ye kadar 10 yaş veya 165.000 km üstü araçlarda değer kaybı alınamıyordu; ancak günümüzde bu sınırlar esnetildi ve ciddi bir yaş veya kilometre sınırı bulunmamaktadır. Bununla birlikte, çok eski veya çok yüksek kilometreli araçlarda değer kaybı çok düşük çıkabilir veya başvurular reddedilebilir.

Onarım sırasında araçta kullanılan parçaların orijinallik durumu, daha önce aynı yerden hasar alıp almadığı, piyasa değeri, hasar kaydı ve araç tipine göre de değer kaybı miktarı değişebilir. Araçta daha önce aynı noktadan oluşan hasarın tekrar etmesi durumunda veya onarımda yan sanayi parça kullanılmışsa tazminat miktarı düşebilir.

Ağır Hasarlı ve Ticari Araçlarda Değer Kaybı

Ağır hasarlı (pert) araçlar için değer kaybı tazminatı almak çoğu durumda mümkün değildir. Çünkü pert kaydı olan araçlar, piyasa değerlerinin önemli kısmını kaybettikleri için tekrar ikinci bir değer kaybı talep hakkı bulunmaz. Çoğu sigorta ve yargı kararında, pert kayıtlı veya çok büyük hasar görmüş araçlarda değer kaybı oluştuğu kabul edilmez.

Ticari araçlarda ise değer kaybı başvurusu yapılabilir, ancak sigorta şirketleri bu araçların kullanım amacına ve yıpranma durumlarına göre farklı değerlendirmeler yapmaktadır. Ticari araçlar da, özel otomobiller gibi, kazadan dolayı değer kaybını karşı tarafın trafik sigortasından talep edebilir.

Kapsam Dışı Durumlar

Her trafik kazası sonrası değer kaybı tazminatı alınamaz. Başlıca kapsam dışı durumlar şunlardır:

  • Tek taraflı kazalarda ve araç sahibinin %100 kusurlu olduğu kazalarda değer kaybı alınamaz.
  • Araçta meydana gelen hasar boya, cam, ayna, tampon gibi plastik aksamlardaysa genellikle değer kaybı ödenmez.
  • Eğer araç kaza öncesinde de aynı noktadan hasar almışsa, tekrar o alandan oluşan hasar için değer kaybı talep edilemeyebilir.
  • Araçta sadece mini onarım yapıldıysa (çok ufak hasarlar), değer kaybı ödemesi yapılmaz.
  • Motosiklet ve bazı özel araç tipleri poliçe ve mevzuat gereği kapsam dışı tutulabilir.
  • Kazadan itibaren 2 yıl süre geçtiyse, zamanaşımı sebebiyle başvuru yapılamaz.
  • Pert (tam ziya/ekonomik olarak hurda) kaydı bulunan araçlarda değer kaybı talep edilemez.

Özetle, değer kaybı talebi için kazada haklı olmak, araçta kazadan kaynaklı gerçek bir değer kaybı oluşması ve başvurunun zamanında yapılması gerekir.

Değer Kaybı Hesaplama

Araç değer kaybı hesaplama, bir kazadan sonra aracın ikinci el piyasasındaki değerinin ne kadar düştüğünü belirlemek için yapılır. 2024 ve 2025 güncel uygulamalarında hesaplama; aracın üretim yılı, kilometresi, geçmiş hasarları ve piyasa değeri gibi birçok önemli kriter üzerinden gerçekleştirilir. Ayrıca hasarın niteliği, tamirin hangi parçalar üzerine yapıldığı, orijinal ya da yan sanayi parça kullanılıp kullanılmadığı gibi detaylar da sonucu etkiler.

Hesaplama Kriterleri

Araç değer kaybı hesaplanırken birkaç temel kriter dikkate alınır:

  • Üretim yılı
  • Kilometre
  • Hasar geçmişi
  • Piyasa (rayiç) değeri
  • Hasarın niteliği ve büyüklüğü
  • Onarılan parça sayısı

Kısacası, her aracın değer kaybı farklı hesaplanır ve güncel piyasa koşulları ile bilirkişi incelemesi de hesaba katılır.

Üretim Yılı

Üretim yılı, değer kaybı hesaplama kriterleri arasında en belirleyici unsurlardan biridir. Aracın yaşı ilerledikçe, ikinci el piyasasındaki mevcut değeri de azalır. Yeni ve az kullanılmış araçlarda, kaza sonrası değer kaybı daha fazla olur. Özellikle 1-5 yaş arası araçlarda, değerin düşüşü çok daha keskin olabilir. 10 yaş üzerindeki araçlarda ise değer kaybı genellikle çok düşük hesaplanır veya bazı durumlarda hiç dikkate alınmaz.

Kilometre

Değer kaybı hesaplanırken aracın kilometresi de dikkate alınır. Düşük kilometreli araçlar daha fazla değer kaybı yaşayabilir çünkü ikinci el piyasasında düşük kilometre makbul kabul edilir. 20.000 km’nin altındaki araçlarda değer kaybı yüksek çıkarken; 150.000 km üzerinde ise araç doğal olarak yıpranmış kabul edildiği için değer kaybı daha az çıkar.

Hasar Geçmişi

Araç değer kaybı hesaplanırken araçta daha önce bir veya birden fazla hasar olup olmadığına bakılır. Eğer bir araçta daha önce büyük bir kaza (örneğin pert kaydı) veya parçalı hasarlar olduysa, yeni eklenen bir hasarın değeri düşürücü etkisi azalır. Fakat aracın geçmişi temizse ve ilk ciddi hasar yeni olduysa, değer kaybı daha yüksek belirlenir.

Piyasa Değeri

Piyasa değeri, yani aracın güncel rayiç bedeli, değer kaybı formülünün temelidir. 2024 yılında sıkça kullanılan formüle göre: Baz Değer Kaybı = Aracın Rayiç Değeri x %19 ile hesaplanır. Ancak bu değer, araç kilometresi ve hasarın boyutuna göre belirli katsayılarla yeniden çarpılarak asıl değer kaybı rakamına ulaşılır.

Bilirkişi Raporu ve Değer Kaybı Belirleme Yöntemleri

Araç değer kaybı için yapılan başvurularda çoğu zaman bilirkişi raporu gerekir. Bilirkişi; hasarlı aracın üretim yılı, kilometresi, önceki kazaları, onarılan parçalar ve piyasa değerini göz önüne alarak objektif bir rapor hazırlar. Bu raporda genellikle hesaplama tablosu, onarılan veya değişen parçaların dökümü, hasarın büyüklüğü ve tahmini ikinci el piyasa değeri detaylı şekilde sunulur. Sigorta şirketleri ve mahkemeler de genellikle bu rapora dayanarak karar verirler.

Hasar Türleri ve Etkisi

Değer kaybını etkileyen bir diğer ana unsur ise hasarın türüdür. Aracın hangi bölgesinde ve ne büyüklükte bir hasar olduğu, değer kaybı miktarının artmasına ya da azalmasına neden olabilir.

Hasarın Niteliği

Hasarın niteliği; örneğin aracın ön paneli, tavanı, şasisi gibi önemli kısımlarında meydana gelen ağır hasarlar, aracın değerinde ciddi düşüşe yol açar. Ancak kaput, çamurluk gibi daha kolay değişen veya onarılan alanlarda hasar oluşursa değer kaybı daha düşük hesaplanır. Hafif hasarlar genellikle değer kaybını çok fazla etkilemez.

Mini Onarımlar

Mini onarım, genellikle küçük çizik veya göçüklerin hızlı bir şekilde ve aracın orijinalliğini bozmadan giderilmesidir. Mini onarımlar yapılan bölgede kalıcı ve büyük bir hasar izi kalmadığı için, çoğunlukla değer kaybı hesaplamasında dikkate alınmaz. Bu tür onarımlarda tazminat bedeli düşük olur ya da hiç oluşmaz.

Yan Sanayi Parça Kullanımı

Yapılan tamirde orijinal parça yerine yan sanayi parça kullanılması, aracın değerini piyasada daha da düşürebilir. Çünkü alıcılar, orijinal parçalarla onarılmış araçları tercih eder. Yan sanayi parça kullanımı, bilirkişi raporunda ayrı olarak değerlendirilir ve değer kaybı miktarını artırır.

Tramer Kaydının Etkisi

Tramer kaydı, aracın hasarlarını ve bu hasarlarla ilgili yapılan ödemeleri gösteren sistemdir. Ancak değer kaybı tazminatı Tramer’e “hasar ödemesi” olarak işlenmez. Yani bir araç değer kaybı tazminatı aldıysa, bu durum aracın Tramer geçmişine fiyat düşürücü bir etki olarak geçmez. Ancak, araçta işlenen maddi hasar kayıtları ikinci el piyasasında değerin düşmesine yol açar.

Bu kriterlerin tümü, aracın değer kaybı miktarını belirlemede doğrudan etkilidir. Sonuçta her başvuru, aracın özel durumu dikkate alınarak uzmanlarca değerlendirilir.

Değer Kaybı Talebinin Süreci

Araç değer kaybı talebinde bulunma süreci, belirli adımlar ve resmi belgeleri gerektirir. Bu süreçte dikkat ve güncellik çok önemlidir; eksik veya yanlış evraklar süreci uzatabilir ya da hakkın kaybolmasına neden olabilir.

Başvuru İçin Gerekli Belgeler

Değer kaybı talebinde bulunmadan önce tüm belgeleri eksiksiz hazırlamak gerekmektedir. 2024 yılı itibariyle araç değer kaybı için sigorta şirketine veya sonrasında tahkim ve mahkemeye yapılacak başvurularda istenen evraklar şunlardır:

Polis Tutanağı

Araç değer kaybı başvurularında Polis Tutanağı veya kaza Tespit Tutanağı en gerekli evraktır. Tutanağın eksiksiz ve iki tarafın da imzalarını taşıması, kazanın tüm ayrıntılarını belirtmesi şarttır. Tutanağı olmadan sigorta şirketleri başvuruyu işleme almaz. TRAMER (Trafik Sigortaları Bilgi Merkezi) kayıtlarındaki tutanak örneği de kullanılabilir.

Ekspertiz ve Hasar Raporu

Değer kaybı için Ekspertiz Raporu ya da Hasar Raporu da gereklidir. Bu raporlarda aracın hangi kısımlarının hasar gördüğü, nasıl bir onarım uygulandığı ve onarımın hangi tarihte yapıldığı açıkça yer almalıdır. Yetkili veya özel servislerden alınan tamir faturaları ve onarıma dair belgeler de başvuru dosyasına eklenmelidir.

Araç Ruhsatı ve Kaza Fotoğrafları

Başvuruda mutlaka araç ruhsatı fotokopisi ve kazanın olduğu andaki, hasar durumunu gösteren kaza fotoğrafları ibraz edilmelidir. Ayrıca tüm tarafların kimlik bilgileri de talep edilebilir. Fotoğraflar, oluşan zararın boyutunu ve aracın genel durumunu belgelemek için hayati öneme sahiptir.

Sigorta Şirketine Başvuru

Başvurunun Yapılması

Değer kaybı için önce karşı tarafın (kusurlu aracın) sigorta şirketine başvuru yapılır. 2024 yılında E-Devlet üzerinden doğrudan başvuru yapılamamaktadır; başvuru elektronik posta, iadeli taahhütlü mektup, noter veya sigorta ofisi aracılığıyla yapılmalıdır. Başvuru dosyasında yukarıda belirtilen tüm belgeler yer almalıdır. Dilekçede kazanın yeri, tarihi, aracın plakası, talep edilen değer kaybı tazminatı açıkça belirtilmelidir.

Sigorta Şirketinin Yükümlülükleri ve Cevap Süreleri

Sigorta şirketi, değer kaybı başvurunuza en geç 15 gün içinde yazılı olarak cevap vermek zorundadır. Şirket, bu süre içinde başvurunuzu değerlendirmeli ya peşin ödeme yapmalı ya da gerekçeli bir şekilde ret kararı vermelidir. Eğer sigorta şirketi süreyi aşar, eksik ödeme yapar veya hiç ödeme yapmazsa tahkim veya dava yoluna gidilebilir.

Eksik veya Reddedilen Taleplerde İzlenecek Yol

Başvurunuz eksik evrak sebebiyle işleme alınmazsa şirket, hangi belgelerin eksik olduğunu size bildirmek zorundadır. Eksik belgeler tamamlandıktan sonra süreç yeniden başlar. Eğer başvurunuz reddedilirse, ret gerekçesiyle birlikte Sigorta Tahkim Komisyonu’na başvuru veya doğrudan dava açma hakkınız doğar.

Sigorta Tahkim Komisyonuna Başvuru Prosedürü

Araç değer kaybı talebiniz sigorta şirketinden olumlu sonuçlanmazsa ikinci adım, Sigorta Tahkim Komisyonudur. Tahkim Komisyonu başvurusunda istenecek belgeler, başvuru sırasında ödenen başvuru ücret dekontu, başvuru formu, tüm kaza/eksper/ruhsat evrakları ve dilekçeden oluşur. Başvuru online olarak da yapılabilir ve başvuru numarasıyla takip edilebilir.

Tahkim Başvurusunda Dikkat Edilecekler

Başvuru belgelerinin tam ve eksiksiz olması gerekir. Tahkim Komisyonu, başvuruyu 4 ay içerisinde sonuçlandırmak zorundadır. Karar taraflara bildirilir ve sigorta şirketleri bu karara uymak mecburiyetindedir. Ancak taraflardan biri Yargıtay’a temyiz yoluyla başvurabilir.

Dava Açma ve Yargı Süreci

Sigorta şirketinden ve tahkimden netice alınamazsa son yol dava açmaktır.

Görevli ve Yetkili Mahkeme

Değer kaybı davalarında görevli mahkeme Asliye Ticaret Mahkemesidir. Davalı ise genellikle kazada kusurlu olan tarafın sigorta şirketi olur. Yetkili mahkeme ise ya davalının yerleşim yeri ya da kazanın gerçekleştiği yer mahkemesidir.

Süreç ve Zaman Aşımı

Dava açmak için kaza tarihinden itibaren 2 yıl içinde başvuru yapılmalıdır. Bu süre hak düşürücüdür. Sigorta şirketine yapılan başvurudan itibaren 15 gün içerisinde cevap gelmezse, davanızı hemen açabilirsiniz. Dava sürecinde bilirkişi raporu alınır, tüm belgeler mahkemeye sunulur.

Yargıtay Kararları Işığında Değer Kaybı

Yargıtay kararları, değer kaybı davalarında rehber niteliğindedir ve davalarda bilirkişi incelemesinin önemini vurgular. Yargıtay, değer kaybı taleplerinde, aracın piyasa değeri, kilometresi, kazadaki kusur oranı ve hasarın niteliği gibi kriterlerin dikkate alınması gerektiğini açıkça belirtmiştir. Son yıllarda verilen kararlar, sigorta şirketlerinin ödemekten kaçındığı değer kaybı taleplerinin büyük oranda mahkeme lehine sonuçlandığını göstermektedir.

Zamanında ve eksiksiz başvuru süreciyle hak kayıplarının önüne geçebilirsiniz!

Sigorta Poliçesi Limitleri

Sigorta poliçesi limitleri, araç değer kaybı tazminatında oldukça önemli bir yere sahiptir. 2024 yılında, zorunlu trafik sigortası kapsamında maddi hasar için araç başına ödenebilecek maksimum tutar genellikle 200.000 TL olarak belirlenmiştir. Ancak bazı kaynaklara göre, bu rakam kaza başına 400.000 TL’ye kadar da çıkabiliyor. 2025 yılı için bazı sitelerde araç başına 300.000 TL’ye kadar ödeme yapılabileceği belirtiliyor. Bu limitler her yıl Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından güncelleniyor ve poliçenizde yazan garanti edilen miktarı aşan zararlar için ekstra bir ödeme yapılmaz.

Özellikle önemli olan bir konu; sigorta poliçelerinde belirlenen bu üst sınırlar dahilinde tazminat alma hakkınız vardır. Örneğin, değer kaybı tazminatınız hesaplandıktan sonra bu tutar sigorta poliçe limitinizin üstünde kalırsa, sigorta şirketi yalnızca poliçe limiti kadar ödeme yapar. Eğer zararın tamamı karşılanmazsa, kalan miktar için doğrudan kazaya sebebiyet veren kişiye yani kusurlu tarafa başvurma hakkınız bulunur.

Sigorta şirketleri, ödeme yükümlülüklerini yerine getirirken genellikle öncelikle onarım giderlerini karşılar ve poliçe limiti fazlası için ödeme yapmaz. Bu nedenle poliçenizin limitlerini önceden bilmeniz, başvuru yaparken hak kaybı yaşamamanız adına çok önemlidir.

Zorunlu ve İsteğe Bağlı Sigortalardaki Farklar

Zorunlu sigorta ve isteğe bağlı sigorta arasındaki farklar, araç değer kaybı işlemlerinde en sık karıştırılan konulardandır. Zorunlu trafik sigortası, adından da anlaşılacağı gibi yasalar gereği yaptırılması mecburi olan bir sigortadır ve sadece karşı tarafın zararlarını karşılar. Kendi aracınızın zararlarını, kusurlu olmanız durumunda asla karşılamaz. Değer kaybı tazminatı da, eğer siz kazada kusursuzsanız, karşı tarafın zorunlu trafik sigortasından talep edilir.

Öte yandan, isteğe bağlı sigortalar arasında en çok bilinen kasko sigortasıdır. Kasko sigortası, kapsamı dahilinde hem kendi aracınızda hem de bazen üçüncü kişilere verilen zararları karşılar. Temel fark, zorunlu trafik sigortası sadece karşı taraf için devreye girerken, kaskonun ise sizin aracınız ve varsa polisiye eklenen durumlara hitap etmesidir. Kasko sigortasında değer kaybı ödemesi ise ancak poliçenizde bu teminat açıkça yer alıyorsa yapılır. Standart kasko poliçelerinde araç değer kaybı genellikle kapsam dışı bırakılmıştır; ama bazı ek teminatlar ile poliçeye değer kaybı eklettirilebiliyor.

Kısacası; kazada kusurluysanız ve sadece zorunlu trafik sigortanız varsa, değer kaybınız karşılansa bile, bu karşı taraf için geçerli olur. Kasko zorunlu değil, isteğe bağlıdır ve ancak opsiyonel teminatlarla değer kaybını ödeyebilir.

Kasko ve Trafik Sigortasında Değer Kaybı Tazminatı

Kasko ve trafik sigortası aracılığıyla değer kaybı tazminatı almak, aracın hasar sonrası kaybettiği piyasa değerinin karşılanması anlamına gelir. Trafik sigortasında araç değer kaybı tazminatı; kural olarak kazaya sebebiyet veren karşı tarafın zorunlu trafik sigortası üzerinden yapılır ve başvuru doğrudan o sigorta şirketine olur. Değer kaybı almak isteyen kişi kazada tam veya daha çok kusurluysa, zorunlu trafik sigortasından hiçbir şekilde kendi aracının değer kaybı için tazminat alamaz.

Kasko sigortasında ise, kural olarak değer kaybı ödemez. Yani kasko ile hasarınız onarılsa bile aracınızın ikinci el değerinden kaybettiği tutarı talep edemezsiniz. Ancak son yıllarda teminat kapsamı genişletilmiş bazı kasko poliçelerinde değer kaybı ek teminatı sunulabilmektedir. Böyle kaskolarda, kendi kusurunuz olsa dahi değer kaybınızı alabilirsiniz. Ama bunun için poliçenizde “değer kaybı teminatı” olup olmadığını kontrol etmeniz gerekir.

Özetle; genellikle araç değer kaybı tazminatları için öncelikli başvurulacak sigorta, kazaya sebebiyet veren aracın trafik sigortasıdır. Kasko ise sadece poliçede açıkça belirtilmişse değer kaybını karşılar. Her iki sigorta türü için de, başvuru sırasında polis tutanağı, ekspertiz raporu ve diğer belgelerle birlikte iyi bir şekilde hazırlık yapmanız önemlidir. Unutmayın, yanlış veya eksik başvuru sigorta şirketinin reddine yol açabilir.

Hukuki Yardım ve Danışmanlık Süreci

Avukat İle Takibin Önemi

Avukat ile araç değer kaybı sürecini takip etmek, hak kaybı yaşamamak için oldukça önemlidir. Avukatlar, değer kaybı başvurusu sırasında ortaya çıkabilecek eksik belge, yanlış hesaplama ya da sigorta şirketlerinin olası itirazlarına karşı profesyonel destek sunar. Dava aşamasında ise, tecrübeli bir avukat davanın takibi, delillerin toplanması ve bilirkişi raporlarına itiraz konusunda büyük bir avantaj sağlar. Özellikle kazalarda kusur oranı tartışmalıysa veya tazminat tutarı yüksekse, yasal süreçlerin karmaşıklığı nedeniyle hukukçu desteği almak, hakkınızı tam olarak almanızı sağlar.

Sigorta Aracılığı ve Hak Kayıpları

Sigorta şirketleri genelde değer kaybı taleplerinde süreci yönetirken, mağdurun haklarını tam anlamıyla göz önünde bulundurmayabilir. Bu noktada sigorta aracılığı ile yapılan başvurularda istenen belgelerin eksiksiz olmasına dikkat etmek ve taleplerin sigorta mevzuatına uygun şekilde sunulması gerekir. Aksi durumda, sigortadan gelecek olumsuz yanıtlar yüzünden değer kaybı alınamadan dosya kapanabilir. Ayrıca sigorta şirketleri, değer kaybı hesaplamalarında bazen eksik tutar ödeyebilir, bu da hak kaybına yol açar. Sigorta acenteleri veya ekspertiz firmaları ile çalışırken, dosya takibinin dikkatli yürütülmesi, reddedilen taleplerde mutlaka itiraz yolunun kullanılması önemlidir.

Uzman Desteği İle Tazminat Artırımı

Uzman desteği, araç değer kaybı tazminatında alınacak meblağın artmasına büyük katkı sağlar. Bilirkişi, eksper veya değer kaybı danışmanları, araç yaşı, kilometresi, hasar geçmişi gibi detayları doğru analiz ederek gerçekçi bir hesaplama yapar. Özellikle davalı ya da sigorta şirketinin ödedikleri tutarın az olduğunu düşünüyorsanız, profesyonel bir destekle değer kaybı tespiti yaptırabilir ve hak ettiğinizden daha yüksek bir tazminata ulaşabilirsiniz. Uzmanlar sayesinde başvurularda istenen belgeler eksiksiz hazırlanır, ayrıca tahkim sürecinde ya da dava aşamasında güçlü bir delil sunmuş olursunuz. Hak kaybı yaşamamak ve en yüksek tazminatı almak için, bilen kişilerden destek almak her zaman avantajlıdır.

Sık Sorulan Sorular

Değer Kaybı Tazminatında En Fazla Ne Kadar Alınır?

Değer kaybı tazminatında en fazla alınabilecek tutar, aracınızın marka, model, yaşı, kilometresi ve piyasa değeri gibi birçok faktöre bağlı olarak değişir. Ancak yasal olarak üst bir sınır belirlenmemiştir. Tazminat miktarı genellikle hasarın büyüklüğüyle orantılı şekilde ve aracın ikinci el satışındaki değer kaybı gözetilerek hesaplanır. Örneğin, yeni ve düşük kilometreli bir araçta alınabilecek değer kaybı genellikle daha yüksek olur. Ancak alınacak bedel, yapılan onarım masraflarının tamamını değil, yalnızca “değer kaybını” kapsar. Sigorta şirketlerinin farklı hesaplama yöntemleri ve poliçe limitleri de alınacak parayı etkileyebilir.

Değer Kaybı Hesaplamasında En Sık Yapılan Hatalar

Değer kaybı hesaplamasında sık yapılan hataların başında, hasarın onarım bedeli ile değer kaybı miktarının karıştırılması gelir. Birçok araç sahibi, yapılan tamir masrafı kadar para alacağını düşünür. Oysa asıl hesaplanan, aracın ikinci elde yaşayacağı değer kaybıdır. Bir diğer hata ise, aracın yaşı veya yüksek kilometresi nedeniyle değer kaybı hakkının olmadığını sanmaktır. Her araç için bir miktar değer kaybı oluşabilir. Ayrıca, ekspertiz raporlarındaki eksiklikler ve yanlış tramer kayıtları da hesaplamada hatalara yol açabilir. Hasarın tüm parçaları kapsayıp kapsamadığı ve yan sanayi parça kullanım raporlarının dikkate alınmaması diğer yaygın hatalardandır.

Sigorta Eksperleri ve Bilirkişi Raporları Hakkında

Değer kaybı taleplerinde sigorta eksperleri ve bilirkişi raporları çok önemli bir rol oynar. Eksper aracı inceler ve hasarın boyutunu, onarım kalitesini ve ikinci el piyasa değer kaybını tespit eder. Eksper raporları bazen detaydan uzak veya yüzeysel olabiliyor. Bilirkişi raporları ise daha teknik ve kapsamlıdır, özellikle mahkeme ve tahkim süreçlerinde delil niteliği taşır. Eksper ve bilirkişi raporlarında araç özelliklerinin ve hasarın niteliğinin düzgün analiz edilmesi, doğru tazminat miktarının belirlenmesi açısından kritiktir. Şüpheli veya eksik bulduğunuz raporlara karşı itiraz hakkınız mevcuttur.

Değer Kaybı Tazminatı Yoksa Ne Yapılmalı?

Değer kaybı tazminatınız ödenmez ya da başvurunuz reddedilirse, öncelikle sigorta şirketinin kararına itiraz edebilirsiniz. İtirazınız kabul edilmezse, Sigorta Tahkim Komisyonu’na başvuru hakkınız bulunur. Bu işlem oldukça hızlı ve masrafsızdır. Alternatif olarak, mahkeme yoluna da gidebilirsiniz. Dava açmadan önce başvurulan tüm belgeleri ve raporları saklamalısınız. Ayrıca, bir avukattan veya ekspertizden profesyonel destek almak, sürecin lehinize sonuçlanmasını kolaylaştırabilir. Haklıysanız hakkınızı aramaktan çekinmeyin, yasal olarak birçok yolunuz mevcut!

Güncel Yargı Kararları

Güncel yargı kararlarında, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 2024/4378 sayılı ve 20 Şubat 2025 tarihli kararı oldukça dikkat çekicidir. Bu kararda, araç değer kaybı tazminatının temel koşullarına yeniden vurgu yapılmıştır. Özellikle Yargıtay, “Araçta meydana gelen değer kaybı (araç değer kaybı), aracın kazadan önceki hasarsız hali ile onarımdan sonraki hali arasındaki piyasa değeri farkı” olarak net bir tanım kullanmıştır.

Yargıtay, kazada tamamen kusurlu olan araç sahiplerinin değer kaybı talebinde bulunamayacağını açıkça belirtmiştir. Yani %100 kusurlu sürücüler değer kaybı alamaz. Ayrıca, araçta meydana gelen hasarın kesinlikle onarılması gerektiği, ancak değer kaybının hasar miktarıyla orantılı olduğu da vurgulanmıştır.

Bunun dışında son kararlarla birlikte, tramer kaydında aracın yaşı ve kilometresinin de mutlaka göz önünde bulundurulması gerektiği netleşmiştir. Mahkemeler ve Sigorta Tahkim Komisyonu kararlarında da uzman bilirkişi raporlarının önemi ve delil olarak kabulü tekrar tekrar öne çıkıyor.

Örnek olarak, Sakarya Bölge Adliye Mahkemesi 3. Hukuk Dairesi’nin 2024/655 esas ve 2025/650 kararında; trafik kazasında oluşan değer kaybı talebinin, aracın piyasa rayiç bedeli, hasarın niteliği ve aracın kullanım durumu dikkate alınarak hesaplanması gerektiği net bir şekilde ifade edilmiştir.

Hesaplama Örnekleri

Araç değer kaybı hesaplama konusunda 2025 yılı için yaygın formül şu şekildedir:

Baz Değer Kaybı = Aracın Rayiç Değeri x %19

Toplam değer kaybı ise; baz değer kaybı, hasar boyut katsayısı ve aracın kullanılmışlık düzeyi katsayısı ile çarpılarak bulunur:

Toplam Değer Kaybı = Baz Değer Kaybı x Hasar Boyut Katsayısı x Kullanılmışlık Katsayısı

Güncel örneklerle açıklayalım:

  • Eğer aracın piyasa rayiç değeri 100.000 TL, kilometresi 15.000 km ve altı ise ve hasar miktarı 20.001 TL ve üzeri ise;
  • Araç değer kaybı genellikle yaklaşık 15.390 TL olarak hesaplanır.

Bir başka örnek:

  • Hasar miktarı 12.001 TL – 20.000 TL arasıysa, araç değer kaybı yaklaşık 12.825 TL olur.
  • Hasar miktarı 4.001 TL – 12.000 TL arası ise, değer kaybı 8.550 TL civarındadır.
  • 2.001 TL – 4.000 TL arası, yaklaşık 4.275 TL değer kaybı ortaya çıkar.

Kısacası, araç değer kaybı hesaplaması yapılırken; aracın piyasa değeri, hasarın miktarı, aracın kilometresi ve yaşı çok önemli kriterler olarak dikkate alınır. Bu örnekler ışığında davalarda ya da başvurularda talep edilecek miktarın somut şekilde öngörülmesi mümkündür.

Daha fazla detay ve formül örnekleri için bu sayfayı veya bu tabloyu inceleyebilirsiniz.

Sonuç ve Öneriler

Hak Kaybı Yaşamamak İçin İpuçları

Hak kaybı yaşamamak için araç değer kaybı tazminatı süreçlerinde dikkatli ve bilinçli hareket etmek çok önemlidir. Öncelikle, kaza sonrası tüm evraklarınızı eksiksiz olarak saklamalısınız. Polisten veya trafik jandarmasından alınan tutanaklar, fotoğraflar ve ekspertiz raporu gibi belgeler mutlaka elinizde bulunmalı.

Değer kaybı başvurusu yaparken, işlemleri zamanında takip etmek büyük avantaj sağlar. Özellikle, zamanaşımı süresini kaçırmamak için en kısa sürede başvuru yapmak şarttır. Ayrıca, başvurunuzun eksiksiz olduğundan emin olmak, sigorta şirketinden olumsuz yanıt alma riskinizi de azaltır. Yan sanayi parça kullanımı, mini onarımlar ve eski hasarlar gibi durumlara dikkat ederek başvurunuzu buna göre düzenleyin.

Eksik veya hatalı bilgi vermek, değer kaybı tazminatı almanızı zorlaştırabilir. Bu nedenle gerekirse uzmandan ya da bir avukattan destek almanız faydalı olabilir. Özellikle, sigortanın cevabını takip etmeyi ve gerekirse hızlıca itiraz hakkınızı kullanmayı unutmayın.

Hak Arama Yolları

Hak arama yolları açısından, öncelikle sigorta şirketine eksiksiz ve doğru belgelerle başvuru yapmalısınız. Sigorta şirketinden olumsuz cevap alırsanız ya da hiç cevap alamazsanız, Sigorta Tahkim Komisyonu’na başvuru hakkınız var. Bu yol, yargı süreçlerine nazaran daha hızlı sonuçlanabilen bir seçenektir.

Tahkim komisyonundan da olumsuz sonuç aldığınızda veya direkt olarak dava açmak istediğinizde, yetkili mahkemeye başvurabilirsiniz. Yargı önünde hak aramak daha uzun sürebilir ancak bir avukatla çalışmak, süreci hızlandırabilir ve başarı şansınızı artırabilir.

Ayrıca, tüketici mahkemelerinde araç değer kaybı davaları sıklıkla görülmektedir; Tüketici hakem heyeti ise sigorta tahkimine alternatif bir yol olup küçük miktarlı taleplerde değerlendirilebilir.

Unutmayın, sürecin hızlı ilerlemesi ve hak kaybı yaşamamanız için hukuki destek almak önemlidir. Avukatlar, sizin adınıza işlemleri yürütür ve gerek sigorta şirketi gerekse yargı yolunda mağduriyet yaşamamanızı sağlar.

Son olarak, araç değer kaybı haklarınızı sonuna kadar aramaktan çekinmeyin. Tüm belgelerinizi düzenli saklayarak, yasal süreleri geçirmeden başvurunuzu yaparak ve gerektiğinde hukuki destekle hareket ederek kayıpsız bir süreç geçirebilirsiniz.

Destekten Yoksun Kalma Tazminatı Nedir?

Destekten yoksun kalma tazminatı, bir kişinin vefatından sonra, onun sağlığında maddi ve manevi destek olduğu kişilerin artık bu destekten mahrum kalmaları durumunda talep edilen bir tazminattır. Bu tazminat, ölen kişinin desteğinden yoksun kalanların yaşam kalitesini korumayı amaçlar. Genellikle ölenin eşi, çocukları, anne-babası gibi yakınları tarafından talep edilebilir ve tazminat miktarı, ölen kişinin sağladığı ekonomik desteğe bağlı olarak belirlenir.

Tazminat talebi, Türk Borçlar Kanunu‘nun 53. maddesine dayanır. Davanın açılması için ölüme sebep olan bir durumun olması ve ölenin sağladığı desteğin düzenli ve sürekli olması gereklidir. Tazminat davası, ölüme neden olan fiili öğrendikten sonra 2 yıl içinde açılmalıdır. Yargıtay kararları, bu tür davalarda önemli rehber niteliğindedir ve dava sürecinde dikkate alınmalıdır.

Destekten Yoksun Kalma Kavramı

Destekten yoksun kalma tazminatı, bir kişinin ölümü sebebiyle bu kişiden maddi destek alanların yaşadıkları ekonomik zararın karşılanmasını amaçlayan bir tazminat türüdür. Özellikle ölen kişinin sağlığında desteğinden yararlanan aile bireyleri veya yakınlar, vefatla birlikte bu destekten mahrum kalırlar. Yani, ölmeseydi hayatta kendilerine maddi katkı sağlamaya devam edecek kişiden bu katkıyı artık alamayacak olan şahısların ekonomik kaybı gündeme gelir.

Bu tazminat türünde, esas amaç maddi desteği sona eren kişilerin yaşam standartlarındaki kaybı gidermektir. Örneğin, bir baba ailesine bakarken hayatını kaybettiğinde, eşi, çocukları veya bakmakla yükümlü olduğu diğer kişiler geçimini sağlayamayabilir. Bu durumda, destekten yoksun kalma tazminatı, kaybedilen bu maddi desteği telafi etmek için dava yoluyla talep edilebilir.

Ayrıca, destekten yoksun kalma kavramı, yalnızca kan bağına dayalı yakınları kapsamaz. Yasal olarak, ölen kişiden fiilen maddi destek alan herkes (örneğin nişanlısı veya bakmakla yükümlü olduğu bir yakını) bu tazminatı talep edebilir. Destek ilişkisi, illaki gelir paylaşımına ya da maaş ödemesine dayalı olmak zorunda değildir; düzenli veya fiilen yardım yapan herkes için geçerli olabilir.

Yasal Dayanaklar ve Kanun Maddeleri

Destekten yoksun kalma tazminatının temel yasal dayanağı, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 53. maddesidir. Eski Borçlar Kanunu’nda 45 ve 46. maddeler destekten yoksun kalma ile ilgiliyken, güncel kanunda bu haklar daha net bir biçimde açıklanmıştır.

Türk Borçlar Kanunu’nun 53. maddesinde şu şekilde düzenleme yapılmıştır:

“Ölüm halinde, ölenin desteğinden yoksun kalan kişilerin bu nedenle uğradıkları kayıplar, kendilerine tazminat olarak ödenir.”

Ayrıca, iş kazalarına veya trafik kazalarına dayalı destekten yoksun kalma tazminatında da Türk Borçlar Kanunu dışında, İş Kanunu ve Karayolları Trafik Kanunu gibi özel yasalar gündeme gelebilir. Ancak asıl genel hukuksal çerçeve Türk Borçlar Kanunu’yla çizilmiştir.

Bunun yanında, yargı uygulamalarında Yargıtay tarafından verilen kararlar ve içtihatlar, madde hükümlerinin nasıl yorumlanacağı ve uygulanacağına dair önemli bir yol gösterici rol oynamaktadır. Dolayısıyla bir olayda hak sahibi olup olunmadığı veya hangi maddelerin uygulanacağı konusunda mevzuatla birlikte yüksek mahkeme kararları da dikkate alınmalıdır.

Sonuç olarak, destekten yoksun kalma tazminatı hem yasal metinler hem de yargısal uygulamalarla güvence altına alınmıştır ve mağdurun maddi kaybını gidermeyi amaçlar.

Destekten Yoksun Kalma Tazminatı Şartları

Tazminat Talep Edebilecekler

Destekten yoksun kalma tazminatı, bir kişinin ölümünden sonra onun maddi veya manevi desteğinden faydalananların zararını karşılamak için ortaya çıkan bir haktır. Bu tazminatı talep edebilecek kişiler, ölen kişinin yaşarken maddi veya manevi desteğini alanlar ya da ileride bu desteği alması muhtemellerdir. Burada esas olan, aradaki destek ve bakım ilişkisinin ispatıdır.

Kimler Tazminat Alabilir?

Kimler destekten yoksun kalma tazminatı alabilir sorusuna yanıt arandığında, karşımıza geniş bir yelpaze çıkar. En başta eş, çocuk, anne ve baba olmak üzere, ölen kişinin sağlığında maddi veya manevi bakımdan destek verdiği herkes bu tazminat için talepte bulunabilir. Bu kişiler arasında kan bağı olmak şart değildir. Ayrıca, nişanlı, birlikte yaşadığı kişi, evlat edinen ya da evlatlık ilişkisi gibi fiili olarak birbiriyle yaşam sürdüren kişiler de maddi destek gördüklerini ispat edebildikleri sürece tazminat talebinde bulunabilirler.

Eş, Çocuk, Anne, Baba İçin Karine

Eş, çocuk, anne ve baba için kanunda özel bir kolaylık tanınmıştır. Türk Borçlar Kanunu ve Yargıtay içtihatları gereği, ölenin eşi, çocukları, annesi ve babası için otomatik olarak, yani karine yoluyla bir destek ilişkisi kabul edilir. Bu kişilerin destek aldıklarını ayrıca ispat etmelerine gerek yoktur. Özellikle küçük yaştaki çocuklar ve yaşlı ana-baba için destek varsayımı daha güçlüdür.

Akrabalık ve Destek İspat Yükü

Destekten yoksun kalma tazminatı almak isteyen akraba dışında kalan kişiler veya uzak akrabalar ise gerçek bir destek ilişkisini kanıtlamak zorundadır. Yani, ölümden önce aralarında düzenli maddi destek, bakım veya hizmet ilişkisi olduğunu belgelemelidir. Kimi zaman akrabalık bağı olsa dahi, örneğin kardeşler arasında, eğer ölüm anına kadar açık bir destek ilişkisi yoksa ve bu destek ispatlanamıyorsa, tazminat talebi reddedilebilir.

Haksız Fiil ve Nedensellik Bağı

Destekten yoksun kalma tazminatı şartlarından en önemlisi, ölüme sebep olan olayın haksız fiil kapsamında değerlendirilmesidir. Yani, ölüm bir başkasının hukuka aykırı, kusurlu eylemiyle gerçekleşmiş olmalıdır. Aynı zamanda ölüm ile zarar arasında nedensellik bağı (sebep-sonuç ilişkisi) bulunmalıdır. Kısacası, eğer kişi kendi kusuruyla veya doğal ölüm gibi normal bir sebeple hayatını kaybetmişse, destekten yoksun kalma tazminatı talep edilemez. Ayrıca tazminat talebinin dayandığı haksız fiilde failin kusurunun bulunması gerekir ve ölenin ağır kusurlu olması halinde talep hakkı doğmayabilir.

Destek İlişkisinin Türleri

Tazminat hakkının doğması için bazı destek ilişkilerinin varlığı gerekir. Bu ilişkiler gerçek destek ve varsayımsal (farazi) destek olarak ikiye ayrılır.

Gerçek Destek

Gerçek destek, ölenin hayatta iken başkasına fiilen ve düzenli olarak bakması, maddi yardımda bulunmasıdır. Bu, genellikle bir ebeveynin çocuğuna veya bir eşin diğerine sürekli para, hizmet veya bakım sağlaması olarak görülür. Gerçek destek ilişkisi yaşanırken açıkça gözlemlenebilir ve kolaylıkla ispatlanır.

Varsayımsal Destek

Varsayımsal destek, ölüm gerçekleşmeseydi hayatın olağan akışına göre ölenin bir başkasına ileride maddi veya manevi destekte bulunmasının beklenmesidir. Mesela evlenmemiş bir evladın evlenince anne-babasına bakacağı öngörülebilir veya çocuk büyüdüğünde yaşlanan annesine babasına destek olacağı düşünülebilir. Burada somut destek olmasa da, hayatın genel deneyimleri ve ilişkiler göz önüne alınır. Yargıtay, farazi destek durumlarını da kabul etmektedir.

Bakım ve Yardım İlişkisi

Bakım ve yardım ilişkisi, destekten yoksun kalma tazminatının temel şartlarındandır. Sağlığında düzenli olarak bakım veya yardım yapan (maddi veya manevi) herkes için bu tazminat gündeme gelebilir. Destek ilişkisi sadece parasal olmayabilir; evde yaşlıya bakan çocuk, gündelik işlerini üstlenen bir aile bireyi de destek olarak kabul edilebilir. Yeter ki bu yardımlar düzenli ve süreklilik arz etsin. Bakım veya yardım ilişkisi, çoğu zaman tanık beyanı, belge yahut hayatın olağan akışı çerçevesinde mahkeme önünde ispatlanabilir.

Sonuç olarak, destekten yoksun kalma tazminatı şartlarının oluşması için; arada gerçek veya varsayımsal bir destek-bakım ilişkisi olmalı, ölüm bir haksız fiile dayanmalı ve ölenin desteğinden yoksun kalacak kişiler bu zararlarını somut şekilde ortaya koyabilmelidir.

Bağımsız Hak Olarak Tazminat

Bağımsız hak olarak destekten yoksun kalma tazminatı, ölenden miras yoluyla geçen bir hak değildir. Bu tazminat, doğrudan doğruya ölenden destek alan kişinin şahsında doğan ve yalnızca ona ait olan bağımsız bir taleptir. Yani, desteğin ölümüyle zarar gören kişi, zararının tazmini için kendi adına bu hakkı kullanabilir. Tazminat hakkı, ölenin sağlığında başkalarına karşı olan alacak ya da borçlarından da tamamen bağımsızdır. Bu nedenle, destekten yoksun kalma tazminatı isteme hakkı, ölenin mirasçılığı ile veya ölenin borçlarıyla ilişkilendirilmez. Yargıtay da birçok kararında bu tazminatın “kişisel ve bağımsız bir hak” olduğunu açıkça belirtmiştir.

Miras ve Tazminat İlişkisi

Miras ve destekten yoksun kalma tazminatı çoğu zaman birbiriyle karıştırılır. Ancak bu iki kavram hukuken tamamen farklıdır. Destekten yoksun kalma tazminatı, ölenin malvarlığından veya mirasından ayrı bir nitelik taşır; dolayısıyla ölenin mirasçısı olmayan biri de bu tazminatı talep edebilir. Tazminat, ölen kişinin varlığı değil, ona maddi olarak bağlı olan kişilerde, ölüm nedeniyle oluşan zararın karşılanması için verilir. Mirası reddeden veya mirasçılığı olmayan bir kişi dahi, gerçekten ölenin desteğinden mahrum kalmışsa, bu tazminat için dava açma hakkına sahiptir. Yargıtay uygulamasında da destekten yoksun kalma tazminatının, miras hakkı ile bağlantılı olmadığı, tamamen bağımsız ve kişisel bir talep olduğu sürekli vurgulanmaktadır.

Haczedilemezlik Özelliği

Destekten yoksun kalma tazminatının en önemli hukuki özelliklerinden biri de haczedilemez olmasıdır. Yani, ölenin borçlarından veya destekten yoksun kalan kişinin kendi borçlarından dolayı bu tazminata haciz konulamaz. 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’nun 82. maddesi uyarınca, vücut ve sağlık bütünlüğüne zarar verilmesi sonucunda hükmedilen tazminatlar ile ölüm halinde desteğinden yoksun kalanlar için hükmedilen tazminatlar haczedilemeyecek alacaklar arasında sayılmıştır. Yani, destekten yoksun kalma tazminatı destekten yoksun kalan kişinin zarurî ihtiyaçlarına yönelik olduğundan, üçüncü kişilerin alacak taleplerine karşı koruma altındadır. Bu yönüyle tazminat, aile bireylerinin mağduriyetini önlemek ve toplumsal koruma sağlamak amacı taşır.

Özetle; destekten yoksun kalma tazminatı, bağımsız bir hak olup, miras ilişkisine tabi değildir ve haczedilemez özelliği ile kanunen koruma altına alınmıştır.

Yetkili ve Görevli Mahkemeler

Destekten yoksun kalma tazminatında yetkili ve görevli mahkeme, genel olarak Asliye Hukuk Mahkemesidir. Eğer olay iş kazası ile bağlantılı ise, özel olarak İş Mahkemeleri de görevli olabilir. Yetkili mahkeme ise davalının (yani ölümden sorumlu olan kişinin) ikametgahının bulunduğu yer mahkemesi veya haksız fiilin işlendiği yer mahkemesidir. Trafik kazalarından doğan destekten yoksun kalma davalarında da aynı şekilde haksız fiilin (örneğin kazanın gerçekleştiği yer) mahkemesinde dava açılabilir. Uygulamada Asliye Hukuk Mahkemeleri esas alınsa da, olayın özelliklerine göre farklı bir mahkemede dava açılması gerekebilir.

Dava Açma Süresi ve Zamanaşımı

Destekten yoksun kalma tazminatı davası için Türk Borçlar Kanunu madde 72 esas alınır. Burada zamanaşımı süresi, zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten itibaren 2 yıldır. Ancak her halükârda haksız fiilin gerçekleşmesinden itibaren 10 yıl geçtikten sonra dava açılamaz. Ceza gerektiren bir fiil varsa, ceza davası açısından daha uzun bir zamanaşımı süresi uygulanabilir. Bu sürelere dikkat edilmeden geç açılan davalar reddedilir.

Davaya Dahil Olan Kişiler ve İspat

Destekten yoksun kalma tazminatı davasında davacı olabilecek kişiler, vefat edenin bakmakla yükümlü olduğu veya fiilen destek sağladığı kişilerdir. Bu kapsamda en çok eşi, çocukları, anne ve babası dava açar. Ancak ölen kişinin kardeşi, nişanlısı, hatta destek olduğu başka biri dahi (örneğin burs verdiği bir öğrenci) dava açabilir.

Destek ilişkisi karine olarak eş, çocuk, anne ve baba için kabul edilir. Ancak diğer akrabalar ve üçüncü şahıslar için, ölen kişi sağken gerçekten destek veriyorduysa bu durumun ispatı gerekir. İspat; tanık beyanı, maddi yardımı gösteren belgeler ya da düzenli gönderilen paraların dekontları ile yapılabilir. Davaya birden fazla hak sahibi bağımsız olarak katılabilir ve her biri kendi payını talep edebilir. Özetle herkes kendi zararını ve desteği ne şekilde aldığı/almayı beklediğini mahkemeye somut şekilde sunmalıdır.

Not: Davalı ise genellikle ölüme neden olan kişi veya trafik kazalarında ilgili sigorta şirketi olur.

Destekten Yoksun Kalma Tazminatı Hesaplama Yöntemleri

Hesaplama Kriterleri

Destekten yoksun kalma tazminatı hesaplamasında birçok farklı kriter öne çıkar. Hesaplama yapılırken en önemli noktalar; ölen kişinin yaşı, mesleği, gelir durumu, destek alan kişilerin yaşları ve bunların destek ilişkisinin türüdür. Ayrıca paylaştırma oranları, yani desteği alan kişiler arasında gelir nasıl bölünecek, mutlaka dikkate alınır. Tazminata esas gelir “net gelir” üzerinden belirlenir ve gelecekte yaşanacak kayıplar da hesaba katılır. (Kaynak: ysahukuk.com.tr, tazminathukuku.com)

Ölenin Yaşı ve Mesleği

Ölen kişinin yaşı, tazminatın miktarını etkileyen en önemli faktörlerden biridir. Genç yaşta vefat eden bir kişinin destek olabileceği varsayılan süre daha uzundur ve bu da tazminatın artmasına neden olur. Meslek ise gelirin tespiti için gereklidir. Sabit gelirli bir meslekten emekli olan birisinin geçmiş ve gelecekteki kazancı hesaplanırken, serbest meslek sahiplerinde ise gelir tespiti için belge ve tanıklar büyük rol oynar.

Destek Alanların Durumu

Destek alan kişilerin yaşları, eğitim durumu ve evlilik gibi faktörler tazminatın süresini ve miktarını belirler. Örneğin, çocuklar çoğunlukla 18 yaşına, eğitimine devam edenler ise 25 yaşına kadar destekten yararlanmış kabul edilir. Eş için destek görevi, evli olduğu sürece sınırsız devam edebilir. Anne-baba için ise genellikle destekten yoksun kalma tazminatı, ölenin onlara maddi destek sağlayacağı makul öngörülen sürelerde hesaplanır.

Gelir ve Paylaşım Oranları

Gelir bölüşümü, tazminat hesaplamalarında dikkatle yapılır. Genellikle ölen kişinin elde ettiği gelirin %70’i destek olacak kişilere paylaştırılır. Paylar; eş ve çocukların sayısına göre dağıtılır. Mesela; ölenin eşi ve iki çocuğu varsa, toplam pay 6 olarak alınabilir: 2 pay ölene, 2 pay sağ kalan eşe, her bir çocuğa 1 pay şeklinde. (Daha fazla çocuk olduğunda %70’lik dilim aşılmayacak şekilde oran ayarlanır.)

Tazminatın Toplu veya İrat Şeklinde Ödenmesi

Destekten yoksun kalma tazminatı, genel olarak bir defada toplu olarak ödenir. Ancak bazı durumlarda, özellikle mahkeme kararıyla veya tarafların anlaşmasıyla, belirli aralıklarla “irat” yani maaş gibi taksitler halinde de ödenebilir. Toplu ödeme durumunda, gelecek yıllara ait kayıplar bugünkü değere indirgenerek hesap yapılır. İrat şeklinde ödeme ise çok nadir görülür ve çoğunlukla tercih edilmez.

Trafik Kazası ve Sigorta Durumlarında Hesaplama

Trafik kazası kaynaklı destekten yoksun kalma tazminatı hesaplanırken, genellikle aktüeryal yöntemler kullanılır ve sigorta şirketlerinin sorumluluk limiti dikkate alınır. Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası (ZMSS) kapsamında, ölenin yaşı, aylık net geliri, destek alan kişi sayısı gibi faktörlerle tazminat miktarı çıkarılır. Sigorta şirketlerinin 2025 yılı için belirlediği azami ödeme limiti aşıldığında ise üzeri için kusurlu araç sahibi veya sürücüsüne dava açılır.

Hesaplamada Yargıtay’ın Esasları

Yargıtay; destekten yoksun kalma tazminatında, ölenin yaşına, gelirine, destek alanlara göre destek süresine ve paylaşım oranlarına bakılarak, bilimsel ve objektif kriterlerle hesap yapılmasını zorunlu kılar. Yargıtay kararlarında özellikle, gelir tespitinde net ücretin esas alınması, destek süresinin objektif tablolara (PMF-1931 veya CSO-1980 yaşam tabloları gibi) göre belirlenmesi gerektiği vurgulanır. Bir başka önemli esas; murisin (ölenin) malvarlığı değil, gerçek ve muhtemel gelirinin dikkate alınmasıdır. Ayrıca ödemenin toplu yapılması halinde paranın bugünkü değerinin aktüerya bilirkişileri tarafından hesaplanması gerekir.

Sonuç olarak; destekten yoksun kalma tazminatı hesaplamasında birçok faktör ayrıntılı biçimde değerlendirilir ve her dosyanın kendine özel, kişisel şartları mutlaka dikkate alınır. Yargıtay’ın yerleşik uygulamaları ve aktüerya biliminden faydalanılarak hakkaniyete uygun sonuçlar elde edilmeye çalışılır.

Manevi Tazminatın Tanımı

Manevi tazminat, kişilik haklarının ihlali sonucu oluşan manevi zararı ve bu nedenle duyulan derin acı, üzüntü ve psikolojik sarsıntının karşılığı olarak talep edilen tazminattır. Manevi tazminatın amacı, doğrudan maddi bir kaybı gidermekten çok, mağdura veya onun yakınlarına bir nebze de olsa iç huzurunu kazandırmak ve yaşanan manevi zararları hafifletmektir. Özellikle ölüm veya ağır bedensel zarar durumlarında, geride kalan yakınlar için manevi tazminat önemli bir hak olarak ortaya çıkar. Türk Borçlar Kanunu m. 56/2’ye göre, ölüm durumunda ölenin yakınlarına uygun bir manevi tazminat verilmesi mümkündür.

Manevi Tazminatla Maddi Tazminat Arasındaki Fark

Manevi tazminat ile maddi tazminat arasındaki en belirgin fark amaçlarında ve kapsamlarında ortaya çıkar. Manevi tazminat; psikolojik, duygusal ve ruhsal zararın karşılığıdır. Yani manevi tazminat, yaşanan elem, keder, acı ve toplum içindeki onur zedelenmesine karşılık duyulan kaybı telafi etmeye, mağdurun ve yakınlarının huzurunu bir miktar sağlamaya yöneliktir.

Maddi tazminat ise ekonomik gelirin, malvarlığı değerinin ya da somut ve hesaplanabilir kaybın karşılığı olarak ödenir. Örneğin ölümde destekten yoksun kalma tazminatı; ölen kişinin yakınlarının maddi anlamda yaşayacakları kaybı karşılamayı hedefler. Maddi kayıp, belgelerle ve hesaplamalarla somut olarak belirlenebilir. Ancak manevi tazminatta belli bir hesaplama mantığı yoktur, miktarı hakimin takdirine bırakılmıştır. Kısaca; maddi tazminat cebimizi, manevi tazminat ise kalbimizi ilgilendirir denilebilir.

Manevi Tazminata Hak Kazanma

Manevi tazminata hak kazanmak için öncelikle manevi bir zararın varlığı şarttır. Bu zarar, genellikle kişilik haklarının ihlali, ölüm, ağır bedensel zarar, haksız eylem veya özel yaşama, şerefe, bedensel-düşünsel bütünlüğe yönelik saldırı sonucu ortaya çıkar.

Ölüm halinde; ölenin anne, baba, eşi, çocukları gibi birinci derece yakınları genellikle manevi tazminat talep edebilir. Ayrıca haksız şekilde zarara uğrayan kişinin ağır derecede etkilenmiş diğer yakınlarının da manevi tazminat isteyebileceğini Yargıtay kararlarında görmek mümkündür. Bedensel zarar veya ölümde, yakınların yaşadığı ağır üzüntü, acı ve şok dava konusu yapılabilir.

Manevi tazminata hak kazanmak için olay ile zarar arasında illiyet bağı ve zararın gerçekten manevi boyutta oluştuğunun (örneğin ölümün yakında sebep olduğu psikolojik yıkımın) ortaya konması gerekir. Özellikle destekten yoksun kalma durumlarında hem maddi hem manevi tazminat aynı anda talep edilebilir fakat her iki tazminat türü farklı amaçlarla ödenir ve ayrı ayrı değerlendirilir.

Unutmayın, manevi tazminat miktarı her olayın özelliğine ve mağdurun çektiği acıya göre hakim tarafından belirlenir. Maddi kayıplar kadar duygusal kayıplarınız için de hakkınızı arayabilirsiniz.

Sıkça Sorulan Sorular

Resmi Nikahsız Kişiler Tazminat Alabilir mi?

Resmi nikahsız kişiler, özellikle de uzun süre birlikte yaşayıp hayatını paylaşanlar, destekten yoksun kalma tazminatı alabilir mi sorusu çokça merak edilir. Türk Borçlar Kanunu ve Yargıtay içtihatlarına göre, resmi nikah olmadan da fiili evlilik yaşayan kişiler bu tazminatı talep edebilirler. Yani, evli gibi yaşayan ancak resmi nikahı olmayan kişiler, ölen kişinin sağlığında düzenli olarak destek aldığını ispatlarsa tazminat hakkına sahiptir. Yalnızca nikahsız değil, imam nikahlı eşler de aynı şartla bu haktan yararlanabilir. Burada esas şart, aradaki destek ilişkisinin sürekliliğinin ve ekonomik desteğin varlığının kanıtlanabilmesidir. (Kaynaklar: topaktas.av.tr, dergipark.org.tr, tahanci.av.tr)

Kardeşler veya Nişanlılar Tazminat Alabilir mi?

Kardeşler ve nişanlılar, ölen kişiden maddi destek alıyorlarsa destekten yoksun kalma tazminatı talep edebilirler. Bu noktada mahkemeler, kardeş ya da nişanlının ölenle arasında gerçek anlamda bir destek ilişkisi olup olmadığını inceler. Kardeşler arası bakım ve maddi yardımlaşma, ispatlandığı takdirde (örneğin düzenli para yardımı, aynı evde yaşama gibi) tazminat hakkı doğabilir. Aynı şekilde nişanlılar da, birlikte yaşam planı ve maddi dayanışma bulunduğunu somut biçimde gösterirlerse mahkemelerden bu tazminatı alabilirler. Kanunda akrabalık şartı zorunlu tutulmamış olup, önemli olan fiili destek ve bağımlılık ilişkisidir. (kaynaklar: kadimhukuk.com.tr, yasarozturk.av.tr, tahanci.av.tr)

Maaş Bağlatılan Kişiler Tazminat Talep Edebilir mi?

Maaş bağlatılan kişiler, yani ölen kişiden dolayı SGK veya başka bir kurumdan ölüm aylığı ya da yetim/dul maaşı alanlar da destekten yoksun kalma tazminatı davası açabilirler. Yargıtay’ın kararlı uygulamasına göre, sosyal güvenlik kurumlarından bağlanan ölüm aylığı, alınacak tazminattan düşülmez ve bu iki hak birbirinden tamamen bağımsızdır. Yani hem ölüm aylığı hem de tazminat alınabilmektedir. Mahkeme maaşı dikkate almaz, yalnızca ölenin sağlığında sunduğu destek ve destekten yoksun kalan kişinin mağduriyeti esas alınır. (kaynaklar: tazminathukuku.com, minvalhukuk.com, harbiyehukuk.com)

Sigorta Poliçesine Karşı Tazminat Davası

Destekten yoksun kalma tazminatı, trafik veya iş kazası gibi sigorta poliçesi kapsamında olan olaylarda sigorta şirketine karşı da talep edilebilir. Özellikle trafik kazaları sonrası Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası (Zorunlu Trafik Sigortası) veya Kasko şirketlerinden tazminat alınabilir. Bu tür davalar genellikle Asliye Ticaret Mahkemesi’nde açılır. Ayrıca, son yıllarda Sigorta Tahkim Komisyonu da hızlı bir çözüm olarak tercih edilebilmektedir. Mahkemeye başvuruda zamanaşımı süresi sigorta poliçesine göre değişiklik gösterse de, çoğunlukla 2-10 yıl arasıdır. (kaynaklar: minvalhukuk.com, handansayanozgul.av.tr, sigortatahkim.org)

Bu sorular dışında daha teknik veya özel bir durumunuz varsa, bir avukata danışmak her zaman daha sağlıklı olur.

Yargıtay Kararları ve Önemli Uygulamalar

Örnek Yargıtay Kararları

Örnek Yargıtay kararları, destekten yoksun kalma tazminatı davaları için yol gösterici niteliktedir. Son yıllarda verilen Yargıtay kararlarını incelediğimizde, özellikle tazminat miktarının belirlenmesinde, desteğin gerçek mi yoksa farazi (varsayımsal) mi olduğunun, destekten yoksun kalanların somut olarak maddi kayba uğrayıp uğramadıklarının tespitinin büyük önem taşıdığı görülüyor.

2024 yılına ait Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E. 2018/906, K. 2024/104 sayılı kararında, destekten yoksun kalma tazminatında dava konusu edilen meblağın artırılmasında zamanaşımı süresinin geçerli olacağı vurgulanmıştır. Yani, ilk talep edilen tazminat miktarı sonradan arttırılsa bile artan kısmı için zamanaşımı yeniden hesaplanır. Bu durum, açılan davalarda zamanaşımı konusunun özellikle dikkate alınması gerektiğini gösterir.

Bir başka örnekte, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi 2022/14967 Esas, 2024/5247 Kararı’nda ise trafik kazasından kaynaklanan destekten yoksun kalma tazminatı davasında, maddi ve manevi zararın tazmini kabul edilmiş, ancak davacıların hayat standartları ve desteğin niteliği detaylı şekilde değerlendirilmiştir.

Yargıtay 10. Hukuk Dairesi’nin 2024/6054 Esas, 2024/7903 Kararında ise iş kazasından dolayı destekten yoksun kalma tazminatına hükmedilmiş ve tazminatın alma hakkı olanların somut desteğe ihtiyaçları açık bir şekilde incelenmiştir.

Güncel İçtihatlar

Güncel içtihatlar, destekten yoksun kalma tazminatında adaletin sağlanması ve uygulama birliğinin korunması adına çok büyük rol oynamaktadır. 2024 ve 2025 yıllarında yayımlanan kararlarda, Yargıtay’ın çeşitli daireleri tarafından alınan kararlar, eski uygulamaların güncellenmesini sağlamıştır.

Örneğin, 10. Hukuk Dairesi’nin E. 2024/6904, K. 2025/5870 sayılı 14 Nisan 2025 tarihli kararında, destekten yoksun kalma tazminatı hesaplamasında sadece maddi zararın değil manevi unsurların da göz önünde bulundurulabileceği vurgulanmıştır. Ayrıca, tazminat hesabında ölenin geliri, destek alanların sayısı, desteğin süresi ve oranı gibi kriterlerin adil bir şekilde değerlendirilmesi gerektiği ifade edilmiştir.

Yargıtay’ın güncel içtihatları arasında, özellikle resmi nikahsız eşler ve yetişkin kardeşler gibi yakınların da bazı koşullarda tazminata hak kazanabileceği, ancak bu durumun özel olarak ispat edilmesi gerektiği kararlaştırılmıştır. Mahkemeler, Yargıtay kararlarının ışığında tazminat hakkı dava konusu eden kişiyle ölen arasındaki gerçek destek ilişkisini dikkatlice incelemektedir.

Sonuç olarak, Yargıtay’ın verdiği kararlar ve oluşturduğu içtihatlar, destekten yoksun kalma tazminatı konusunda standartları belirleyip, hak sahiplerinin taleplerini daha isabetli ve hızlı şekilde değerlendirme olanağı sunmaktadır. Bu nedenle dava açmayı düşünenlerin son Yargıtay kararlarını yakından takip etmeleri her zaman avantajlıdır.

Destekten Yoksun Kalma Tazminatına İlişkin Pratik Bilgiler

Tazminatın Haczi ve Devri

Destekten yoksun kalma tazminatı, ölen kişinin yakınlarının gelecekteki geçim kaybını telafi etmek için ödenen bir tazminat türüdür. Bu nedenle destekten yoksun kalma tazminatının haczi çoğu durumda mümkün değildir. Türk Hukuku’nda bu tazminat alacağının sosyal ve insani bir amacı bulunduğu kabul edilir. İcra ve İflas Kanunu’nun 82. maddesi gereği, bu tazminatın haczedilemezliği genel bir kuraldır.

Ancak bazı yargı kararlarında, tazminat alacağının kişinin eline geçtikten ve paraya dönüştükten sonra, yani banka hesabına yatırıldıktan sonra haczedilebileceğine karar verilmiştir. Buna rağmen, hâkimler genellikle mağdur yakınlarının bu paraya ilk anda dokunulmasını ve elinden alınmasını uygun bulmazlar. Yargıtay da son yıllarda özellikle maddi tazminatların korunmasını savunmakta, mağdur yakınlarının mağduriyetinin tekrar etmemesi için tazminatın haczedilemeyeceğini vurgulamaktadır.

Tazminatın devri ise, bir başkasına olan borcun ödenmesi için veya mirasçılara tazminat hakkının geçmesi amacıyla yapılabilir. Hayatta olan destekten yoksun kalma tazminatı alacaklısı, bu hakkını bir başkasına devredebilir. Ancak, alacağın devriyle ilgili işlemlerde noter huzurunda yapılan bir devir sözleşmesinin düzenlenmesi gerekmektedir. Eğer tazminat alacaklısı vefat etmişse, bu hak mirasçılara geçer.

Vergisel Durum / Tazminatın Vergilendirilmemesi

Destekten yoksun kalma tazminatı, vergiye tabi olmayan bir gelir olarak düzenlenmiştir. Yani gerek ölen kişinin desteğinden mahrum kalanlara ödenen tazminat, gerekse sigorta şirketleri tarafından ödenen bu tür ödemeler üzerinden herhangi bir gelir vergisi veya başka bir vergi alınmaz.

Bu konu, Gelir Vergisi Kanunu’nun 25. maddesinde açıkça belirtilmiştir. Aynı maddeye göre, ölüm tazminatları, zarar ve ziyan tazminatları, sigorta ve yardım sandıklarınca ödenen tazminatlar vergiye tabi değildir. Bu nedenle destekten yoksun kalma tazminatı alan kişiler, ellerine geçen para için herhangi bir şekilde vergi dairesine bildirim yapmak veya vergi ödemek zorunda değildir.

Bu husus sigorta şirketlerinden gelen ödemeler için de geçerlidir. Zamanaşımı veya faiz nedeniyle alınan ek tutarlar da prensip olarak vergiye tabi tutulmaz. Ancak bazen bankalar veya kurumlar bilgisizlikle vergi kesintisi yapmaya çalışabilir. Böyle bir durumla karşılaşırsanız, konuyu ilgili vergi dairesine veya bir mali müşavir/avukata danışarak hızlıca düzeltebilirsiniz.

Kısacası, destekten yoksun kalma tazminatı hem haksız bir şekilde haczedilemez hem de vergiye tabi tutulamaz. Bu sayede mağdur yakınlarına sağlanan maddi destek maksimum şekilde korunmuş olur.

Sonuç ve Önemli Notlar

Destekten yoksun kalma tazminatı, bir kişinin vefatıyla birlikte geride kalan ve hayatını onun maddi desteği ile sürdüren kişilere önemli bir güvence sunar. Bu tazminat, Türk Borçlar Kanunu ve ilgili mevzuatlardaki düzenlemeler sayesinde hak sahiplerini korumayı amaçlar. Özellikle, haksız fiil veya bir kaza sonucu vefat eden kişinin yakınlarının hak arama yolları ve tazminat alabilme imkanları net şekilde belirlenmiştir.

Destekten yoksun kalma tazminatı, yalnızca hayatını kaybedenin yakınlarına değil, aynı zamanda hukuken destek ilişkisi ispatlanabilen akrabalara ve bazı durumlarda fiilen destek gören diğer kişilere de tanınabilmektedir. Tazminat talepleri için mahkemeye başvurulurken, ispat yükü, dava açma süresi ve hesaplama yöntemleri oldukça önemlidir. Özellikle Yargıtay’ın yerleşik içtihatları ve hesaplamadaki esaslar güncel olarak takip edilmeli, gerekli deliller eksiksiz şekilde sunulmalıdır.

Hak sahiplerinin dikkat etmesi gereken en önemli noktalar şunlardır:

  • Tazminat başvuruları için yasal zamanaşımı süreleri kaçırılmamalıdır.
  • Gerçek destek ve varsayımsal destek arasındaki farklar bilinmeli, başvuru yapılırken durum net bir şekilde ortaya konmalıdır.
  • Tazminat, mirastan farklı olarak bağımsız bir hak niteliğindedir ve haczedilemezlik özelliğine sahiptir. Bu sebeple icra takibine konu edilemez.
  • Mahkeme kararları doğrultusunda alınan maddi tazminatlar vergiden muaftır.
  • Özellikle hem maddi hem manevi tazminat taleplerinde, farklı hak ve koşullar ayrıntılı şekilde irdelenmelidir.

Destekten yoksun kalma tazminatı davası açılmadan önce, sürecin uzman bir avukat eşliğinde yürütülmesi hak kaybı yaşanmaması açısından oldukça önemlidir. Böylece hem kanuni haklar eksiksiz korunur hem de tazminatın en doğru şekilde hesaplanması sağlanır.

Son olarak, her olayın şartları farklı olabileceğinden genel bilgiler yerine somut olayın özellikleri dikkate alınmalı ve güncel mevzuat yönünden değerlendirme yapılmalıdır. Hak sahiplerinin mağduriyet yaşamamak adına bilinçli hareket etmesi ve gerekirse uzman görüşü alması tavsiye edilir.

Tahliye Taahhütnamesi ve Geçerlilik Şartları

Tahliye taahhütnamesi, kiracı tarafından kiralanan mülkün belirtilen bir tarihte boşaltılacağına dair verdiği yazılı bir güvencedir. Bu taahhütname, hem kiracının hem de mülk sahibinin haklarını korumak adına hukuki bir çerçevede gerçekleştirilir. Ülkemizde bu belgeler hukuki süreçlerde sıklıkla gündeme gelir ve geçerliliği net kurallara bağlanmıştır. Bir tahliye taahhütnamesinin geçerli olabilmesi için belirli şartları sağlaması gerekir: Taahhütnamenin yazılı olması, kiracının veya yetkili temsilcisinin serbest iradeyle imzalaması ve belirtilen tahliye tarihinin açıkça ifade edilmesi önemli gereklilikler arasında. Ayrıca, kira sözleşmesi imzalandıktan sonra hukuka uygun şekilde düzenlenmiş olması da gerekir. Tahliye taahhütnamesinin geçerliliği, taraflar arasında potansiyel hukuki anlaşmazlıkların çözümünde kilit rol oynar.

Tahliye Taahhütnamesi Nedir?

Tahliye taahhütnamesinin tanımı

Tahliye taahhütnamesi, kiracının kiraladığı taşınmazı, belirli bir tarihte ve koşulsuz olarak tahliye edeceğini yazılı olarak taahhüt ettiği bir belgedir. Genellikle konut ve işyeri kiralarında karşılaşılan bu belge, kiraya verenin taşınmazını tekrar kullanabilmesini kolaylaştırmak amacıyla düzenlenir. Tahliye taahhütnamesi, kiracı tarafından özgür iradeyle imzalandığında ve yasal şartlara uygun hazırlandığında geçerlilik kazanır. Pratikte en çok, ev sahibi ve kiracı arasında kira sözleşmesi yapıldıktan sonra imzalanan tahliye taahhütnameleriyle karşılaşılır.

Türk Borçlar Kanunu’nda yer alan düzenlemeler

Türk Borçlar Kanunu’nda tahliye taahhütnamesine ilişkin düzenlemeler TBK m.352‘de açıkça yer almaktadır. Kanuna göre kiracı, kiralananın tesliminden sonra, belirli bir tarihte taşınmazı boşaltmayı yazılı olarak üstlenirse, kiraya veren bu taahhüt tarihine dayanarak tahliye davası açabilir veya doğrudan icra takibi başlatabilir. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta, tahliye taahhütnamesinin kira sözleşmesinden sonra ve yazılı şekilde düzenlenmiş olması gerektiğidir. Kanun, kiracının ve taşınmaz sahibinin haklarını koruyacak şekilde, geçerlilik şartlarını da net biçimde ortaya koymaktadır.

Hukuki niteliği ve kapsamı

Tahliye taahhütnamesinin hukuki niteliği, tek taraflı, bağlayıcı bir irade beyanı olmasıdır. Kiracı, belirlenen tarihte hiçbir şart ileri sürmeden taşınmazı boşaltmayı taahhüt eder ve bu taahhüt kiraya veren için tahliye hakkı doğurur. Ancak tahliye taahhütnamesi, sadece konut ve çatılı işyeri kiralarında geçerlidir. Diğer kira türlerinde aynı işleve sahip değildir.

Kapsam olarak bakıldığında tahliye taahhütnamesi, kiracının serbest iradesiyle, koşulsuz ve açık şekilde belirlenmiş bir tahliye tarihini içermelidir. Taahhüdün tek başına verilmesi yeterli olmaz; yasaya uygun olarak, kimi şartların yerine getirilmiş olması gereklidir. Tahliye taahhütnamesi, mahkemede veya icra dairesinde kiraya veren tarafından delil olarak kullanılabilir ve tahliyenin hızlıca sağlanmasında önemli bir araçtır.

Tahliye Taahhütnamesinin Geçerlilik Şartları

Yazılı olma şartı

Tahliye taahhütnamesinin geçerli olması için öncelikle yazılı olması gerekmektedir. Sözlü olarak yapılan veya telefonda söylenen tahliye taahhütleri hukuken geçerli değildir. Yazılı olma şartı, ileride yaşanabilecek anlaşmazlıklarda belgenin delil olarak kullanılabilmesini sağlar. Hem kiracı hem de ev sahipleri için bu madde büyük önem taşır, çünkü mahkemeler ve icra müdürlükleri yalnızca yazılı taahhütnameleri kabul eder.

Kiracı veya yetkili temsilcisi tarafından verilmesi

Tahliye taahhütnamesi mutlaka kiracı tarafından veya kiracının noterden yetki verdiği temsilcisi tarafından imzalanmalıdır. Başka bir kişinin imzaladığı taahhütname geçersiz sayılabilir. Eğer kiracı bir şirketse, şirketin temsil ve ilzama yetkili kişisinin imzası aranır. Yetkisiz bir kişinin düzenlediği tahliye taahhütnamesi, mal sahibi açısından herhangi bir hak doğurmaz.

Tahliye tarihinin açıkça belirtilmesi

Tahliye taahhütnamesinde tahliye tarihi mutlaka açık ve kesin biçimde yer almalıdır. Yani “ileride çıkacağım”, “kira bitiminde çıkacağım” gibi genel veya belirsiz ifadeler geçerli değildir. Örneğin; “01.06.2025 tarihinde taşınmazı boşaltacağım” gibi net bir tarih verilmelidir. Tarih belirtilmeyen ve belirsiz olan tahliye taahhütnameleri geçersiz kabul edilir.

Kira sözleşmesinden sonra düzenlenmiş olması

Geçerli bir tahliye taahhütnamesi, kira sözleşmesinin imzalanmasından sonra düzenlenmelidir. Kira sözleşmesinden önce veya aynı anda alınan taahhütnameler, kiracı üzerinde baskı kurulduğu gerekçesiyle Türk Borçlar Kanunu gereği geçerli kabul edilmez. Kira sözleşmesinin ardından, tarafların serbest iradesiyle alınan tahliye taahhütnameleri geçerli olur.

Koşulsuz ve şartsız verilmiş olması

Tahliye taahhütnamesi koşulsuz ve şartsız şekilde verilmeli, herhangi bir koşula bağlanmamalıdır. Yani belgeye, “ev sahibi evi satarsa çıkacağım”, “yeni bir ev bulursam taşınacağım” gibi şartlar konulmamalıdır. Her türlü şart içeren taahhütnameler geçersiz sayılır. Bu durum uygulamada sık karşılaşılan bir geçersizlik sebebidir.

Serbest irade ile imzalanması

Tahliye taahhütnamesinin serbest irade ile imzalanması gerekir. Kiracı zorla, baskı altında veya tehdit ile bu belgeyi imzalamışsa, taahhüt geçersiz olur. Kiracı, taahhüdü imzaladığı sırada iradesinin sakatlanmış olduğunu mahkemede ispat ederse, tahliye hükümsüz kalır. Bu nedenle ev sahibi ve emlakçılar, kiracının üzerinde baskı oluşturmamaya dikkat etmelidirler.

Birden fazla kiracı olması durumunda tüm kiracıların imzası

Eğer kiracı birden fazlaysa, tüm kiracıların ayrı ayrı tahliye taahhütnamesi imzalaması gerekir. Sadece bir kiracının verdiği taahhüt, diğer kiracılar açısından bağlayıcı değildir. Kısacası, tahliye için adı tüm kiracı listesinde bulunan her bireyden imza şarttır. Aksi durumda tahliye işlemi yerine getirilemez.

Yalnızca konut ve çatılı işyerleri için geçerlilik

Tahliye taahhütnamesi, yalnızca Türk Borçlar Kanunu’na tabi konut ve çatılı işyeri kiralarında geçerlidir. Arsa, tarla veya açık alan gibi farklı kira türlerinde tahliye taahhütnamesi hükümleri uygulanmaz. Bu tür taşınmazlarda tahliye için Borçlar Kanunu’nda özel bir düzenleme bulunmamaktadır. Yani, tahliye taahhütnamesiyle korunan taşınmazlar; konutlar ve çatılı işyerleridir.

Tüm bu geçerlilik şartlarına dikkat edilmeden hazırlanan tahliye taahhütnameleri, ileride hem ev sahibi hem de kiracı açısından büyük hukuki sorunlara sebep olabilir. Bu yüzden hazırlık ve imza aşamalarında özenli olmak büyük yarar sağlar.

Tahliye Taahhütnamesinin Hazırlanması ve İçeriği

Tahliye taahhütnamesinde bulunması gereken unsurlar

Tahliye taahhütnamesinde bulunması gereken unsurlar, belgenin geçerli olması ve ileride sorun çıkmaması için oldukça önemlidir. Tahliye taahhütnamesi mutlaka kiracı tarafından, açıkça ve anlaşılır bir şekilde düzenlenmelidir. Taahhütnamede, kiracının kimlik bilgileri, kiralanan taşınmazın açık adresi, kira sözleşmesinin tarihi, tahliye edileceği açık tarih, kiracının imzası ve tercihen kiraya verenin bilgileri yer almalıdır.

Yine kiracı birden fazla ise, her kiracının imzası da alınmalıdır. Belgede herhangi bir şarta, ek koşula veya belirsizliğe yer verilmemelidir; düzenlenen metin şartsız ve koşulsuz olmalıdır. Bu maddeler taşınmaz sahibinin hak kaybı yaşamaması ve kiracının mağdur olmaması için gereklidir.

Noter onayı gerekliliği ve önerisi

Tahliye taahhütnamesi hazırlanırken noter onayı yasalarca zorunlu değildir, fakat noter onaylı bir taahhütnamenin geçerliliği ispat açısından çok daha güçlüdür. Noter huzurunda imzalanan belgeler, imza inkârına karşı da güvence sağlar. Taraflar arasında ileride çıkabilecek uyuşmazlıkların önüne geçmek, belgeyi tartışmasız hale getirmek için noter onayı şiddetle önerilir.

Ayrıca noterlikte imzalandığına dair kayıt oluşacağından, taahhütnamenin ne zaman ve kim tarafından imzalandığı çok net biçimde belgelenir. Eğer noter onayı yaptırılamıyorsa, en azından kiracı tarafından el yazısıyla yazılıp imzalanması, imza ve tarih unsurunun eksiksiz olması gerekir.

Tahliye taahhütnamesi örneği hazırlanırken dikkat edilmesi gerekenler

Tahliye taahhütnamesi örneği hazırlanırken dikkat edilmesi gerekenler, metnin her açıdan hukuka uygun olmasını sağlar. Öncelikle metin, hazır bir boş taslak üzerinden değil, her kira ilişkisine özel hazırlanmalıdır. Kira sözleşmesinden sonra ve serbest iradeyle imzalanmış olmasına özellikle dikkat edilmelidir.

Belgede belirtilen tahliye tarihi tek ve kesin olmalı; “6 ay sonra” veya “verilecek bildirimle” gibi muğlak ibareler kesinlikle bulunmamalıdır. Ayrıca, adresin tam ve doğru yazıldığı, kiracı imzalarının yer aldığı kontrol edilmelidir. Şüpheli ya da eksik bilgi halinde noter veya uzman bir avukat desteği almak büyük yarar sağlayacaktır.

En yaygın hatalardan biri, tahliye taahhütnamesinin kira sözleşmesiyle aynı gün veya önceki bir tarihle düzenlenmesidir. Bu durum belgeyi hukuken geçersiz hale getirir. Aynı şekilde, boş bir taahhütnameye sonradan bilgiler eklenmesi de hukuken sakıncalıdır ve mahkemelerde geçersiz sayılmasına yol açabilir.

Sonuçta; tahliye taahhütnamesinin açık, anlaşılır, eksiksiz ve mümkünse noter onaylı hazırlanması, ileride oluşacak sorunların önüne geçilmesine yardımcı olur.

Tahliye Taahhütnamesine Dayalı Tahliye Süreci

Tahliye sürecinin nasıl işletildiği

Tahliye taahhütnamesine dayalı tahliye süreci, kiraya verenin kiracının evi tahliye etmesini daha hızlı ve yasal olarak kolaylaştırmak için başvurduğu bir yoldur. Eğer düzenlenmiş ve geçerli bir tahliye taahhütnamesi varsa, ev sahibi iki hukuki yoldan biriyle sonuca ulaşabilir: icra takibi yoluyla tahliye veya dava yoluyla tahliye. Yani kiracı, söz verdiği tarihte evden çıkmazsa, ev sahibi doğrudan tahliye işlemini başlatabilir. Bu süreç, hem ev sahibi hem de kiracı için bazı yasal süreleri ve hakları beraberinde getirir. Özellikle kiracının savunma hakkı olduğu unutulmamalı, yazılı ve geçerli bir taahhüt yoksa mahkemeler kiracı lehine karar verebilir.

İcra takibi yoluyla tahliye

Tahliye taahhütnamesine dayanarak ev sahibinin başvurduğu en pratik yol genellikle icra takibi yoluyla tahliyedir. Çünkü bu yöntem, mahkeme sürecine göre daha kısa sürede sonuçlanabilir. İcra takibi başlatıldığında ilgili icra müdürlüğüne gidilir ve tahliye taahhütnamesi sunularak işlem başlatılır. Ev sahibi, kira sözleşmesi ve taahhütnameyi ekleyerek icra müdürlüğüne tahliye talebiyle başvurur ve işlemi resmi olarak başlatır.

İcra takibi başlatılmasının aşamaları

  1. İcra müdürlüğüne başvuru: Ev sahibi, kiracının tahliyeyi kabul etmemesi halinde bulunduğu yerdeki icra müdürlüğüne giderek talebini sunar.
  2. Tahliye talebinin sunulması: Tahliye taahhütnamesi ve kimlik bilgileriyle birlikte tahliye talebi yapılır.
  3. Örnek 13 ödeme emri gönderimi: İcra müdürlüğü, Örnek 13 olarak bilinen “tahliyeye ilişkin ödeme emrini” düzenler ve kiracıya tebliğ eder.
  4. Tebligat sonrası süre: Kiracıya 7 günlük süre tanınır. Bu sürede kiracı isterse taahhütnamenin geçersizliği konusunda itiraz edebilir veya tahliye işlemini kabul ederek evi boşaltır.
  5. Kiracının tahliyesi: İtiraz olmazsa veya mahkeme ev sahibini haklı bulursa, kiracıya tahliye işlemi uygulanır.

İtiraz ve yasal süreler (7 gün)

Kiracı, kendisine gönderilen Örnek 13 ödeme emrinden sonra 7 gün içinde itiraz etmezse veya taahhütnamenin geçersizliği konusunda herhangi bir başvuruda bulunmazsa, tahliye işlemi kesinleşir. Ancak kiracı, bu süre içinde itiraz edebilir. İtiraz, genellikle taahhütnamenin geçersiz olması, zorla imzalatılması veya eksik bilgi içermesi sebeplerine dayanabilir. İtiraz edilirse, konu mahkemeye taşınır ve süreç biraz daha uzar. Kiracı süresinde itiraz etmezse icra müdürlüğü tarafından tahliye işlemi başlatılır.

Dava yoluyla tahliye

Eğer kiracı, kendisine gönderilen bildirime rağmen evi tahliye etmez ve icra yoluyla çözüm alınamazsa, bir diğer yol dava açmaktır. Kiraya veren, taahhütnamedeki tarihten sonra 1 ay içinde ilgili mahkemede tahliye davası açabilir. Bu dava, normal tahliye davalarına göre daha kısa sürede sonuçlanabilir çünkü ortada yazılı bir taahhütname vardır.

Tahliye davası açma süresi (1 ay)

Tahliye taahhütnamesine dayanarak dava açmak isteyen ev sahibinin, taahhüt edilen tahliye tarihinin bitiminden itibaren 1 ay içinde mahkemeye başvurması şarttır. Bu süre aşılırsa, taahhütname geçersiz kalabilir ve dava hakkı kaybedilebilir.

Yetkili mahkeme

Tahliye davası için sulh hukuk mahkemeleri görevlidir. Dava, taşınmazın bulunduğu yerdeki sulh hukuk mahkemesine açılır. Başka bir yerdeki mahkemeye başvurmak, yetkisizlikten davanın reddiyle sonuçlanabileceğinden, mutlaka doğru yer seçilmelidir.

Dava sürecinde dikkat edilmesi gerekenler

Dava sürecinde en önemli nokta, tahliye taahhütnamesinin usulüne uygun ve geçerli şekilde düzenlenmiş olmasıdır. Eksik, yanlış veya koşullu hazırlanmış taahhütnameler mahkemece geçersiz sayılabilir. Ayrıca, kiracı mahkemede taahhüdünü iradesi dışında imzaladığını ya da zorlandığını iddia edebilir. Böyle bir durumda mahkeme tarafların beyanlarını dinler ve öne sürülen kanıtları değerlendirir. Dava sırasında, kiracının haklarının korunmasına da dikkat edilir, ancak geçerli taahhütname varsa genellikle tahliye yönünde karar verilir.

Sonuç olarak, tahliye taahhütnamesine dayalı olarak icra yoluyla ya da dava yoluyla tahliye işlemi başlatılırken, belirtilen yasal süreler ve evrakların tamlığı çok önemlidir. Her iki yöntemde de kiracının yasal haklarını kullanabilmesi için dosyasını ve itirazlarını süresinde yapması gereklidir.

Tahliye Taahhütnamesinin Geçersiz Sayılacağı Durumlar

Kira sözleşmesinden önce veya aynı anda yapılan taahhütler

Kira sözleşmesinden önce veya aynı anda verilen tahliye taahhütnamesi, Türk Borçlar Kanunu’na göre geçersiz kabul edilir. Çünkü kanun, tahliye taahhütnamesinin mutlaka kira sözleşmesinin imzalanmasından sonra ve bağımsız bir şekilde alınmasını şart koşar. Bu sayede kiracının, kira ilişkisine henüz girmeden önce bir baskı altında olmadan karar vermesi sağlanır. Eğer tahliye taahhütnamesi, kira kontratı ile aynı tarihte düzenlenmişse veya kira ilişkisinden önce imzalatıldıysa, kiracı bu belgeye dayalı olarak tahliye edilemez.

İrade sakatlığı ve zorla/imza alınması

Tahliye taahhütnamesinin geçerli olabilmesi için kiracının serbest iradesiyle imzalanmış olması gerekir. Eğer kiracıya baskı uygulanarak, tehdit edilerek, aldatılarak veya kandırılarak tahliye taahhütnamesi imzalatılırsa, bu durumda taahhüt geçersiz olur. İrade sakatlığına, yani kişinin özgür iradesinin ortadan kaldırılmasına neden olan her türlü durum, tahliye taahhütnamesinin iptaline yol açabilir. Kiracı, böyle bir durum olduğunu mahkemede ispatladığında, tahliye taahhütnamesi hukuken geçersiz sayılır.

Belirsiz, eksik veya hatalı şartlar içermesi

Tahliye taahhütnamesinin hukuken geçerli olması için belgenin tüm şartlarının açık, eksiksiz ve doğru şekilde belirtilmiş olması gerekir. Özellikle tahliye tarihi belirsiz ise, kira adresi ve taraflar yanlış yazılmışsa ya da belge üzerinde önemli bilgiler eksikse, bu tür taahhütnameler mahkemelerce geçersiz kabul edilir. Ayrıca, üzerinde silinti, kazıntı veya tahrifat var ise, belgede net ifadeler kullanılmamışsa, tahliye taahhüdü geçerliliğini kaybeder.

Aile konutu ile ilgili özel durumlar

Eğer kiralanan taşınmaz bir aile konutu ise, tahliye taahhütnamesinin geçerli olabilmesi için eşin de onayı gereklidir. Yani aile konutu olarak kullanılan bir evde sadece eşlerden birinin verdiği tahliye taahhütnamesi, diğer eşin açık rızası olmadan geçerli sayılmaz. Türk Medeni Kanunu’na göre, aile konutu ile ilgili alınacak kararlar eşlerin ortak rızasıyla gerçekleşmelidir. Bu kural, aile içi huzurun ve barışın korunması için konulmuştur. Eşlerden birinin haberi olmadan ya da onayı alınmadan verilen taahhütle tahliye işlemi başlatılamaz.

Tahliye Taahhütnamesine İtiraz ve İptal Süreci

Kiracı tarafından yapılan itirazlar ve gerekçeleri

Kiracı tarafından tahliye taahhütnamesine itiraz edilebilir. Özellikle kiracı tahliye taahhütnamesine imza atarken baskı altında kaldıysa, aldatıldıysa veya iradesi sakatlanmışsa bu tür durumlarda itiraz hakkı doğar. En sık karşılaşılan itiraz gerekçeleri arasında “imzanın baskı altında atılması”, “boş kağıda imza atılması ve daha sonra doldurulması”, “sözleşmenin geçersiz bir tarihte hazırlanması” gibi nedenler yer alır. Ayrıca taahhütnamenin kira sözleşmesiyle aynı gün veya öncesinde düzenlenmiş olması da geçersizlik gerekçesi olarak öne sürülebilir. Kiracı, icra takibi başlatıldığında yasal süresi içinde (7 gün) ilgili icra müdürlüğüne itiraz ederek işlemi durdurabilir veya dava açıldığında mahkemede bu nedenlere dayanabilir.

Tahliye taahhütnamesinin iptal şartları ve prosedürü

Tahliye taahhütnamesinin iptali için belirli şartlar gereklidir. Öncelikle, taahhüdün serbest iradeyle ve baskı olmaksızın imzalanmadığı ispatlanmalıdır. İptal talep eden kiracı, taahhüdün hukuka aykırı koşullarda imzalandığını veya taahhüdün şekil şartlarının eksik olduğunu (örneğin, tarih eksikliği ya da taahhütnamenin kira sözleşmesinden önce/aynı gün hazırlanması) iddia edebilir. Tahliye taahhütnamesinin iptali için genellikle mahkemeye başvurmak gerekir. Mahkemede iptal talebi dilekçeyle sunulur ve itiraz gerekçeleri açıkça belirtilir. Ayrıca, icra takibine yapılan itiraz üzerine alacaklı mal sahibi, tahliye davası açarak geçersizlik iddialarının değerlendirilmesini sağlayabilir.

Mahkeme önünde ispat yükü

Mahkeme önünde ispat yükü genellikle taahhütnamenin geçersizliğini iddia eden kiracıya aittir. Kiracı, irade sakatlığı (örneğin tehdit, hile, zorlama), şartların eksikliği, taahhütnamenin geçersiz tarihte düzenlendiği veya hükümlerin belirsiz olduğu gibi iddialarını somut delillerle ortaya koymak zorundadır. Mahkeme, tarafların beyanlarını ve sunulan delilleri (örneğin, tanık ifadeleri, uzman raporları, noter kayıtları gibi) değerlendirerek karar verir. Eğer kiracı iddiasını ispatlayamazsa, taahhüt genellikle geçerli kabul edilir ve tahliye işlemi uygulanır. Bu nedenle mahkeme sürecinde belge ve delil sunmak son derece önemlidir.

Arabuluculuk ve Tahliye

Arabuluculuk şartı ve sürecin işleyişi

Arabuluculuk şartı, tahliye davalarında son yıllarda oldukça önemli bir hale geldi. Özellikle 1 Eylül 2023’ten itibaren, konut ve çatılı işyeri kira ilişkilerinden kaynaklanan tahliye ve alacak davalarında arabuluculuk zorunlu hale gelmiştir. Yani ev sahibi veya kiracı doğrudan mahkemeye başvuramadan önce arabuluculuk yolunu denemek zorundadır.

Arabuluculuk sürecinin işleyişi ise oldukça basittir. Kiracı ya da ev sahibi, arabulucuya başvuru yaptıktan sonra taraflara arabulucu tarafından ulaşılır ve bir toplantı tarihi belirlenir. Toplantıda, taraflar arasında uzlaşma sağlanırsa bu uzlaşma tutanağa dökülür. Tutanağın mahkeme kararı gibi bağlayıcılığı vardır. Anlaşma sağlanamazsa, arabulucu tarafından “anlaşamama tutanağı” düzenlenir ve taraflar artık mahkemeye başvurabilir.

Arabuluculuk süreci hem zamandan hem de masraflardan tasarruf sağlar. Taraflar kendi istekleriyle bir çözüm bulmanın avantajını yaşayabilirler. Ancak anlaşma olmazsa, dava yoluna gidileceği için arabuluculuk aşamasının eksiksiz ve doğru yürütülmesi önemlidir.

Arabuluculuğun dava şartı olması

Arabuluculuğun dava şartı olması, tahliye davalarında artık önemli bir prosedürdür. Yukarıda belirtildiği gibi, konut veya çatılı işyeri tahliyesine ilişkin davalarda öncelikle arabuluculuğa başvurmak zorunludur. Eğer bu zorunluluk yerine getirilmezse, mahkemede açılan davalar usulden reddedilir.

Bu nedenle, tahliye taahhütnamesine dayanarak dava açacak olan ev sahipleri veya kiracılar, ilk olarak arabulucuya başvurmalı ve arabuluculuk sürecini tamamlamalıdır. Arabuluculuğa başvurulduktan sonra, anlaşma sağlanmazsa ve bu durum resmi tutanakla belgelenirse ancak o zaman mahkemede dava açılabilir.

Kısacası, arabuluculuk başvurusu ve süreci, mahkemeye giden yolun vazgeçilmez ilk adımıdır. Gerek ev sahibi gerekse kiracılar için bu konuda yasal değişikliklerin yakından takip edilmesi çok önemlidir. Tahliye işlemlerinde herhangi bir hak kaybı yaşanmaması için arabuluculuk şartının mutlaka yerine getirilmesi gerekir.

Sık Sorulan Sorular ve Özel Durumlar

Kiracı tahliye taahhütnamesi imzalamak zorunda mı?

Kiracı tahliye taahhütnamesi imzalamak zorunda değildir. Bu, tamamen kiracının kendi iradesine bağlı bir işlemdir. Hukuken, hiç kimseye zorla tahliye taahhütnamesi imzalatılamaz. Ancak bazı ev sahipleri, kira sözleşmesinin yapılması sırasında bu belgeyi şart koşabilmektedir. Bu gibi durumlarda kiracı isterse kabul eder, istemezse imzalamaz. Kiracı imzalamazsa da, eve girme veya sözleşme imzalama hakkından feragat etmiş sayılmaz. Özetle; kiracı için tahliye taahhütnamesi zorunlu bir belge değildir, yasal bir mecburiyet yoktur.

Tahliye taahhütnamesi ile tahliye işlemi ne kadar sürer?

Tahliye taahhütnamesine dayalı tahliye işlemi, çoğu zaman mahkemeye gitmeden, icra takibi başlatılarak yapılabilmektedir. Sürecin hızına etki eden en önemli unsur, kiracının tahliye emrine itiraz edip etmemesidir. İtiraz etmezse, tebligattan sonra genellikle yaklaşık 15 gün ila 1 ay içinde tahliye süreci tamamlanır. Ancak kiracı sürece itiraz ederse veya mahkeme devreye girerse, bu süreç 6-8 ay gibi bir zamana da yayılabilir. Yani tahliye taahhütnamesi, diğer tahliye gerekçelerine göre çok daha kısa sürede çözüm alınmasını sağlar. Fakat durumun detayları ve adli sürecin yoğunluğu bu süreyi değiştirebilir.

Noterden alınan tahliye taahhütnamesi kaç yıl geçerli?

Noterden alınan tahliye taahhütnamesinin geçerlilik süresi kanunda doğrudan belirlenmemiştir. Fakat uygulamada, taahhütnamede yazılı tahliye tarihi çok önemlidir. Kiraya veren, tahliye taahhütnamesinde yazılı olan tahliye tarihinden itibaren 1 ay içinde icra takibi veya dava açmazsa bu hakkını kaybeder. Taahhütnamede belirtilen tahliye tarihi, belgenin fiili geçerlilik süresini de belirler. Özetle; noterden alınan bir tahliye taahhütnamesi, kira süresi boyunca ve belirlenen tahliye tarihine kadar geçerliliğini korur. Uygulamada ise genellikle bu süre 1 ila 5 yıl arasında değişmektedir. Ancak önemli olan, tahliye tarihinden sonra 1 ay içinde yasal işlem yapılmasıdır.

Boş tahliye taahhütnamesi imzalanmasının sonuçları

Boş tahliye taahhütnamesi imzalanması, yani tarih ve yer gibi önemli alanları doldurmadan imza atılması kiracı açısından ciddi riskler taşır. Çünkü yasal olarak boş bir tahliye taahhütnamesi de geçerli kabul edilebilir ve ev sahibi sonradan tarihi doldurup, bu belgeye dayanarak tahliye talep edebilir. Yargıtay’ın yerleşik kararlarına göre, boş kağıda imza atan kişi, sonradan doldurulacak bilgi ve yükümlülüklerden de sorumlu olur. Eğer kiracı, tahliye taahhütnamesinin sonradan doldurulduğunu iddia ediyorsa, bunu yazılı belgelerle ispatlamak zorundadır. Bu sebeple kesinlikle boş tahliye taahhütnamesi imzalanmamalı, tüm ayrıntılar (tarih, yer, taraf bilgileri) doldurulduktan sonra belgeye imza atılmalıdır. Aksi halde, kiracı istemediği bir tarihte dahi evi tahliye etmek zorunda kalabilir.

Tahliye Taahhütnamesinin Sonuçları ve Hukuki Etkileri

Tahliye kararının uygulanması

Tahliye taahhütnamesi sonucu, mahkeme veya icra takibiyle verilen tahliye kararı, doğrudan uygulamaya konur. Tahliye taahhüdü geçerli ve usulüne uygun şekilde verilmişse, kiraya verenin başvurusu üzerine sulh hukuk mahkemesi veya icra müdürlüğü, tahliye işlemini başlatır. Mahkeme veya icra müdürlüğü tarafından verilen tahliye kararına uymayan kiracı, polis marifetiyle çıkarılabilir. Tahliye sürecinin sonunda kiralanan taşınmaz, kiraya verene teslim edilir.

Kiracı, belirlenen süre içinde taşınmazı boşaltmazsa, icra müdürlüğü veya mahkeme kararına dayanarak zorla tahliye sağlanır. Bu noktada verilen tahliye kararının uygulanması, devletin resmi organlarının desteğiyle gerçekleştirilir. Tahliye işlemi sırasında hem kiracı hem kiraya veren tarafın hakları korunmaya çalışılır.

Dava ve icra takibi masrafları

Tahliye taahhütnamesine dayalı olarak başlatılan dava ya da icra takibi süreci, çeşitli masrafları beraberinde getirir. Dava açma harcı, icra takip harcı, tebligat masrafları, bilirkişi ücretleri ve çeşitli kalemlerde ödenen yargılama giderleri, tahliye işlemi için ödenmesi gereken tutarlardır. Bu masraflar ilk aşamada genellikle davacı tarafından karşılanır. Ancak mahkeme kararı ile haksız çıkan taraf, karşı tarafın yargılama giderlerini ve masraflarını ödemekle yükümlü olur.

Eğer tahliye icra yolu ile yapılırsa, icra takibi açmak için belirli tutarda peşin harç ve dosya masrafı ödenir. Ayrıca icra işlemi sırasında yapılacak tebligatlar ve zorla tahliye için gerekirse ek ödemeler talep edilir. Tüm bu masrafların dökümü, icra ve hukuk mahkemeleri tarafından belirlenir ve tahsil edilir.

Avukat ücretleri ve diğer maliyetler

Tahliye taahhütnamesinin uygulanmasında avukat desteği almak zorunlu olmasa da, işlemlerin doğru ilerlemesi açısından çoğu zaman faydalıdır. Avukat aracılığı ile işlem yapılırsa, dava veya icra takibi için avukatlık ücreti ödenir. Türkiye Barolar Birliği’nin her yıl güncellediği asgari ücret tarifesi kapsamında belirlenen ücretler uygulanır. Taraflar, aralarındaki vekalet sözleşmesine göre daha farklı bir ücrette de anlaşabilirler.

Ayrıca, noter ücreti, dosyalama bedelleri, gerekirse taşınmazın tahliyesi esnasında zabıta veya polis refakati masrafları gibi ek maliyetler de oluşabilir. Tüm bu maliyetler tarafların anlaşmasına veya mahkeme kararına göre belirli bir tarafa yüklenebilir. Özellikle masrafların artırılmaması ve sürecin hızlı tamamlanabilmesi için işlemlerin baştan doğru ve usulüne uygun yapılması büyük önem taşır.

Örnek Tahliye Taahhütnamesi Metni

Geçerlilik şartlarına uygun örnek metin

Geçerli bir tahliye taahhütnamesi hazırlamak, kira ilişkileri açısından büyük önem taşır. Tahliye taahhütnamesinin hukuki açıdan geçerli olabilmesi için bazı unsurların eksiksiz yer alması gerekir. Bu nedenle örnek bir tahliye taahhütnamesi metni hazırlanırken şu hususlara özen gösterilmelidir: Yazılı olması, tahliye tarihinin açıkça belirtilmesi, kira sözleşmesinden sonra imzalanması, koşulsuz ve şartsız düzenlenmesi, kiracının serbest iradesiyle imzalanmış olması ve kiracının (veya varsa diğer kiracıların) kendi el yazısıyla imzalaması gereklidir.

Tahliye taahhütnamesi örnek metni aşağıdaki gibi olabilir:


TAHLİYE TAAHHÜTNAMESİ

Ben, …………………………………….. adresinde kiracı olarak oturmakta olduğum, maliki …………………………………….. olan taşınmazı, hiçbir hak ve menfaat talebinde bulunmaksızın, tamamen kendi hür irademle ve herhangi bir zorlama olmaksızın, ………………………………….. tarihine kadar boş ve sağlam şekilde tahliye edeceğimi, aksi takdirde taşınmaz sahibinin veya yetkili vekilinin başvurusu üzerine mahkeme kararı ya da icra yoluyla boşaltılması işlemlerini tüm yasal sonuçları ile birlikte kabul edeceğimi taahhüt ederim.

İşbu taahhütname, ………………………………. tarihli kira sözleşmesinden sonra, bugün, yani ……………………….. tarihinde tarafımca serbest irademle imzalanmıştır.

Kiracının adı soyadı :
TC Kimlik Numarası :
Kira konusu taşınmaz adresi:

Tarih :
İmza :


Geçerli bir tahliye taahhütnamesi metninde yukarıda yer alan bilgilerin eksiksiz bulunmasına dikkat edilmelidir. Özellikle tahliye tarihi, kiracı bilgileri ve kira sözleşmesinin ardından imzalandığına dair ibareler muhakkak metinde yer almalıdır. Taahhütname üzerinde herhangi bir koşul, şerh veya ek şart bulunmamalı; metin sade olmalı ve tarafların özgür iradesini yansıtmalıdır.

Noterden onay alınması zorunlu olmasa da, belgeyi daha güçlü hale getirdiği için noter tasdiki önerilir. Ayrıca birden fazla kiracı varsa, her birinin imzası gereklidir.

Bu örnek, geçerlilik şartlarına uyan klasik bir tahliye taahhütnamesidir. Hazırlarken mutlaka kişisel bilgiler ve ilgili taşınmaz adresi doğru biçimde doldurulmalıdır.

Sonuç ve Değerlendirme

Tahliye taahhütnamesinin hukuki önemi

Tahliye taahhütnamesinin hukuki önemi, hem ev sahipleri hem de kiracılar için oldukça büyüktür. Tahliye taahhütnamesi, borçlar hukuku kapsamında hem kiraya verenin hem de kiracının hak ve yükümlülüklerini açıkça belirler. Bu belge sayesinde ev sahibi, kira sözleşmesinin süresinin sonunda veya belirlenen tarihte hukuki yollara başvurmadan tahliye işlemini başlatabilir.

Tahliye taahhütnamesi, özellikle konut veya işyeri kiralamalarında usulüne uygun düzenlendiğinde, kiraya verenin tahliye davası açmadan icra takibi başlatabilmesini sağlar. Böylece uzun ve maliyetli süreçler büyük ölçüde kısalır. Aynı zamanda, kiracı da hangi şartlarda taşınmazı tahliye edeceğini önceden bilir ve buna göre planlama yapabilir.

Bu belgenin geçerli olması, yasal prosedürlerin doğru işletilmesi açısından oldukça kritiktir. Yanlış veya eksik düzenlenen tahliye taahhütnameleri, mahkemeler tarafından geçersiz sayılabilir ve ev sahibinin hak kaybına yol açabilir. Bu nedenle hukuki destek alınarak hazırlanması önem taşır.

Dikkat edilmesi gereken temel hususlar

Tahliye taahhütnamesi düzenlerken dikkat edilmesi gereken birkaç temel husus vardır:

  • Yazılı olma şartı: Tahliye taahhütnamesi mutlaka yazılı olmalıdır. Sözlü taahhütler yasal olarak geçersizdir.
  • Kira sözleşmesinden sonra düzenlenmeli: Kira sözleşmesinden önce veya aynı anda düzenlenen taahhütnameler geçersiz sayılır.
  • Tahliye tarihi açıkça belirtilmeli: Hangi tarihte tahliye edileceği belgede net şekilde yazmalıdır.
  • Koşulsuz ve şartsız olmalı: Herhangi bir şart veya ön koşul içermeden verilmelidir.
  • Kiracının serbest iradesiyle imzalanmalı: Zorla, baskı ile veya kandırılarak alınmış imzalar tahliye taahhütnamesini geçersiz kılar.
  • Birden fazla kiracı varsa hepsinin imzası alınmalı: Ortak kira durumlarında bütün kiracıların belgede imzası bulunmalıdır.
  • Aile konutu ise eşlerin rızası: Aile konutu statüsünde olan taşınmazlarda eşlerin rızası gerekmektedir.
  • Noterden yapılması önerilir: Noter onayı şart olmasa da, ileride yaşanabilecek ihtilaflarda ispat kolaylığı sağlar.

Tüm bu hususlara dikkat edildiğinde, tahliye taahhütnamesi hem kiracı hem de ev sahibi için güvenli ve hukuken geçerli bir çözüm sunar. İmzalamadan önce mutlaka içeriği dikkatlice okunmalı ve gerektiğinde hukuki danışmanlık alınmalıdır. Bu şekilde ilerlemek, olası uyuşmazlıkların önüne geçer ve hak kaybı yaşanmasının önüne set çeker.

Kira Sözleşmesinde On (10) Yıllık Süre Sonunda Tahliye Davası Nasıl Açılır?

Kira sözleşmesinde on (10) yıllık süre sonunda kiracıyı tahliye etmek isteyenler için birkaç önemli detay bilmek gerekir. Türk Borçlar Kanunu’nun 347. maddesi, kiraya verenlerin on yıllık süre dolduğunda hiçbir gerekçe göstermeksizin kiracıyı tahliye edebileceğini belirtir. Bu süreçte, kiraya verenin en az üç ay önceden kiracıya yazılı bildirimde bulunması zorunludur. Hem belirli süreli hem de belirsiz süreli kira sözleşmelerinde bu bildirim yapılmalıdır.

Tahliye davası açmak için, kira sözleşmesinin geçerli olması ve kira kontratının bitiş tarihinden itibaren 10 yıllık uzama süresinin dolmuş olması gerekmektedir. Ayrıca dava açılmadan önce arabuluculuk sürecinin tamamlanması da zorunludur. Tahliye davaları, kira sözleşmesinin bulunduğu bölgedeki Sulh Hukuk Mahkemesi’nde görülmektedir.

Unutmayın, iyi hazırlanmış bir fesih bildirimi ve doğru bir hukuki yol izlemek, tahliye sürecini daha hızlı ve etkili yapabilir. Kiracının haklarının korunması ve kanuni prosedürlerin doğru şekilde izlenmesi önemlidir.

Türk Borçlar Kanunu’nda 10 Yıllık Süre Sonunda Tahliye Hükmü

Türk Borçlar Kanunu’nda 10 yıllık süre sonunda tahliye hakkı, özellikle konut ve çatılı işyeri kiralarında, kiraya verenin önemli bir hukuki hakkı olarak düzenlenmiştir. Kanunun 347. maddesi bu konuyu açıklamaktadır. Eğer bir kira sözleşmesi belirli veya belirsiz süreli olarak yapıldıysa ve 10 yıllık uzama süresi dolduysa, kiraya veren, herhangi bir gerekçe göstermeksizin ve en az üç ay öncesinden yazılı bildirim yapmak şartıyla, kira sözleşmesini feshedebilir. Yani, 10 yıl boyunca uzayan kira ilişkisi, kanun gereği ev sahibine sebepsiz tahliye hakkı tanır. Yine de bu bildirimin mutlaka yazılı ve zamanında tebliğ edilmesi gereklidir.

Özetle: 10 yılı geçen kiracılıklarda; ev sahibi, sebepsiz şekilde, sürenin bitiminden en az üç ay önce yazılı olarak fesih bildirimi yapmak koşuluyla, tahliye talep edebilir.

Kira Sözleşmesi Türleri: Belirli ve Belirsiz Süreli Kira

Kira sözleşmeleri, belirli süreli kira sözleşmesi ve belirsiz süreli kira sözleşmesi olarak iki ana gruba ayrılır. Belirli süreli kira sözleşmesinde, başlangıç ve bitiş tarihleri açıkça bellidir. Mesela, “01.01.2020 – 01.01.2021 tarihleri arasında” gibi kesin bir süre belirtilmişse, bu belirli süreli sayılır.

Belirsiz süreli kira sözleşmelerinde ise taraflar net bir süre kararlaştırmaz, sözleşme açık uçludur. Süresi belirsiz olan bu sözleşmelerde, kiracı veya ev sahibi fesih bildirimini kanunda öngörülen sürelere uyarak yapabilir. Uygulamada en çok karşılaşılan kira sözleşmesi türleri bunlardır. Her iki tür için de tahliye haklarının ve sürecin farklılık gösterdiğini unutmayın. Sözleşmenin türü, 10 yıllık tahliye hakkı da dahil olmak üzere, tüm hukuki hakların kullanılmasını doğrudan etkiler.

Uzama Süresinin Hesaplanması

Uzama süresinin hesaplanması özellikle 10 yıllık tahliye hakkını anlamak açısından çok önemli. Belirli süreli bir kira sözleşmesi, bitiş tarihinde kiracı tarafından sonlandırılmazsa, otomatik olarak bir yıl uzatılır. Bu her yıl için geçerlidir ve toplamda 10 defa uzayan yıllardan sonra 10 yıllık uzama süresi tamamlanmış olur.

Örneğin, 01.01.2015 başlangıç tarihli ve 1 yıllık bir kira sözleşmeniz varsa ve kiracı her yıl kaldıysa, 01.01.2026’da 10 yıllık uzama süresi dolmuş olur. 10. yılın tamamlanmasıyla birlikte, kiraya veren “Herhangi bir gerekçe göstermeden, izleyen yıldan önce en az üç ay evvel yazılı olarak” bildirirse tahliye davası açabilir. Ancak arada yeni bir sözleşme yapılırsa, 10 yıllık süre yeniden başlar.

Özetle: 10 yıllık uzama süresi, ilk belirli sürenin bitiminden sonra her yıl eklenen uzamalar ile hesaplanır. Süre doğru ve dikkatlice hesaplanmazsa tahliye talebi kaybedilebilir. Bu yüzden hesaplama yapılırken başlangıç ve uzama tarihlerini dikkatlice gözden geçirin.

Sıkça karşılaşılan sorularda, 10 yıllık uzama nasıl başlar ve ne zaman sona erer gibi detaylarda hata yapıldığında, dava reddedilebilir. O yüzden mutlaka uzman bir avukata danışmak faydalı olacaktır.

Geçerli Kira Sözleşmesi Olması

Geçerli kira sözleşmesi, 10 yıllık süre sonunda tahliye davası açabilmenin en temel şartıdır. Kira sözleşmesinin varlığı hem konut hem de çatılı işyeri kiralarında zorunludur. Sözleşmenin yazılı olması şart değildir; sözlü anlaşma da yasal olarak geçerlidir. Ancak ispat kolaylığı açısından yazılı kira sözleşmesi olması tavsiye edilir. Sözleşmede tarafların kimlik bilgileri, kira konusu taşınmazın açık adresi, kira bedeli, ödeme şekli ve süresi gibi temel unsurlar bulunmalıdır. Eksik veya kanuna, ahlaka ya da kamu düzenine aykırı hükümler içeren kira sözleşmeleri geçersiz sayılır ve tahliye davası açılamaz. Sözleşmenin feshi için de bu sözleşmenin halen yürürlükte olması gereklidir.

Kira Konusunun Niteliği (Konut ve Çatılı İşyeri)

Kira konusunun niteliği de 10 yıllık süre sonunda tahliye davası açarken önemlidir. Türk Borçlar Kanunu’nun 347. maddesi, özellikle konut ve çatılı işyeri kiraları için geçerlidir. Bu maddeye göre sadece konut veya çatılı işyeri kiraları için 10 yıllık uzama süresi sonunda tahliye mümkündür. Arsa, tarla gibi taşınmazlar veya çatısı olmayan işyerleri bu kapsama girmez. Dolayısıyla, tahliye davası açılacak taşınmazın kesinlikle “konut” ya da “çatılı işyeri” olması gerekir. Uygulamada sıkça karşılaşılan hata, dükkân gibi çatısız taşınmazlarda bu hükmün uygulanabileceği zannedilmesidir; ancak kanun bu konuda çok nettir.

10 Yıllık Uzama Süresinin Tamamlanması

10 yıllık uzama süresinin dolmuş olması, tahliye davası bakımından kilit noktadır. Eğer kira sözleşmesi her yıl otomatik yenilenerek (uzayarak) toplamda 10 uzama yılını doldurmuşsa, bu sürenin sonunda ev sahibi “hiçbir sebep göstermeksizin” tahliye davası açabilir. Buradaki önemli ayrıntı; ilk yapılan kira sözleşmesinde kararlaştırılan sürenin bitiminden sonra her yıl birer yıllık uzama dönemi başlar ve toplamda 10 yıl bu şekilde geçmelidir. Örneğin, 2014’te yapılan ve 1 yıl süresi olan bir sözleşmede, 2015’ten itibaren başlayan uzama yılları 2025’te 10. uzama yılını doldurur. Bu yılın sonunda ev sahibi, gerekli bildirim şartlarını da yerine getirerek tahliye davası açabilir.

Yeni Kira Sözleşmesiyle Sürenin Sıfırlanması

Kira sözleşmesinin taraflar arasında yeniden, yani tamamen yeni bir sözleşme olarak düzenlenmesi, 10 yıllık uzama süresini sıfırlar. Yani taraflar, eski sözleşmeye ek protokol veya tadil değil de; yeni bir başlangıç tarihi ve yeni hükümler ihtiva eden yeni bir kira sözleşmesi yaparsa, 10 yıllık süre bu yeni sözleşmenin tarihinden itibaren yeniden başlar. Örneğin; 2015’te yapılan eski sözleşme sona erdikten sonra, 2020’de tamamen yeni bir nota ile imzalanan yeni bir sözleşme, hesabı başa döndürür. Artık eski dönemin uzamaları dikkate alınmaz, yeni kontrat üzerinden süre işlemeye başlar. Bu da kiracıyı, 10 yıllık tahliye riskinden bir süreliğine korur.

Şartların Özeti ve Yazılılık Gerekliliği

Özetle; 10 yıllık uzama süresi sonunda tahliye davası açmak için şu şartların tamamı birlikte bulunmalıdır:

  • Taraflar arasında yürürlükte bir ve geçerli kira sözleşmesi olmalı,
  • Kiralanan yer konut ya da çatılı işyeri olmalı,
  • Sözleşme sonrası en az 10 uzama yılı tamamlanmış olmalı,
  • Taraflar arasında yeni bir kira sözleşmesi yapılmamış olmalı.
    Yazılılık teknik olarak şart değildir, ancak uygulamada mahkemelerde ispat kolaylığı büyük önem taşır. Sözlü sözleşmeler de geçerli sayılır, fakat delil toplama açısından yazılı sözleşme önerilir.

Bu şartlar sağlanmadan açılan tahliye davaları mahkemeden döner. Tüm detaylar kanunun ilgili maddeleri ve 2024/2025 güncel içtihatları dikkate alınarak titizlikle uygulanmalıdır.

Fesih Bildiriminin Yazılı ve Zamanında Yapılması

Fesih bildiriminin yazılı ve zamanında yapılması, kiraya verenin kiracıyı 10 yıllık kira süresi sonunda tahliye etmek istemesi durumunda en önemli yasal zorunluluklardan biridir. Türk Borçlar Kanunu’na göre fesih bildirimi, mutlaka yazılı şekilde hazırlanmalı ve kanunda öngörülen süreler içinde kiracıya ulaştırılmalıdır. E-posta, mesaj gibi yollarla yapılan bildirimlerin kabul edilmeme ihtimali olduğundan, noter kanalıyla, taahhütlü mektup veya PTT aracılığıyla yapılması en güvenli yoldur.

Burada önemli olan husus, bildirimin sadece hazırlanması değil, kiracıya ulaşmasının sağlanmasıdır. Fesih bildirimi, elden teslim ediliyorsa teslim alındığına dair imza alınmalı, aksi takdirde hukuki sorunlar ortaya çıkabilir.

En Az Üç Ay Önceden Kiracıya Bildirim

En az üç ay önceden kiracıya bildirim şartı, kiracının ifa süresi sonunda tahliye edilmesinde büyük önem taşımaktadır. Türk Borçlar Kanunu’nun ilgili maddelerine göre, kira sözleşmesinin 10 yıllık uzama süresi bitiminden sonra, her bir yıl sonunda yapılan yeni uzama için fesih bildirimi en az üç ay önceden kiracıya yazılı olarak iletilmelidir.

Eğer bildiriminiz üç aydan daha kısa bir sürede yapılırsa, tahliye hakkınız bir sonraki uzama dönemine sarkabilir. Bu yüzden zamanlama hatası, sürecin uzamasına ve evin tahliyesinin gecikmesine sebep olur.

Eksik veya Geç Bildirim Hataları

Eksik veya geç bildirim hataları, tahliye davasında en çok yapılan hatalardandır. Bildirimde eksik bilgi verilmesi, yanlış adres kullanılması veya bildirim süresinin geçmesine rağmen işlem yapılması, hak kaybına neden olur. Özellikle üç aylık sürenin geçirilmesi, bir sonraki kira yılını beklemenize yol açar.

Aynı şekilde fesih bildiriminin şeklen eksik yapılması, örneğin içeriğin yeterince açık olmaması veya yazılı yapılmaması, bildirimin geçersiz sayılmasına sebep olabilir. Tüm bu nedenlerle noter veya taahhütlü posta gibi ispatı kolay yöntemler tercih edilmelidir.

İhtarname İçeriği ve Örnek Metin

İhtarname içeriği ve örnek metin hazırlarken dikkatli olmak gerekir. İhtarnamede kesinlikle;

  • Kiraya veren ve kiracı bilgileri,
  • Kiralanan taşınmazın açık adresi,
  • Tahliye talebinin dayanağı (10 yıllık uzama süresinin dolduğu),
  • Tahliyenin istenen tarih,
  • Bildirimin hangi tarihte yapıldığı,
    bilgileri yer almalıdır.

Aşağıda örnek bir ihtarname metni görebilirsiniz:

Sayın [Kiracı Adı Soyadı],

Tarafınızla akdedilmiş bulunan ve [başlangıç tarihi] tarihinde başlayan kira sözleşmesinin, Türk Borçlar Kanunu uyarınca 10 yıllık uzama süresi [uzama bitiş tarihi] tarihinde dolmaktadır. Kanuni şartlar gereğince iş bu ihtar ile taşınmazın tahliyesini talep ediyor ve en geç [tahliye tarihi, yani yeni dönem başından itibaren] tarihinde taşınmazı boşaltarak teslim etmenizi, aksi halde yasal yollara başvurulacağını ihtaren bildiririm.

[Kiraya Verenin Adı, İmzası, Adres]

Tarih

Bu şekilde hazırlanan bir ihtarname, hem yasal süreci başlatır hem de ileride muhtemel bir davada delil olarak kullanılabilir. Gerçekten güvenli ve hatasız bir süreç için ihtarname hazırlarken veya gönderirken bir avukata danışmak da tavsiye edilir.

Arabuluculuk Başvurusu Şartı (2023 Sonrası)

Arabuluculuk başvurusu şartı, özellikle 2023 yılından sonra kira uyuşmazlıklarında ve 10 yıllık kira tahliyelerinde önemli bir hale gelmiştir. 1 Eylül 2023 tarihinden itibaren, kira tespit ve tahliye davalarında mahkemeye başvurmadan önce mutlaka arabuluculuğa başvurmak zorunlu oldu. Buna “dava şartı arabuluculuk” adı veriliyor ve başvurudan olumlu ya da olumsuz bir sonuç alınsa da sürecin tamamlanması gerekiyor. Eğer arabuluculuk süreci tamamlanmazsa, doğrudan mahkemeye tahliye davası açılamaz ve dava, bu sebeple usulden reddedilir.

Özetle; ister 10 yıllık uzama süresi olsun ister farklı tahliye sebepleri, kiraya verenin önce arabuluculuğa başvurması yasalar gereği zorunludur. Sadece icra takibiyle tahliye veya tahliye taahhüdüne dayalı durumlarda bazı istisnalar bulunur. Ancak standart 10 yıllık sürenin sonunda genel tahliye davalarında arabuluculuk ilk şarttır.


Arabuluculuk Sürecinde Dikkat Edilmesi Gerekenler

Arabuluculuk sürecinde dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, başvurunun usulüne uygun olarak yapılması ve söz konusu anlaşmazlığın (örneğin 10 yıllık tahliye) açıkça belirtilmesidir. Başvuru, herhangi bir arabulucuya ya da arabuluculuk bürosuna yapılabilir. Başvuru sırasında özellikle;

  • Tarafların kimlik ve iletişim bilgileri,
  • Kira sözleşmesinin örneği,
  • 10 yıllık uzama süresinin tamamlandığına dair bilgiler,
  • Kiracı ve mal sahibinin anlaşmazlık konuları (örneğin tahliye talebi)

eksiksiz sunulmalıdır.

Arabuluculuk toplantılarına tarafların bizzat katılması zorunlu değildir ancak vekil veya temsilciyle de katılım sağlanabilir. Ancak mümkünse bizzat katılım ve görüşme daha hızlı sonuç alınmasına yardımcı olur. Dava açma süresi arabuluculuk boyunca durur, yani arabuluculuk süresi bitene kadar hak düşürücü süreler işlemeye devam etmez. Bu detay çok önemlidir.

Arabuluculuk sonucunda uzlaşma sağlanırsa, toplantı sonucunda tarafların imzası ile bağlayıcı bir anlaşmaya dönüşür ve ilam niteliğindedir. Uzlaşma olmazsa, “Son Tutanağı” taraflara verilir ve bu belgeyle mahkemeye başvuru yapılabilir.


Arabuluculuk Sonuçlanmazsa Dava Açma Hakkı

Arabuluculuk müzakereleri sonunda uzlaşma sağlanamazsa, artık dava açma hakkı doğar. Ancak dikkat edilmesi gereken en önemli konu, arabuluculuk sonucunda alınan “Son Tutanağın” dava dilekçesine eklenmesidir. Bu tutanak olmadan mahkemeye başvuru yapılamaz ve dava reddedilir.

Dava açmak için genellikle arabuluculuğun sonuçlandığı tarihten itibaren yasal süreler başlar ve bu sürece dikkat edilmelidir. Yani, arabuluculuk sonuçlanır sonuçlanmaz,

  • Son tutanak alınır,
  • Tahliye davası (örneğin 10 yıllık kiracının tahliyesi için) Sulh Hukuk Mahkemesi’ne gerekli belgelerle açılır.

Arabuluculuk sürecinde ve sonrasında herhangi bir hak kaybı yaşamamak için, belge ve evrakların eksiksiz hazırlanması, süre takibinin özenle yapılması büyük önem taşır. Gerektiğinde bir avukattan hukuki destek almak, hatalı veya eksik işlem yapılmasını önler.

Unutmayın: Arabuluculuk olmadan dava yoluna geçiş mümkün değildir!

Tahliye Davası Açılış Süreci

Tahliye Davası Ne Zaman ve Nasıl Açılır?

Tahliye davası, özellikle 10 yıllık kira süresi ve uzama dönemi dolduktan sonra, ev sahibi tarafından belirli şekil şartlarına uyularak açılır. Özellikle belirsiz süreli kira sözleşmelerinde, kiraya veren, sözleşmenin 10’uncu uzama yılını takip eden kira döneminin bitiminden en az üç ay önce yazılı bildirimde bulunmalıdır. Bu bildirim yapılmışsa, yeni kira yılının sonundan itibaren bir ay içinde tahliye davası açılabilir.

Tahliye davası açılmadan önce 2023 sonrası zorunlu hale gelen arabuluculuk süreci tamamlanmalıdır. Arabuluculuktan sonuç alınamazsa, ilgili Sulh Hukuk Mahkemesi’ne başvurularak dava açılır.

Tahliye Davasında Dilekçe ve Deliller

Tahliye davasında hazırlanan dava dilekçesi hukuka uygun şekilde, açık ve net olmalıdır. Dilekçede;

  • Kiracı ve kiraya verene ait bilgiler,
  • Kiralanan taşınmazın adresi,
  • Kira sözleşmesinin tarihi ve türü (belirli/belirsiz)
  • Tahliye nedeni (örneğin 10 yıllık sürenin dolması)
  • Talep edilen husus (tahliye)
    gibi bilgiler açıkça yer almalıdır.

Delil olarak, başta kira sözleşmesinin aslı veya örneği, noter veya taahhütlü ihtarname, PTT alındısı, varsa uzatma protokolleri, ilgili yazışmalar ve arabuluculuk tutanağı sunulabilir. Gerekirse tanık deliline de başvurulabilir.

Görevli ve Yetkili Mahkeme: Sulh Hukuk Mahkemesi

Tahliye davasında görevli mahkeme Sulh Hukuk Mahkemesi’dir. Yetkili mahkeme ise kiralanan taşınmazın bulunduğu yer Sulh Hukuk Mahkemesidir. Yani davayı, kiralanan dairenin veya işyerinin bulunduğu ilçedeki sulh hukuk mahkemesinde açmalısınız. Yanlış mahkemede açılan davalarda uzamaya ve reddedilme riskine karşı dikkatli olunmalıdır.

Dava Açma Süresi ve Zamanaşımı

Tahliye davası belirli süreli kira sözleşmelerinde, sürenin sonlandığı tarihten itibaren 1 ay içinde açılmalıdır. 10 yıllık uzama süresi sonunda ise, yeni uzama yılının bitiminden itibaren bir ay içinde dava açılmazsa hak kaybı yaşanabilir. Süresi geçtikten sonra açılan davalar mahkeme tarafından reddedilir.

Zamanaşımı ile ilgili olarak, kira alacağı için farklı, tahliye sebepleri için farklı süreler uygulanabilir. Ancak tahliye davasında temel kural süreye uygun hareket etmektir.

Dava Yolu ve İcra Takibi

Tahliye işlemlerinde iki ayrı yol vardır:

  1. Doğrudan tahliye davası: Genellikle sürenin dolması, ihtiyaç, yeniden inşa gibi nedenlerle açılır ve Sulh Hukuk Mahkemesi yetkilidir.
  2. İcra takibi yoluyla tahliye: Özellikle kira borcunun ödenmemesi, tahliye taahhütleri gibi durumlarda uygulanır. Kiracının borcunu ödememesi veya taşınmazı boşaltmaması halinde ilamsız tahliye takibi başlatılır.

İcra takibinde kiracıya ödeme emri gönderilir ve süre sonunda ödeme ya da tahliye gerçekleşmezse icra mahkemesi kararıyla zorla tahliye işlemi yapılır. Ancak 10 yıllık uzama sonrası tahliye genellikle doğrudan dava yolu ile yürütülür.

Her iki yolun da kendine göre koşulları, süreleri ve sonuçları bulunur. Hangi yola başvuracağınız, elinizdeki sözleşmenin türü ve mevcut şartlara göre değişir. Sürecin avukat desteğiyle yürütülmesi hataların ve zaman kayıplarının önüne geçer.

Uygulamada Dikkat Edilmesi Gerekenler

Tahliye Davasında Sık Karşılaşılan Sorunlar

Tahliye davasında sık karşılaşılan sorunlar arasında bildirimlerin usulüne uygun şekilde yapılmaması, kira sözleşmesinin tarihi ve hükümleriyle ilgili anlaşmazlıklar ve kira süresinin yanlış hesaplanması başta gelir. Özellikle fesih bildiriminin geç veya eksik yapılması, davanın reddine yol açabilir. Bazen kiracı ile mal sahibinin yazılı anlaşmalarında eksiklikler olması ya da yeni sözleşmelerle 10 yıllık sürenin sıfırlandığının fark edilmemesi de gözden kaçabilen önemli hususlardandır. Tarafların vekaletnamelerinde eksiklik, adres yanlışlıkları süre kaybına ve dosyanın uzamasına sebep olabilir.

Kira Sözleşmesinin Yenilenmesi Durumu

Kira sözleşmesinin yenilenmesi durumu, 10 yıllık uzama süresinin sıfırlanması açısından çok önemlidir. Eğer taraflar arasında yazılı bir şekilde yeni bir sözleşme düzenlenirse, artık on yıl yeniden başlar ve ev sahibi bu süre dolmadan tahliye davası açamaz. Ancak sadece kira bedeli güncellemesi veya kısa ihtarlarla yapılan uzatmalar, yeni bir sözleşme olarak kabul edilmez. Yani yenilemede asıl dikkat edilmesi gereken; metnin “yeni anlaşma” mı, yoksa “uzatma” mı olduğudur. Uygulamada bu ayrım sıkça karıştırılır ve bu da davalara yansır.

Kiracının Hakları ve Tahliyeye İtiraz Yolları

Kiracının hakları arasında tahliye davasına karşı kendini savunma ve itiraz hakkı vardır. Kiracı, bildirim usulsüz ise ya da 10 yıllık sürenin dolmadığını iddia ediyorsa, dilekçesiyle veya dava sırasında itirazlarını mahkemeye sunabilir. Ayrıca kira sözleşmesinde eksiklik, imza uyuşmazlığı, kira süresinin yanlış hesaplanması ve mal sahibinin iyi niyet kurallarına uymamış olması gibi savunmalar yapılabilir. Mahkemede delil sunma, tanık dinletme ve haklı görülüyorsa süre uzatımı isteme hakları da bulunmaktadır.

Ev Sahibinin Hakları ve Sorumlulukları

Ev sahibi, süresi dolan ve usulüne uygun şekilde uzatılmış kira sözleşmelerinde, yasal şartları sağladığında tahliye talebinde bulunabilir. Fakat ev sahibi de kanunun öngördüğü şekilde yazılı bildirim yapmak, usule uygun ihtar çekmek ve arabuluculuk şartını yerine getirmek zorundadır. Yanlış veya eksik yapılan işlemler, davanın reddine ya da zaman kaybına sebep olur. Ayrıca mal sahibi tahliye süreci boyunca kiracıya güvenli yaşam alanı sunmak ve haklarını çiğnememek zorunda. Tahliye davalarında kötü niyetli hareketler, ileride tazminat ve cezai yaptırımlarla karşılaşılabilir.

Tahliye Davası Sonucu ve İcra Süreci

Tahliye davası sonucunda mahkeme kiracının taşınmazı tahliyesine karar verirse, bu karar kesinleşene kadar kiracı evde oturmaya devam edebilir. Karar kesinleştikten sonra mal sahibi** icra müdürlüğüne başvurarak tahliye takibi** başlatır. Kiracıya icra müdürlüğü tarafından yeni bir tebligat yapılır ve çoğunlukla 15 gün içinde tahliye süresi verilir. Bu süre sonunda kiracı evi boşaltmazsa, icra müdürlüğü zorla tahliye işlemi gerçekleştirir. Kiracı evi zamanında boşaltmazsa, eşyaların taşınması ve saklanmasıyla ilgili ek masraflar da oluşabilir.

Tahliye Davası Ne Kadar Sürer?

Tahliye davası ne kadar sürer sorusunun kesin bir yanıtı olmasa da, genellikle 6 ay ile 1 yıl arasında sonuçlanır. Büyük şehirlerde ve yoğun mahkemelerde bu süre daha da uzayabilir. Dava sürecinin uzun sürmesinin temel sebepleri; tebligat gecikmeleri, delil toplama aşaması, duruşmaların ertelenmesi ve istinaf/temyiz süreçleridir. Eğer taraflar hızlı ve eksiksiz belge sunarsa, süreç daha kısa sürede tamamlanabilir. Arabuluculuk aşaması da ek süre gerektirir.

Yargılama Masrafları (2024/2025 Güncel)

Tahliye davası açarken mahkeme harcı, tebligat ve posta ücretleri gibi masraflar ödenir. 2024/2025 için tahliye davalarında başvuru ve peşin harç minimum 1.000-2.000 TL arasında değişmektedir. Tebligatlar, bilirkişi ve tanık ücretleri de dosyanın içeriğine göre eklenir. Sürecin sonunda davayı kaybeden taraf, yargılama giderlerini ve karşı taraf avukatlık ücretini ödemekle sorumludur. Güncel harç ve masrafları Türkiye Adalet Bakanlığı veya ilgili sulh hukuk mahkemesi kaleminden teyit etmek faydalı olacaktır.

Sık Sorulan Sorular ve Cevaplar

Kiracı 10 Yıldan Sonra Ne Kadar Sürede Çıkarılır?

Kiracı, Türk Borçlar Kanunu’na göre 10 yıllık uzama süresi bittikten sonra ev sahibi tarafından tahliye edilebilir. Ancak tahliye işlemi hemen gerçekleşmez. Ev sahibi, kira yılının bitiminden en az üç ay önce yazılı bildirim yapmak zorundadır. Bildirim yapıldıktan sonra, kiracı gönüllü çıkmazsa ev sahibi tahliye davası açar. Dava süresi, mahkemelerin iş yüküne ve sürece bağlı olarak genellikle 3-12 ay arasında değişebilir. Yani 10 yıl dolduktan hemen sonra değil, bildirim ve dava sürecinin tamamlanmasına göre kiracı çıkarılır.

Ekstra Sebep Olmadan Tahliye Mümkün mü?

Ekstra bir sebep olmadan, yani herhangi bir haklı gerekçeye (örneğin: ihtiyaç, yenileme, tadilat gibi) dayanmadan, sadece 10 yıllık uzama süresi dolmuşsa ev sahibi tahliye talebinde bulunabilir. Bu, kanunda “uzama süresinin sonunda genel tahliye sebebi” olarak düzenlenmiştir. Yani başka bir sebebe ihtiyaç duyulmaz, sadece uzama süresinin tamamlanmış olması yeterlidir. Tabii ki yine yazılı bildirim şarttır.

Kiracı Tahliye Edilmezse Ne Olur?

Kiracı, tahliye konusunda bildirime ve mahkeme kararına rağmen evi veya işyerini boşaltmazsa ev sahibi icra yoluna başvurabilir. Mahkeme tahliye kararı verdikten sonra bu karar, icra müdürlüğüne götürülür ve icra takibi başlatılır. Kiracı evi hala boşaltmazsa, icra müdürlüğü polis marifetiyle tahliyeyi zorla sağlar. Bu durumda, tahliye masrafları ve süreçle ilgili diğer giderler kiracıdan da talep edilebilir.

Kira Artışı ve Kira Tespit Davasıyla Tahliye İlişkisi

Kira artışı ve kira tespit davası, tahliye davası ile doğrudan bağlantılı değildir. Ev sahibi, 10 yıllık süre sonunda yalnızca tahliye talebinde bulunabilir, kira bedelini artırmak için ek bir gerekçesi olması gerekir. Kira tespit davası ise ayrı bir süreçtir; burada amaç, kira bedelinin yeniden belirlenmesidir. Ancak bazı ev sahipleri, önce kira tespit davası açıp, ardından tahliye yoluna da gidebilir. Her iki dava da ayrı ayrı işler ve sonuçları birbirini doğrudan etkilemez. Kira tespit davası kazanılırsa, yeni kira bedeli geçerli olur; tahliye davası kazanılırsa ise kiracı çıkartılır.

Örnek Dilekçe ve İhtarname Metni

Tahliye Davası Dilekçe Örneği

Tahliye davası açmak isteyen bir ev sahibi için, doğru ve eksiksiz bir tahliye davası dilekçesi hazırlamak çok önemlidir. Tahliye davası dilekçesinde; hem taraf bilgileri hem de taşınmazın açık adresi ve hangi hukuki nedene dayanılarak tahliye istendiği mutlaka yer almalıdır.

Aşağıda, 10 yıllık uzama süresi sonunda açılacak bir tahliye davası için örnek bir dilekçe bulabilirsiniz:

Sulh Hukuk Mahkemesi’ne

Davacı: [Ev Sahibinin Adı, Soyadı ve Adresi]
Davalı: [Kiracının Adı, Soyadı ve Adresi]

Konu: Türk Borçlar Kanunu’nun 347. maddesi uyarınca, 10 yıllık uzama süresi sonunda konutun tahliyesi talebimizden ibarettir.

Açıklamalar:

  1. Müvekkilime ait [taşınmazın tam adresi] adresinde bulunan taşınmaz, [başlangıç tarihli] ve [süreli/süresiz] kira sözleşmesi ile davalıya kiralanmıştır.
  2. Kira sözleşmesi, süresinin sona ermesinden sonra TBK md. 347 gereğince 10 yıl boyunca uzamıştır.
  3. Gerekli fesih bildirimi yapılmıştır. Ancak davalı taşınmazı tahliye etmemiştir.

Hukuki Sebepler: TBK md. 347 ve ilgili mevzuat

Sonuç ve Talep: Belirtilen nedenlerle, davalının kiracı olarak kullanımındaki taşınmazın tahliyesine, mahkeme masraflarının davalıya yükletilmesine karar verilmesini saygıyla arz ve talep ederim. [Tarih]

[İsim/İmza]

Dilekçede, fesih bildirimi yapıldığı ve şartların oluştuğu açıkça belirtilmelidir. Ayrıca, gerekli belgelerin eklenmesi gerekmektedir (kira sözleşmesi, yapılan ihtarname örneği gibi).

İhtarname Hazırlama Örneği

Kira sözleşmesinin 10 yıllık uzama süresi sonunda sona erdirilmesi için, doğru şekilde hazırlanmış bir ihtarname gereklidir. Bu ihtarname, fesih bildiriminin yazılı yapılmasını ve en az üç ay önceden kiracıya ulaşmasını sağlamalıdır.

Aşağıda, uygulamada sık kullanılan örnek ihtarname metni yer almaktadır:

KİRACIYA İHTARNAME

Sayın [Kiracının Adı ve Soyadı]

Adres: [Kiracının Adresi]

Konu: Kira Sözleşmesinin Süresi Sonunda Sona Erdirilmesi ve Tahliye Talebi Hakkında

Bilindiği üzere, [taşınmazın açık adresi] adresindeki taşınmaz, [tarih] başlangıç tarihli kira sözleşmesi ile tarafınıza kiralanmıştır. Kira sözleşmeniz, Türk Borçlar Kanunu 347. madde gereği 10 yıllık uzama süresini tamamlamıştır.

Bu nedenle, yasal fesih süresi gözetilerek, kira sözleşmesinin bitiş tarihinden itibaren taşınmazı tahliye etmeniz gerekmektedir. En geç [tahliye tarihini açıkça belirtin], meskeni/ticari yeri tahliye ederek teslim etmenizi ihtaren bildiririm.

Aksi takdirde, hakkınızda yasal yollara başvurulacağı bilgilerini rica ederim.

Saygılarımla,

[Ev Sahibinin Adı Soyadı, Adres ve İmza]

Tebliğ tarihi: [Tebliğ tarihi burada belirtilmelidir]

İhtarname mutlaka yazılı şekilde ve tercihen noter kanalıyla, iadeli taahhütlü posta veya elden teslim alınacak şekilde gönderilmelidir. Bu şekilde ihtarın kiracıya ulaşıp ulaşmadığı konusunda ileride bir sorun yaşamazsınız.

Not: Bu örnekler sadece yol gösterici niteliktedir. Gerçek başvurularda bir avukattan profesyonel destek alınması tavsiye edilir.

Sonuç ve Tavsiyeler

Dikkat Edilmesi Gereken Hukuki Noktalar

Dikkat edilmesi gereken hukuki noktalar arasından en önemlisi, 10 yıllık kira süresi sonunda tahliye davası açmak isteyen ev sahibinin mutlaka yazılı fesih bildirimini doğru ve zamanında yapmasıdır. Türk Borçlar Kanunu’nda belirtilen bu bildirim, en az üç ay önceden ve yazılı şekilde kiracıya ulaşmalıdır. Bildirim geç ya da eksik yapılırsa tahliye hakkı bir sonraki dönemi beklemek zorunda kalabilir.

Tahliye davası açılmadan önce arabuluculuk başvurusunun zorunlu hale geldiğini de unutmamak gerekir. Arabuluculuk süreci başarıyla tamamlanmadan doğrudan dava açılırsa, dava usulden reddedilir. Ayrıca, tahliye gerekçenizin Yasa’daki şartlara uygun ve geçerli olması gerekir; aksi hâlde kiracının itiraz hakkı doğar ve dava uzayabilir.

Her türlü kira sözleşmeleri, süreleri ve uzatma şartları açıkça belgelenmelidir. Kira süresi dolmuş veya yenilenmişse, hangi dönemin baz alınacağı dikkatlice hesaplanmalıdır. Ev sahibi ve kiracının sözleşmeyi her yıl “yazılı” olarak yenilemeleri, sürecin yalın ve şeffaf olmasını sağlar.

Süreçte Avukat Desteği ve Önemi

Süreçte avukat desteği almak, hak kaybı ve zaman kaybını önlemek için son derece önemlidir. Kira tahliye davalarında hukuki prosedürlerin çok ayrıntılı olması, deneyimsiz kişiler için hata yapma riskini artırır. Bir avukat desteğiyle hareket edenler, yasal süreçleri takip ederken hem evrak hem de usuli açıdan tüm yükümlülüklerini doğru şekilde yerine getirebilirler.

Arabuluculuk başvurusu, fesih bildirimlerinin hazırlanması, tahliye davası dilekçesinin oluşturulması gibi kritik adımlarda uzman bir avukat ile çalışmak başarı oranını yükseltir. Ayrıca mahkeme sürecinde, olası itirazlarla ve kiracının savunmalarıyla karşılaşıldığında olayın uzamasını ve ev sahibinin zararını en aza indirir.

Kısacası, tahliye süreçlerinde avukat desteğiyle ilerlemek, hem ev sahibinin hem de kiracının haklarını korur ve karışıklıkların önüne geçer. Avukatsız hareket etmek, yanlış evrak düzenleme, süre kaçırma veya usul hatası gibi ciddi riskler içerir. Bu nedenle, özellikle 10 yıllık sürenin sonunda tahliye gibi önemli konularda muhakkak hukukçu desteği alınması tavsiye edilir.

İhtiyaç Nedeniyle Tahliye Davası Nedir?

İhtiyaç nedeniyle tahliye davası, kiraya verenin veya yeni malikin, kendisi veya yakınları için konut ya da iş yeri ihtiyacı duyması durumunda kiracının tahliyesini isteme hakkı veren bir hukuki süreçtir. Bu dava, kira sözleşmesinin sona ermesine ve kiracının tahliyesine yol açabilir. Türk Borçlar Kanunu’na göre, bu tür bir dava açabilmek için ihtiyacın gerçek, samimi ve zorunlu olduğunun ispatlanması gerekir. Dava süresi genel olarak mahkemenin iş yükü ve ilgili dokümanların sunulma süresine bağlı olarak değişiklik gösterebilir.

Kiracıyı tahliye etmeden önce, belirli süreli kira sözleşmelerinde fesih bildiriminin ardından 1 ay içinde dava açılması gerekirken, belirsiz süreli kira sözleşmelerinde ise fesih bildirimi sonrasında belirlenmiş süreye uygun hareket edilmelidir. Bu süreçte, kiraya verenin veya yeni malikin ilgili kanun hükümlerine ve süreçlere uygun hareket etmesi büyük önem taşır.

İhtiyaç Nedeniyle Tahliye Davası Nedir?

İhtiyaç nedeniyle tahliye davası, ev sahibi veya belirli yakınlarının konut veya iş yeri ihtiyacı meydana geldiğinde, mevcut kiracının taşınmazı boşaltmasını yasal yolla talep etme hakkı sağlayan bir dava türüdür. Kiraya veren; kendisinin, eşinin, altsoyunun, üstsoyunun veya bakmakla yükümlü olduğu diğer kişilerin gerçek ve samimi bir ihtiyacı oluştuğunda, kira sözleşmesinin sona erdirilmesini ve kiracının tahliyesini mahkemeden talep edebilir. Bu durum, Türk Borçlar Kanunu’nda açıkça düzenlenmiştir ve yalnızca belirli koşulların ispatı halinde uygulanabilir. İhtiyacın ispatlanması ise davanın en önemli noktasıdır.

Türk Borçlar Kanunu’nda Düzenlenme Biçimi

İhtiyaç nedeniyle tahliye davası, Türk Borçlar Kanunu’nun (TBK) 350. ve 351. maddelerinde açıkça belirtilmiştir. TBK madde 350, hem konut hem iş yeri kiralarında ev sahibinin, kendisinin, eşinin, altsoyunun, üstsoyunun veya bakmakla yükümlü olduğu diğer kişilerin “ihtiyaç” gerekçesiyle kiracının tahliyesini isteyebileceğini düzenler. TBK 351 ise yeni malikin el değiştirme halinde taşınmazı ihtiyaç için tahliye ettirme hakkına sahip olduğunu gösterir.

Kanun maddelerinde; davanın ne şekilde açılacağı, hangi yakınlar için ihtiyaç gösterilebileceği ve ihtiyacın samimi, gerçek ve zorunlu olması gerekliliği anlatılmıştır. Ayrıca ihtiyaca dayalı tahliye için süreler, ihtarname şartı ve dava yolunun gereklilikleri detaylandırılmıştır. Böylece hem kiralayanın hem de kiracının hakları korunmuştur.

Konut ve İş Yeri İçin Tahliye Davası Arasındaki Farklar

Konut ve iş yeri için ihtiyaç nedeniyle tahliye davası oldukça benzer kurallara bağlıdır. Ancak aralarında bazı önemli farklar bulunur:

  • İhtiyaç türü: Konut davalarında genellikle barınma ihtiyacı öne çıkarken, iş yeri tahliyelerinde gerçek ve zorunlu iş gereksinimi öne çıkar.
  • Kullanım amacı: Konut için ihtiyaç gösterilirken, ev sahibinin ya da yakınlarının barınma ihtiyacı olması aranır. İş yeri için ise iş faaliyetine ilişkin ciddi bir ihtiyaç gösterilmelidir; salt yatırım amacı veya yüksek kira geliri istemek yeterli değildir.
  • Kendisi ve yakınları: Her iki taşınmaz türünde de ev sahibi kendi, eşi, altsoyu, üstsoyu ya da kanun gereği bakmakla yükümlü oldukları kişiler için dava açabilir.
  • Süreler: Kanuni süreler ve ihtar zorunluluğu her iki dava için de benzer olsa da, dava ve ispat süreçlerindeki detaylar uygulamada değişiklik gösterebilir.

Özetle, ihtiyaç nedeniyle tahliye davaları hem konut hem iş yeri açısından benzer mantıkla işler; fakat gösterilecek ihtiyacın kapsamı, amacı ve mahkemede sunulacak deliller bakımından ayrıntılarda farklar ortaya çıkabilir. Bu nedenle dava süreci başlatmadan önce konuya uygun hukuki bilgi edinmek önemlidir.

Kimler İhtiyaç Nedeniyle Tahliye Davası Açabilir?

İhtiyaç nedeniyle tahliye davası, daha çok kiraya veren yani ev sahibi tarafından açılır. Türk Borçlar Kanunu’nun 350. maddesine göre, bu davayı açma hakkı sadece mal sahibine değil, onun ihtiyaç duyduğu bazı yakınlarına da tanınmıştır. Ev sahibi kendisinin, eşinin, altsoyu (çocukları, torunları), üstsoyu (anne-babası, büyükanne-büyükbabası) veya kanun gereği bakmakla yükümlü olduğu kişiler için ihtiyaç nedeniyle tahliye davası açabilir.

Eğer kiraya veren bir kişi değil de birden fazla kişi ise (örneğin paylı mülkiyet varsa), tüm maliklerin birlikte hareket etmesi gerekmektedir. Dava hakkının kullanılabilmesi için ihtiyacın gerçek, samimi ve zorunlu olması şarttır. Ayrıca, konutu veya iş yerini kiralayan, malik olmasa da yani mal sahibinden farklı olsa bile, kira sözleşmesindeki hak sahibi olarak da dava açabilir.

Tüzel Kişilerin Tahliye Davası Açma Şartları

Tüzel kişiler (örneğin şirketler), ihtiyaç nedeniyle tahliye davası açabilirler; ancak bu sadece tüzel kişiliğin kendi iş yeri ihtiyacı için mümkündür. Yani, şirket ortağının ya da yöneticisinin şahsi ihtiyacı için tüzel kişi tarafından tahliye davası açılamaz. Bir anonim ya da limited şirket, örneğin işlerini büyütmek için kiralanan taşınmaya kendisinin ihtiyacı olduğunu ispat ederse dava açabilir, fakat şirket müdürünün veya ortağın konuta ihtiyacı olduğu iddiasıyla bu hakkı kullanamaz.

Tüzel kişi, ihtiyaç iddiasını kanıtlamak zorundadır ve bu ihtiyaç şirketin faaliyetlerinin gereği olmalıdır. Yani şirketin kendi iş sahasını genişletmesi, yeni bir şube açması veya taşınması gibi somut ve gerçek bir ihtiyaç bulunmalıdır. Özellikle hizmetin ifası veya işin devamı için ihtiyaç varsa, tahliye davası açılması yasal hakkınızdır.

Yeni Malik (Ev Sahibi) Tarafından Açılan Davalar

Kiralanan taşınmazın yeni bir malik tarafından alınması hâlinde, yeni malik de ihtiyaç nedeniyle tahliye davası açma hakkına sahiptir. Yeni malik, kendisinin, eşinin, altsoyunun, üstsoyunun veya kanun gereği bakmakla yükümlü olduğu kimselerin ihtiyacı gerekçesiyle bu davayı açabilir.

Bunun için yasa, yeni malikin taşınmazı edinmesinden itibaren bir ay içinde kiracıya ihtarname göndermesini şart koşar. Bu ihtar ile birlikte, taşınmazı edinmesinden itibaren 6 ay sonra veya kira süresinin bitiminde tahliye davası açabilir. Yasal sürelerin çok önemli olduğu unutulmamalıdır; aksi halde yeni malik bu hakkını kaybedebilir. Yani yeni malik hızlı davranmalı, yasal bildirim ve süreleri dikkatle takip etmelidir.

Önemli: Yeni malik tarafından açılan davalar, eski malikin haklarından bağımsız olur ve sadece yeni malik ile kiracı arasındaki ilişki üzerinden yurulanır. Bu konuda yasal düzenlemeler ve Yargıtay kararları net bir uygulama çerçevesi sunmaktadır.

İhtiyacın Türleri (Konut, İş Yeri, Yakınların İhtiyacı vb.)

İhtiyaç nedeniyle tahliye davası koşulları arasında en önemlisi, ihtiyacın türüdür. Türk Borçlar Kanunu’na göre, ev sahibi veya iş yeri sahibi hem kendi ihtiyacı hem de yakınlarının ihtiyacı için tahliye isteyebilir. İhtiyacın türleri üç ana başlıkta incelenir:

  • Konut İhtiyacı: Ev sahibi ya da yakınlarının (örneğin çocuk, eş, anne, baba) kendilerinin oturacağı bir yere ihtiyaç duyması.
  • İş Yeri İhtiyacı: İş yeri sahibi ya da yakınlarının bizzat işyeri olarak kullanmak amacıyla taşınmaza gereksinim duyması.
  • Yakınların İhtiyacı: Kanunda belirtilen altsoy (çocuk, torun), üstsoy (anne, baba, dede), eş veya ev sahibinin bakmakla yükümlü olduğu diğer kişiler için konut veya iş yeri ihtiyacı duyması.

Konut ve iş yeri amacıyla tahliye davası açılması mümkün olup, hem gerçek kişiler hem de yasal zorunluluk gereği bakmakla yükümlü olunan kişiler için bu hak kullanılabilir. Ancak işyeri ihtiyacının gerçekten mesleki veya ticari bir amaçla olması gerekir; sırf kiracıyı çıkarmak için işyeri açma iddiası samimi kabul edilmez.

Altsoy, Üstsoy ve Bakmakla Yükümlü Olunan Kişiler

Konut veya iş yeri ihtiyacı sadece ev ve iş yeri sahibinin şahsi ihtiyacı ile sınırlı değildir. Türk Borçlar Kanunu madde 350, ev sahibinin eşi, altsoyu (çocuk, torun), üstsoyu (anne, baba, büyükbaba, büyükanne) ve bakmakla yükümlü olduğu diğer kişiler lehine de tahliye davası açılmasına izin vermektedir. Bakmakla yükümlü olunan kişiler arasında yasal olarak nafaka verilmesi zorunlu olanlar (örneğin eş, küçük çocuklar ve bazı durumlarda kardeşler) yer alır.

Yargıtay kararlarına göre, bu kişilerin gerçekten orada oturma ya da işyeri olarak kullanma ihtiyacı varsa ve başka makul bir alternatif barınma yerleri yoksa, talepleri geçerli sayılır.

İhtiyacın Gerçek, Samimi ve Zorunlu Olması

İhtiyaç nedeniyle tahliye davası açılabilmesi için, ihtiyacın gerçek, samimi ve zorunlu olması gerekir. Yani, ev sahibinin veya yukarıda sayılan yakınlarının gerçekten başka bir yerde oturma veya işyeri açma şansı yoksa ve buna gerçekten ihtiyaç duyuyorsa, bu koşul sağlanmış olur.

  • Gerçek İhtiyaç: Dayanılan ihtiyacın somut gerçeklere dayanması gerekir. Mesela ev sahibi başka bir konutta oturabilirken, sırf kira bedelini artırmak için tahliyeyi istemesi gerçek ihtiyaç değildir.
  • Samimi İhtiyaç: İhtiyacın tamamen içtenlikle ileri sürülmesi lazım. Ev ya da işyeri ihtiyacının geçici bir durum ya da kiracıyı çıkarmaya yönelik bir taktik olmaması önemli.
  • Zorunlu İhtiyaç: Mevcut durumda başka konut ya da işyeri seçeneğinin bulunmaması gerekir. Örneğin, şehir dışındaki bir taşınmaz ihtiyacın zorunluluğu için yeterli olmayabilir.

Yargıtay ve yerel mahkemeler, ihtiyacın samimiyetini ve zorunluluğunu titizlikle inceler. Kiracının tahliyesi ancak bu şartlar sağlanırsa mümkün olur.

Geçici ve Keyfi İhtiyaçlarda Tahliye Mümkün mü?

İhtiyaç nedeniyle tahliye davasında önemli bir koşul da, ihtiyacın devamlılık arz etmesidir. Geçici veya keyfi ihtiyaç durumlarında tahliye kararı verilmez. Örneğin, yaz tatilini geçirmek için taşınmaza ihtiyacınız varsa ya da sadece kira artışı amacıyla tahliye talep ediyorsanız mahkeme bu isteğinizi kabul etmez.

  • Geçici İhtiyaçlar: Belirli bir süreyle sınırlı ve kalıcı olmayan ihtiyaçlar tahliye nedeni sayılmaz. Örneğin, kısa süreli misafir ağırlama ya da birkaç ay konaklama gibi durumlar.
  • Keyfi (Gereksiz) İhtiyaçlar: Gerçekten ihtiyaç duyulmayan, sırf kiracıyı çıkarmak veya başka bir amaç için oluşturulan nedenler geçerli değildir.

Sonuç olarak, sürekli ve zorunlu bir ihtiyaç olmadıkça, özellikle geçici veya samimiyetsiz gerekçelerle açılan tahliye davaları reddedilmektedir.

Not: Bu davalarda mahkemelerin değerlendirmesi somut olaydaki gerçek duruma ve ispat edilen belgelere göre yapılır. Bu nedenle dava açmadan önce hukuki destek alınmasında fayda vardır.

Yasal Prosedür ve Dava Süreci

İhtiyaç nedeniyle tahliye davası açmak isteyen mal sahiplerinin belirli yasal prosedürleri takip etmeleri gerekir. Bu bölümde, dava açma süreleri, ihtarname şartı, dava dilekçesi, yetkili mahkeme ve arabuluculuk zorunluluğu hakkında ayrıntılı bilgiler bulabilirsiniz. Tahliye davası sürecinde yapılan hatalar, hak kaybına sebep olabileceğinden sürecin adım adım anlaşılması önemlidir.

Dava Açma Süreleri ve Dikkat Edilmesi Gerekenler

Dava açma süreleri, ihtiyaç nedeniyle tahliye davasında en çok merak edilen konulardan biridir. Dava açma süresi, kira sözleşmesinin türüne göre değişir. Hangi tip kira sözleşmesine sahip olduğunuza göre hareket etmeniz gerekir. Eğer süreyi kaçırırsanız tahliye talebiniz reddedilebilir.

Belirli Süreli Kira Sözleşmelerinde Süreler

Belirli süreli kira sözleşmeleri, başlangıç ve bitiş tarihi açıkça belli olan sözleşmelerdir. Bu tür sözleşmelerde, tahliye davası açabilmek için sözleşme süresinin bitiminden itibaren 1 ay içinde ihtar çekilmeli ve dava açılmalıdır. Dikkat edilmesi gereken en önemli nokta; ihtarın, sözleşme süresi bitmeden veya bitiminden hemen sonra, yani bir aylık hak düşürücü süre dolmadan gönderilmesidir. Daha sonra açılan davalar mahkemece reddedilir. Ek olarak, bazen sözleşmenin yenilendiğini ispatlamak veya süreyi yanlış hesaplamak gibi hatalar yapılır; bu tür durumlarda bir avukattan destek alınması önerilir.

Belirsiz Süreli Kira Sözleşmelerinde Süreler

Belirsiz süreli kira sözleşmelerinde ise fesih bildirimini takip eden kira dönemi sonunda tahliye talep edilebilir. Yani, fesih bildiriminin en az üç ay öncesinden kiracıya ulaşması ve ardından kira döneminin sonunda dava açılması gerekir. Burada da sürelerin yanlış hesaplanması, yanlış tarihte bildirim yapılması gibi hatalar kiracının tahliye edilememesine neden olabilir. Kanun bu konuda oldukça açıktır; sürelerin ve usulün hatasız takip edilmesi gerekir.

İhtarname Şartı ve Uygulaması

İhtiyaç nedeniyle tahliye davası açmadan önce ihtarname gönderme şartı vardır. İhtarnamenin kiracıya noter kanalıyla veya taahhütlü mektupla ulaştırılması esastır. İhtarname, ihtiyacın gerekçesine ve kim için olduğuna dair açık şekilde yazılmalı; ayrıca tarafların bilgileri eksiksiz olmalıdır. İhtar çekilmeden doğrudan dava açılırsa, dava usulden reddedilebilir.

İhtarnamenin ulaşma tarihi, dava açma süreniz için de çok önemlidir. Yanlış adrese gönderilen veya içeriği yetersiz ihtarname geçersiz sayılabilir. Bu yüzden uzman kişilerden destek almak faydalı olur.

Dava Dilekçesi ve Gerekli Belgeler

Tahliye davası açarken, dava dilekçesi açık ve anlaşılır şekilde hazırlanmalıdır. Dilekçede, ihtiyaç nedeni net olarak anlatılmalı, kim için ve ne amaçla tahliye istendiği yazılmalı ve deliller belirtilmelidir. Gerekli belgeler arasında;

  • Kira sözleşmesi aslı veya örneği,
  • Gönderilen ihtarname ve tebliğ edildiğine dair belgeler,
  • İhtiyacın ispatına yarayacak başka evraklar (nüfus kayıt örneği, tapu kaydı vb.)

bulunmalıdır. Tüm bu evraklar, davanızın ispatı için büyük önem taşır.

Sulh Hukuk Mahkemesinin Yetkisi

İhtiyaç nedeniyle tahliye davaları yalnızca Sulh Hukuk Mahkemesi‘nde açılabilir. Davanın açılacağı mahkeme, kiralanan taşınmazın bulunduğu yerdeki sulh hukuk mahkemesidir. Farklı bir yerde açılan davalarda mahkeme, yetkisizlik kararı verir ve dosya taşınmazın bulunduğu yere gönderilir. Bu tür gecikmeler yaşamamak adına davanın doğru yerde açıldığından emin olunmalıdır.

Arabuluculuk Zorunluluğu

2023 yılında yapılan yasal değişiklikle birlikte, ihtiyaç nedeniyle tahliye davalarında arabuluculuk zorunlu hale getirilmiştir. Yani, arabuluculuğa başvurmadan doğrudan mahkemeye gidilemez. Önce arabulucuya başvurup anlaşamama halinde arabuluculuk son tutanağı ile dava açılması gerekir. Arabuluculuk başvurusu, tahliye davasının ön şartı haline gelmiştir. Eğer bu adım atlanırsa mahkeme davayı usulden reddeder.

İhtiyaç nedeniyle tahliye davalarında, zamanında ve usulüne uygun hareket etmek, hak kayıplarını engeller ve sürecin daha hızlı ilerlemesini sağlar.

Deliller ve İspat

İhtiyacın İspatında Kullanılan Belgeler

İhtiyaç nedeniyle tahliye davasında en önemli adımlardan biri, ev sahibinin ihtiyacını ispatlamasıdır. Mahkemeler, iddia edilen ihtiyacın gerçek, samimi ve zorunlu olup olmadığını detaylı şekilde inceler. Bu süreçte sunulan belgelerin kuvvetli ve inandırıcı olması gerekir.

İspat için mahkemeye sunulabilecek başlıca belgeler şunlardır:

  • Nüfus kayıt örnekleri: Evin ya da iş yerinin ihtiyaç sahibi ve yakınları açısından kullanılacağına dair ilişkileri gösteren resmi belgeler.
  • İkametgâh belgeleri: İhtiyaç sahibinin şu an nerede oturduğuna ve yeni taşınma ihtiyacına dair kanıt.
  • Sağlık raporları: Sağlık sebebiyle uygun bir eve ya da iş yerine geçilmesi gerektiğine dair doktor ya da hastane raporları.
  • Resmi yazılar: Çocuğun ya da anne-babanın iş durumu, transferi, eğitim kurumlarından alınan öğrenci belgeleri, atama belgeleri.
  • Tanık ifadeleri: Gerçekten ihtiyaç olup olmadığını destekleyen aile bireyleri veya çevreden kişiler.
  • Kira sözleşmesi ve tapu kayıtları: Mevcut oturanın kiracı olup olmadığını ve taşınmazın sahibinin kim olduğunu gösterir belgeler.

Bu belgelerin ve gerekirse ek delillerin etkili şekilde sunulması, davanın başarılı sonuçlanmasını kolaylaştırır. Eksik veya yetersiz belge sunulması davanın reddine yol açabilir.

Yargıtay Kararlarında Kabul Edilen İhtiyaç Türleri

Yargıtay, ihtiyaç nedeniyle tahliye davalarında ihtiyacın gerçek ve samimi olup olmadığına bakar ve bu konuda belirli standartlar oluşturmuştur. Yargıtay’ın verdiği kararlarda, temel olarak şu ihtiyaç türleri kabul edilmektedir:

  • Konut ihtiyacı: Ev sahibinin ya da yakınlarının (örneğin çocuk, eş, altsoy ve üstsoy) barınma ihtiyacı.
  • İş yeri ihtiyacı: Ev sahibi veya yakınlarının yeni bir iş kurma ya da mevcut işini yürütmek için iş yerine ihtiyaç duyması.
  • Yakınların ihtiyacı: Anne-baba, çocuk, evli çocuklar, gelin veya damat gibi belirli yakın akrabaların konut veya iş yeri ihtiyacı.
  • Kamu görevlisi ataması: Kamu görevlisinin başka bir yere atanması ve yeni görev yeri dolayısıyla taşınma ihtiyacı.
  • Boşanma, evlenme sonrası oluşan ihtiyaçlar: Boşanan veya evlenen çocukların bağımsız yaşama ihtiyacı.

Yargıtay’ın kararlarına göre, bu ihtiyaçlardan biri veya birkaçı gerçekleşmişse ve bunlar gerçek, samimi, zorunlu ise tahliye kararı verilebiliyor.

Evlenme, Sağlık, Eğitim, Eşya Saklama İhtiyacı vb. Örnekler

İhtiyaç nedeniyle tahliye davasında mahkemelerin kabul ettiği bazı tipik ihtiyaç örnekleri şunlardır:

  • Evlenme ihtiyacı: Ev sahibinin çocuğunun evlenip ayrı bir konuta ihtiyacı olması. Örneğin; oğlunun evlenecek olması ve kendi evine taşınmak istemesi.
  • Sağlık ihtiyacı: Yaşlı ya da hasta bir yakının bakımı gerektirdiğinde, ev sahibi bu kişiyi daha rahat yerde barındırmak için tahliye isteyebilir. Sağlık raporu ile desteklenirse, bu durum mahkemece ciddi gerekçe sayılır.
  • Eğitim ihtiyacı: Öğrencinin eğitim göreceği okula yakın bir evin temini için tahliye talep edilmesi. Özellikle başka şehirde okuyacak bir çocuğun barınma ihtiyacı bu kapsamda değerlendirilebilir.
  • İş yeri ihtiyacı: Ev sahibi kendi adına ya da çocukları için iş yeri açacaksa, kullanılmayan taşınmazı tahliye ettirmek isteyebilir.
  • Eşya saklama ihtiyacı: Eşya biriktirme ya da depolama, başlı başına ihtiyaç sayılmaz. Ancak sağlık, taşınma veya yaşam koşullarıyla birleşen, gerçek ve zorunlu eşya saklama ihtiyacıyla birlikte gündeme gelirse, mahkeme bunu dikkate alabilir.

Mahkemeler, her ihtiyacı olayın özelliğine göre değerlendirir ve yalnızca gerçek ve zorunlu ihtiyaçların tahliye nedeni olabileceği görüşündedir. Kendi yaşanmış olayınıza uygun olarak hangi belgelerle ihtiyacı destekleyebileceğinizi bir uzmandan veya avukattan öğrenmek, süreci hızlandıracaktır.

Tahliye Sonrası Yeniden Kiralama Yasağı

Tahliye sonrası yeniden kiralama yasağı, Türk Borçlar Kanunu’nun 355. maddesine göre düzenlenmiştir. İhtiyaç, yeniden imar veya inşa sebebiyle açılan tahliye davalarında, ev sahibi ya da iş yeri sahibi, haklı bir sebep olmaksızın tahliye edilen taşınmazı üç yıl boyunca eski kiracısından başkasına kiralayamaz. Bu sürenin amacı, ev sahiplerinin kiracıyı haksız yere çıkarmasını engellemektir.

Yeniden kiralama yasağı sadece konutlarda değil, çatılı iş yerlerinde de uygulanır. Yeniden kiralama yasağının ihlali halinde ise eski kiracı hak talebinde bulunabilir. Eğer eski mal sahibi haklı bir neden olmadan mülkü başkasına kiralarsa, kiracıya bir yıllık kira bedeli kadar tazminat ödemek zorunda kalır.

Tazminat Sorumluluğu

Tahliye davasında tazminat sorumluluğunun doğması, genellikle kiralananın yeniden kiralama yasağı süresi içinde başkasına verilmesi veya ihtiyacın samimiyetsiz çıkması durumunda gündeme gelir. Eski kiracı, haksız tahliye sebebiyle zarar görmüşse, kiraya verene karşı maddi tazminat davası açabilir. Ayrıca, yeniden kiralama yasağına aykırılık halinde, son yılın kira bedeli oranında tazminat ödenmesi söz konusu olur.

Diğer yandan, tahliye işlemi sırasında ev sahibinin zarar görmesi (örneğin kiracının evi geç boşaltması nedeniyle) durumunda da kiracıya karşı tazminat talep edilebilmesi mümkündür. Ancak, tüm tazminat konularında zarar ve samimiyetsizlik ispatı gerekir.

Kiralananın Yeniden İmar ya da İnşası Nedeniyle Tahliye

Kiralananın yeniden imar ya da inşası nedeniyle tahliyesi de Türk Borçlar Kanunu’nda açıkça yer alır. Eğer taşınmaz esaslı bir tadilattan, yıkılıp tamamen yeniden yapılacak bir inşaattan veya kapsamlı imardan geçecekse, ev sahibi tahliye davası açabilir. Dava açılırken, yeniden inşa veya imar durumunun ciddiyeti ve zorunluluğu mahkemeye sunulmalı ve projeler, belediye yazışmaları gibi belgelerle ispat edilmelidir.

Ayrıca, yeniden imar ve inşa nedeniyle tahliye edilen kiracının, taşınmazın eski haliyle üç yıl başkasına kiralanmasına engel olan yeniden kiralama yasağı yine devreye girer.

Fesih Bildirimi ve Sürelerine Uyulmamasının Sonuçları

Tahliye davalarında fesih bildirimi süresi ve dava açma süreleri çok önemlidir. Özellikle belirli süreli kira sözleşmelerinde, kontrat bitiminden itibaren bir ay içinde; belirsiz süreli kira sözleşmelerinde ise dafih dönemi ve fesih bildirim süresi kanuna uygun şekilde kullanılmalıdır.

Eğer fesih bildirimi ve dava açma süresi geçirilirse, ev sahibi bir sonraki kira yılına kadar tahliye davası açma hakkını kaybeder. Yani, zamanında işlem yapılmazsa, kira kontratı otomatik olarak bir yıl daha devam eder. Böyle bir durumda kiracının tahliyesi mümkün olmaz, dava açılmışsa da mahkeme davanın reddine karar verir.

Sonuç olarak, hem ev sahibi hem de kiracının, tahliye davalarında süreler ve yasağın sonuçları hakkında dikkatli olması gerekir. Hak kaybı yaşamamak için sürelere hassasiyet göstermek, doğru fesih ve ihtar işlemleri yapmak, hem maddi hem de hukuki sonuçlardan korunmak için en önemli adımdır.

Sıkça Sorulan Sorular

Dava Ne Kadar Sürer?

İhtiyaç nedeniyle tahliye davası, genellikle 1 yıl ile 1,5 yıl arasında sonuçlanmaktadır. Mahkemelerdeki iş yoğunluğu ve davadaki tarafların tutumu, bu süreyi etkileyebilir. Bazı kaynaklara göre, işlerin çok hızlı ilerlediği nadir durumlarda 3-6 ayda karar alınabileceği belirtilse de, pratikte kararın kesinleşmesi ve tahliye işleminin tamamlanması genellikle bir yılı bulur. Eğer karar üst mahkemeye taşınırsa (istinaf ve temyiz), dava süreci 2 yıla kadar uzayabilir. Özellikle büyük şehirlerde Sulh Hukuk Mahkemeleri’nde yoğunluk olduğunda süreç biraz daha uzun sürebilir.

İhtiyaç Nedeniyle Tahliye ve Diğer Tahliye Sebepleri Arasındaki Farklar

İhtiyaç nedeniyle tahliye, kira hukuku kapsamında en çok başvurulan tahliye sebeplerinden biridir. Bu tahliye sebebinde kiraya verenin ya da yakınlarının gerçekten ve samimi şekilde konuta veya iş yerine ihtiyacı olması gerekir. Diğer tahliye sebepleri ise şunlardır:

  • Tahliye taahhütnamesine dayanarak tahliye (kiracı yazılı taahhütle evi bırakacağını taahhüt ederse),
  • Kira bedelinin ödenmemesi,
  • Kiracı tarafından kira sözleşmesi hükümlerinin ihlal edilmesi,
  • Yeniden inşa veya imar nedeniyle tahliye.

En önemli fark, ihtiyaç sebebinde mahkemeye “samimi ve gerçek bir ihtiyaç” ispatı gerekirken diğer tahliye yollarında genellikle daha açık ve kolay ispatlanabilir sebepler gündeme gelir. Ayrıca ihtiyaç nedeniyle tahliye davası sonucunda, kiraya veren 3 yıl boyunca aynı yeri başkasına kiraya veremez (haklı sebep dışında).

İhtarname Ne Zaman ve Nasıl Gönderilmelidir?

İhtiyaç nedeniyle tahliye davası açmadan önce ihtarname gönderilmesi, duruma göre değişir:

  • Belirli süreli kira sözleşmelerinde: Kira süresi bittikten sonra, en geç 1 ay içinde dava açılmalıdır. İhtarda bulunmak yasal olarak zorunlu değilse de, ispat kolaylığı için önerilir.
  • Belirsiz süreli kira sözleşmelerinde: Kiracıya tahliye talebinizi bildirmek uygun olur; en az 3 ay önce yazılı ihtarname gönderilmesi tavsiye edilir.

Yeni malikseniz, evi satın aldığınız tarihi izleyen 1 ay içinde kiracıya ihtarname göndermelisiniz. Bu ihtarnameyi noterden veya taahhütlü posta ile göndermek hem geçerlilik hem de ispat açısından en doğrusudur.

Satın Alınan Evdeki Kiracının Durumu

Satın alınan bir evde mevcut bir kiracı varsa, yeni malik kendisinin, eşinin, çocuklarının, anne veya babasının ihtiyacı için tahliye davası açabilir. Ama öncelikle, tapuda devir tarihini izleyen 1 ay içinde kiracıya yazılı ihtarname göndermeli ve bu ihtardan 6 ay sonra tahliye davası açmalıdır. Kiracı ihtardan sonra 6 ay boyunca evde kalmaya devam edebilir. Bu sürenin ardından, 1 ay içinde dava açılması gerekmektedir.

Eğer yeni malik ihtarname göndermeden direkt davaya başvurursa, dava usulden reddedilebilir. Ayrıca eski taşınmaz sahibinin yaptığı kira sözleşmesi yeni malik için de bağlayıcıdır; yeni malik eski kontrat bitene kadar sözleşme hükümlerine uymak zorundadır.

Davada Arabuluculuk Süreci Nasıl Başlatılır?

2023 yılından itibaren, ihtiyaç nedeniyle tahliye davalarında arabuluculuk başvurusu zorunludur. Arabuluculuk süreci olmadan doğrudan dava açılamaz; açılırsa mahkeme davayı usulden reddeder.

Arabuluculuk sürecini başlatmak için şu adımlar izlenir:

  1. İkamet ettiğiniz yerdeki adliyede Arabuluculuk Bürosu’na başvurulur.
  2. Arabulucu görevlendirilir ve süreç en fazla 3 hafta içinde tamamlanmalıdır (gerekirse 1 hafta daha uzatılabilir).
  3. Taraflar anlaşırsa, anlaşma tutanağı düzenlenir ve dava açmaya gerek kalmaz.
  4. Anlaşma sağlanamazsa, “anlaşmazlık tutanağı” ile birlikte mahkemeye başvurulabilir.

Unutmayın: Arabuluculuk başvurusunun tarihi dava açma süresinin hesaplanmasında dikkate alınır. Dolayısıyla sürelere çok dikkat etmelisiniz.

Not: Her adımda bir avukattan destek almanız faydalı olacaktır ve süreçteki en önemli unsur, sürelerin kaçırılmamasıdır!

Dava Açarken Yaygın Hatalar

İhtiyaç nedeniyle tahliye davası açanların uygulamada sıkça yaptığı hataların başında, ihtiyacın gerçek ve samimi şekilde ortaya konulamaması gelir. Davacılar, çoğu zaman yalnızca beyanla davayı açmakta ve buna dair güçlü delil sunmamaktadır. Bir diğer hata, dava açma süresinin kaçırılmasıdır. Özellikle belirli süreli kira sözleşmelerinin bitiminden itibaren bir ay içinde dava açılmaması davanın reddine sebep olabilir. İhtarname gönderilmeden dava açılması da mahkemelerin davayı reddetmesine yol açan bir diğer yaygın hatadır. Ayrıca, ev sahibinin ihtiyacının dışında başka taşınmazının olup olmadığının araştırılmaması da sorun yaratır. Mahkemeler, davacı ev sahibinin aynı bölgede kullanabileceği başka bir taşınmazı varsa tahliye talebini nadiren kabul eder. Eksik veya hatalı belgelerle dava açmak ve kira sözleşmesindeki taraflar ile davacının aynı olup olmadığını kontrol etmemek de sürecin en başında yapılan hatalardandır.

İspat Güçlükleri ve Hukuki Destek

İhtiyaç nedeniyle tahliye davasında ispat yükü davacıya aittir ve ihtiyacın gerçek, samimi ve zorunlu olduğunun kanıtlanması gerekir. Mahkemeler çoğunlukla tapu kayıtları, ikametgah belgeleri, işyeri ihtiyaçlarında faaliyet belgeleri, sağlık raporları gibi somut belgeler talep eder. Bu nedenle, davasını sadece yazılı beyanlarla değil maddi delillerle destekleyemeyen davacıların tahliye kararı alması güçleşir. Ayrıca davacının veya ihtiyacı olan kişinin halihazırda kirada yaşıyor olması ya da başka bir konutta oturması gibi durumlar, samimi ihtiyaç iddiasını zayıflatır.

Davadaki süreç karmaşık ve detaylara dikkat edilmesi gereken birçok hukuki aşama içerir. Yanlış bir adım davanın reddine yol açabileceği için, uygulamada deneyimli bir avukattan destek almak başarı şansını önemli ölçüde artırır. Avukat, hangi belgelerin sunulması gerektiği, nasıl bir savunma yapılacağı ve tüm yasal prosedürlerin doğru işletilmesinde rehber olur. Ayrıca, mahkeme ve arabuluculuk süreçlerinde uzman desteği ile ispat yükünün başarıyla yerine getirilmesi mümkün olur.

Önemli Yargıtay Kararları ve İçtihatlar

Yargıtay, ihtiyaç nedeniyle tahliye davalarında ihtiyacın gerçek, samimi ve zorunlu olmasını kesin şekilde aramaktadır. Kararlarda, sırf ekonomik veya yatırım amaçlı ihtiyaç iddiaları yeterli görülmemekte, kiraya verenin veya kanunda belirtilen yakınlarının başka bir konutunun olup olmadığı dikkatlice incelenmektedir. Özellikle, “mal sahibinin aynı yerde, ihtiyacını karşılayacak başka bir taşınmazı varsa, tahliye talebinin reddi gerekir” şeklindeki içtihat yerleşiktir.

Ayrıca Yargıtay, ihtiyaç iddiasının dava tarihinde mevcut ve devam ediyor olması gerektiğini vurgular. Yani dava açtıktan sonra dahi ihtiyacın ortadan kalkması davanın reddiyle sonuçlanabilir. Bazı önemli kararlar arasında, yeni malikin ihtiyaç nedeniyle tahliye hakkını edinme tarihinden itibaren yasal sürelerinde kullanması ve ihtiyacı gerçek şekilde belgeleyerek mahkemeye sunması gerektiği vurgulanır.

Özetle, Yargıtay kararları tüm detaylara, ispat yüküne, ihtiyacın gerçekliğine ve davacı ile kiralayan arasındaki ilişkilere titizlikle bakmakta; kanun ve uygulamadaki sınırların dışına çıkan talepleri ise reddetmektedir. Bu nedenle, davacının hem usulde hem de esasta sağlam ve belgeli bir başvuru yapması gereklidir.

Kira Bedelinin Tespiti Davası Şartları

Kira bedelinin tespiti davası açmak isteyen kiracı veya kiraya verenler için belirli şartlar bulunmaktadır. Öncelikle, kira sözleşmesinin yazılı ya da sözlü olarak yapılmış olması gerekiyor. Ayrıca, kira tespit davaları, taşınmazın bulunduğu yer Sulh Hukuk Mahkemesi‘nde açılmalıdır. Mahkeme, dava sonrasında tespit edilen kira bedelinin yeni dönemde geçerli olabilmesi için, davanın yeni kira döneminden en az 30 gün önce açılması şartını aramaktadır. Bu tür davalarda, beş yıldan uzun süreli sözleşmeler için artış talep edilebilir, ancak bu durumda dahi hukuki yararın bulunması gereklidir.

Kira bedelinin tespitine yönelik dava açmadan önce, kiracı veya kiraya verenin arabuluculuk sürecini tamamlaması gerekmektedir. Aksi takdirde, mahkeme davayı reddedebilir. Kira sözleşmelerinde belirlenen yıllık artış oranı veya TÜFE oranı da dikkate alınarak çeşitli hesaplamalar yapılır. Bu süreçleri takip ederek kiracının veya kiraya verenin haklarını korumak mümkündür.

Kira Bedelinin Tespiti Davası Nedir?

Kira bedelinin tespiti davası, günümüzde özellikle hızla değişen ekonomik şartlar ve yüksek enflasyon nedeniyle hem ev sahipleri hem de kiracılar tarafından sıkça başvurulan bir hukuki işlemdir. Kira bedelinin belirlenmesinde taraflar arasında anlaşmazlık çıkarsa ya da mevcut kira bedelinin piyasa şartlarına göre düşük kaldığı düşünülürse, taraflardan herhangi biri sulh hukuk mahkemesine başvurarak kira bedelinin yeniden ve güncel şartlara uygun şekilde belirlenmesini talep edebilir.

Kira bedelinin tespiti davası, ilerleyen kira döneminden itibaren geçerli olacak yeni kira miktarının mahkeme kararıyla belirlenmesini amaçlar. Bu dava hem kiracı hem de kiraya veren tarafından açılabilir. Ancak unutulmamalıdır ki mahkeme, davada geçmişe dönük değil, yalnızca karar tarihinden sonraki kira dönemleri için hüküm kurar.

Kaynaklardan elde edilen bilgilere göre, kira bedelinin tespiti davası Türk Borçlar Kanunu’nun ilgili maddeleri çerçevesinde hem konut hem de işyeri kiralarında kullanılabilir. Mahkemeler bu davalarda, mülkün konumu, emsal kiralar, enflasyon oranı ve hakkaniyet gibi çeşitli kriterleri birlikte değerlendirir.

Kira Bedelinin Tespitinde Amaç ve Kapsam

Kira bedelinin tespitinde amaç, sözleşmesi devam eden kiracılık ilişkilerinde kira miktarının günümüz ekonomik koşulları göz önünde bulundurularak adil ve gerçekçi şekilde belirlenmesidir. Buradaki temel hedef, taraflar arasında daha önce belirlenmiş olan ve zaman içinde piyasadaki değişiklikler nedeniyle güncelliğini yitirmiş kira bedelinin, hem kiracı hem de ev sahibi açısından hakkaniyetli bir seviyeye çekilmesini sağlamaktır.

Kira bedelinin tespiti davası, yalnızca ilgili kira dönemi için yeni bedeli belirlemeye yöneliktir. Genellikle kira sözleşmelerinde bulunan artış maddesi zam oranını kapsasa da, taraflardan biri bu oranın piyasa değerinin altında kaldığını düşünür ve dava açarsa, mahkeme yeni kira bedelini tespit eder ve bu bedel dava sonunda belirli aylardan itibaren geçerli olur.

Davanın kapsamı ise, kira ilişkisi devam ettiği sürece mevcut bedelin tespitini içerir. Yani bu dava, geçmiş kira dönemlerine ilişkin kira farkı almak için değil, sadece karar sonrasındaki döneme ilişkin yeni bedeli belirlemek için açılır. Mahkeme, dava açılırken belirtilen dönemi dikkate alarak karar verir.

Kira Tespit Davası ile Uyarlama Davasının Farkları

Kira tespit davası ile uyarlama davası arasındaki farkların çok iyi anlaşılması gerekir.

Kira tespit davası, mevcut kira bedelinin piyasa koşullarına, emsal kiralara, TÜFE gibi ekonomik göstergelere ve yasal sınırlamalara uygun olarak yeni dönemde ne kadar olması gerektiğinin mahkeme kararıyla belirlenmesine yöneliktir. Özellikle 5 yıldan uzun süreli kira sözleşmelerinde daha çok görülür ve ileriye dönük olarak hüküm doğurur.

Uyarlama davası ise, olağanüstü koşullar (ekonomik kriz, dövizde beklenmedik artış, doğal afet vb.) nedeniyle kira sözleşmesinin taraflarından birinin sözleşmeye aynen devam etmesinin aşırı derecede güçleşmesi halinde açılır. Buradaki amaç doğrudan kira bedelini tespit etmek değil, yeni şartlara göre sözleşmenin yeniden düzenlenmesidir. Mahkeme, hak ve nesafete göre yeni bedel veya yeni hükümler belirleyebilir.

En büyük farklardan biri, kira tespit davasında genellikle 5 yıllık sürenin dolması şartı aranırken, uyarlama davası için böyle bir süre aranmaz; olağanüstü bir durumun varlığı yeterlidir. Ayrıca, kira tespit davası konut ve işyeri (çatı) kira sözleşmelerinde geçerlidir; uyarlama ise her türlü kira ilişkisinde uygulanabilir.

Kısacası;

  • Kira tespit davası, piyasaya uyum için,
  • Uyarlama davası ise olağanüstü şartlar nedeniyle adaleti sağlamak için açılır.

Her iki davanın da açılma sebepleri, usulleri ve sonuçları farklıdır. Bu nedenle hangisinin açılacağı konusunda profesyonel hukuki destek alınması tavsiye edilir.

Geçerli Kira Sözleşmesinin Bulunması

Kira bedelinin tespiti davası açmak için öncelikle geçerli bir kira sözleşmesi olması şarttır. Sözlü veya yazılı olması fark etmez; ancak kira ilişkisi ve var olan sözleşmenin ispat edilebilmesi gereklidir. Bu nedenle kira tespit davasında, taraflar arasında geçerli ve devam eden bir kira sözleşmesinin bulunması temel şarttır. Kira sözleşmesinin sona ermesi veya ortadan kalkması halinde bu davanın açılması mümkün değildir. Kira ilişkisi devam ettiği sürece hem kiracı hem de kiraya veren kira tespit davası başlatabilir.

Hukuki Yarar Şartı

Kira tespit davası açılabilmesi için hukuki yarar şartı da aranır. Taraflardan biri, mevcut kira bedelinin güncel piyasa koşullarına veya mevcut yasal sınırlamalara göre adil olmadığını düşündüğünde dava açabilir. Öncelikle tarafların kira bedelinin yeniden belirlenmesine gerçekten ihtiyaç duyması gerekir. Hakim, hukuki yararın bulunup bulunmadığını değerlendirerek davanın koşullarına bakar ve bu değilse davayı reddedebilir.

Kira Sözleşmesinin Türü ve Süresi

Kira bedelinin tespiti davası hem konut kiralarında hem de iş yeri kiralarında açılabilir. Ancak sözleşmenin süresi burada çok önemlidir çünkü hangi koşulda dava açılabileceği süreyle bağlantılıdır.

5 Yıllık Süre Şartı

Kira tespit davasını açmak için en sık karşılaşılan şartlardan biri 5 yıllık süre kuralıdır. Türk Borçlar Kanunu’na göre, taraflar sözleşmede artış oranı belirlemiş olsalar bile, her 5 yılın sonunda kira bedelinin yeniden tespiti için dava yoluna gidilebilir. 5 yıl dolmadan yalnızca TÜFE oranında artış mümkündür; fakat beşinci yılın dolmasından itibaren mahkeme, emsal kiralar ve hakkaniyet ölçüsünde yeni bir bedel belirleyebilir.

5 Yıldan Kısa Süreli Sözleşmelerde Dava Açılması

Eğer kira sözleşmesi 5 yıldan daha kısa süreli ise, kira tespit davası açılır ama mahkeme yalnızca TÜFE oranında artırıma gidebilir. Yani 5 yıldan önce açılan davalarda, taraflar arasında aksi kararlaştırılmış olsa bile, artış oranı yasal sınırı (TÜFE) aşamaz. 5 yıl dolmadan rayiç bedel üzerinden kira ayarlanamaz.

Kiraya Veren ve Kiracı Açısından Açılma Şartları

Kira tespit davasını hem kiraya veren (ev sahibi) hem de kiracı açabilir. Kiraya veren, kira bedelinin düşük kaldığını, kiracı ise piyasa koşullarına göre çok yükseldiğini düşünüyor olabilir. Her iki taraf da kira bedelinin adil şekilde belirlenmesi için mahkemeye başvurabilir ama dava açmadan önce sözleşmenin feshedilmemiş ve devam ediyor olması şarttır.

Arabuluculuk Başvuru Zorunluluğu

2023 yılı itibariyle kira bedelinin tespiti davası açılmadan önce arabuluculuk başvurusu zorunlu hale gelmiştir. Yani taraflar, mahkemeye gitmeden önce zorunlu olarak arabuluculuk yolunu denemek zorundadır. Eğer arabuluculuk görüşmesinden bir sonuç çıkmazsa, hazırlanan tutanak ile birlikte dava açılabilir. Arabuluculuğa başvurmadan açılan davalar usulden reddedilir ve dava süreci başlayamaz.

Özetle, kira tespit davası açmak isteyenler mutlaka geçerli bir kira sözleşmesiyle ve yasal sürelere dikkat ederek, önce arabuluculuğa başvurmalıdır. Özellikle 5 yıl kuralı ve hukuki yarar şartları mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır.

Kira Bedelinin Tespitinde Süreç

Davanın Açılacağı Zaman ve Bildirim (İhtar) Şartı

Kira bedelinin tespiti davası genellikle yeni bir kira dönemi başlamadan önce kiraya veren veya kiracı tarafından açılır. Özellikle kanun gereği davanın, yeni kira yılının başlamasından en az 30 gün önce açılması veya yine bu sürede karşı tarafa yazılı bildirim (ihtarname) gönderilmesi, yeni dönemde oluşacak kira bedelinin mahkeme tarafından tespit edilmesini sağlar. Aksi hâlde, mahkemenin belirleyeceği yeni kira bedeli bir sonraki dönemden itibaren geçerli olur.

Dava her zaman açılabilse de, bildirimin (ihtarın) zamanında yapılması, kararın istenen döneme uygulanması açısından oldukça önemlidir. Bu nedenle davacıların, yeni kira dönemi başlamadan en az bir ay önce ihtarname göndermesi veya davayı açması tavsiye edilir.

Yetkili ve Görevli Mahkeme

Kira tespit davalarında görevli mahkeme Sulh Hukuk Mahkemesi’dir. Yetkili mahkeme ise kiralanan taşınmazın bulunduğu yer sulh hukuk mahkemesi veya davalının ikametgâhının bulunduğu sulh hukuk mahkemesidir. Ancak uygulamada çoğunlukla taşınmazın bulunduğu yerde açmak pratikte doğru ve hızlı bir çözümdür. Mahkemeye yapılan başvuru, arabuluculuk süreci tamamlandıktan sonra yapılmalıdır.

Dava Açma Masrafları, Harç ve Giderler

Kira bedelinin tespiti davası açarken dava harcı ve gider avansı ödenmesi gerekir. Harç tutarı, talep edilen yeni kira bedeli ile mevcut kira bedeli arasındaki fark dikkate alınarak belirlenir. Bu fark üzerinden nispi harç alınır ve harç oranları genellikle %1 ile %3 arasında değişir. Dava açılışında ayrıca tebligat, bilirkişi ve keşif gibi işlemler için masraflar da eklenir; bu masraflar davanın seyrine göre değişebilir. Yine, avukatla çalışılıyorsa, ayrıca avukatlık ücreti de söz konusu olur.

Deliller ve İspat Araçları

Kira tespit davasında deliller ve ispat araçları davanın başarısı için oldukça önemlidir. Temel deliller arasında taraflar arasındaki kira sözleşmesi, emsal (benzer özellikteki) taşınmazların kira bedelleri, taşınmazın konumunu ve durumunu gösteren belgeler, ödeme makbuzları, gerekiyorsa tanık beyanları bulunur. Ayrıca, taşınmazın piyasa değerine dair emlak raporları ya da bölgedeki güncel kira oranlarını içeren dokümanlar da mahkemeye sunulabilir.

Bilirkişi Raporunun Rolü

Davada en kritik unsur ise bilirkişi raporudur. Mahkeme, taşınmazın gerçek değerini ve bulunduğu bölgedeki kira rayicini tespit etmek için genellikle konunun uzmanı bir bilirkişiyi görevlendirir. Bilirkişi, kiralananın konumu, özellikleri, büyüklüğü ve çevredeki emsal taşınmazların kira bedellerini dikkate alarak bir rapor hazırlar. Bu rapor hem objektif olmalı hem de tarafsız hazırlanmalıdır. Bilirkişi raporu, hâkime yol gösterir ama kesinlikle bağlayıcı değildir; mahkeme raporu dikkate alır ve hakkaniyete uygun bir karar verir. Taraflar, bilirkişi raporuna itiraz edebilir ve yeni rapor isteyebilirler.

Kısaca, kira bedelinin tespiti sürecinde doğru zamanda yapılan başvuru ve etkili delillerle desteklenen bir dosya, mahkemenin adil sonuca ulaşmasını kolaylaştırır.

TÜFE ve Yasal Sınırlamalar

Kira bedelinin belirlenmesi kriterleri denildiğinde, ilk akla gelen ölçütlerden biri TÜFE yani Tüketici Fiyat Endeksi’dir. Türk Borçlar Kanunu’na göre, konut ve iş yeri kira sözleşmelerinde kira artışı için üst sınır on iki aylık TÜFE ortalaması kadardır. Özellikle son yıllarda yaşanan yüksek enflasyon sebebiyle, konut kiralarında Haziran 2022’den 1 Temmuz 2024’e kadar ek olarak %25 zam sınırı uygulanıyordu. Bu süre bitmiş olup, artık yeniden TÜFE sınırı geçerli olmuştur.

Ayrıca, kira tespit davalarında sözleşmenin 5 yıldan kısa olması durumunda hakim sadece TÜFE’yi dikkate alırken, 5 yılı dolduran sözleşmelerde ise TÜFE sınırı aşılıp farklı kriterlerle yeni kira bedeli tespiti mümkündür. Yani, mahkeme tarafından belirlenen artış oranı TÜFE’nin üstüne çıkamaz, ancak 5 yıldan sonra emsal ve piyasa koşullarına göre farklı bir oran uygulanabilir.

Emsal Kira Bedelleri ve Piyasa Değeri

Kira bedelinin belirlenmesi kriterleri arasında emsal kira bedelleri çok önemli bir noktadadır. Emsal kira, aynı bölgede, benzer özelliklere sahip, aynı büyüklükte ve benzer kullanım amacındaki taşınmazların piyasa değeri esas alınarak tespit edilir.

Mahkeme, kira tespit davalarında, aynı sokakta veya mahallede kiralanan benzer özellikteki daire veya işyerlerinin güncel kira fiyatlarını dikkate alır. Emsal kira bedelleri için çoğunlukla emlakçılardan veya internet üzerindeki ilanlardan bilgi alınır ve bilirkişi raporlarında bu bedellere yer verilir. Hakim, elde edilen bu piyasa verilerinin ortalamasını ve taşınmazın özelliklerini dikkate alarak hakkaniyete uygun bir kira bedeli belirler.

Hakkaniyet İndirimi

Kira bedelinin belirlenmesi kriterleri hazırlanırken, özellikle uzun süreli kiracılar için hakkaniyet indirimi uygulanabilir. Yargıtay kararlarına göre, kiracı uzun süre aynı evde veya işyerinde oturuyorsa, mahkeme yeni belirlenen kira bedelinden %5 ila %20 arasında bir indirim yapabiliyor. Hakkaniyet indirimi, genellikle “eski kiracı indirimi” olarak da bilinir.

Bu uygulamanın amacı, kiracının güvenliğini ve sosyal barışını korumaktır. Ancak indirimin oranı mahkemenin takdirine kaldığı için her davada farklılık gösterebilir. Bilirkişi, genellikle yeni belirlediği rayiç bedel üzerinden bu indirimi raporunda belirtir ve hakim de bu öneriyi göz önünde bulundurur.

Mahkemece Uygulanan Ölçütler

Kira bedelinin tespitinde mahkeme, birden fazla ölçütü birlikte değerlendirir:

  • On iki aylık TÜFE ortalaması (özellikle ilk 5 yıl için)
  • Kiralananın yeri, büyüklüğü, yaşı, fiziksel durumu
  • Emsal kira bedelleri ve güncel piyasa koşulları
  • Kiracının ve taşınmazın özel durumları (örneğin uzun süredir oturan kiracılar için hakkaniyet indirimi)
  • Sözleşmedeki artış şartları (varsa)

Mahkeme, tüm bu kriterlere göre adil ve makul bir kira bedeli belirler. Eğer 5 yıllık süre geçmişse, artık sadece TÜFE değil; emsal ve piyasa değeri ile hakkaniyet prensipleri de devreye girer.

Özetle, kira tespit davasında yeni kira bedeli belirlenirken TÜFE, emsal kira bedelleri, piyasa değeri ve hakkaniyet indirimi başta olmak üzere çok yönlü incelenir. Her bir ölçüt, dosyanın ve taşınmazın özelliklerine göre mahkeme tarafından uyarlanır. Bu sayede hem ev sahibi hem kiracı açısından hakkaniyetli bir karar amaçlanır.

Kira Bedelinin Tespiti Davasının Sonuçları

Kararın Geçerliliği ve Uygulama Zamanı

Kira bedelinin tespiti davasında verilen mahkeme kararı, genel olarak kararın kesinleşmesinden itibaren geçerli olur. Ancak Türk Borçlar Kanunu’nun 344. maddesi uyarınca, dava tarihi önemli bir kriterdir: Eğer dava süresi içinde açıldıysa, yeni kira bedeli genellikle yeni kira döneminin başlangıcından itibaren (örneğin kontrat yenileme tarihlerinden) uygulanır. Yani mahkeme kararı kesinleştikten sonra bile, tespit edilen yeni kira bedeli çoğunlukla kiracıya geriye dönük şekilde uygulanabilir.

Bu süreçte, mahkemeler karar yazısında uygulama başlangıç tarihini açıkça belirtir. Kararın uygulanmaya başlanması için kesinleşmesi beklenmez, kararın kiracıya bildirildiği tarihten itibaren de yeni bedel talep edilebilir. Ancak tahsilat için çoğunlukla kararın kesinleşmiş olması gerekir.

Geriye Dönük Kira Tespiti Mümkün mü?

Geriye dönük kira tespiti genellikle dava açılma tarihiyle sınırlıdır. Kira tespit davası açıldığında, mahkemeler genellikle davanın açıldığı tarihten itibaren belirlenen yeni kira bedelinin geçerli olmasına hükmeder. Yani geçmiş yıllar için geriye dönük kira artışı talep edilemez; ancak davanın açıldığı kira dönemi başına kadar, yeni tespit edilen kira bedeli istenebilir.

Bu noktada önemli olan, davanın yeni kira döneminden önce veya en geç dönem bitiminden hemen sonra açılmasıdır. Çok daha eski kira dönemleri için geriye dönük olarak kira artırımı mümkün değildir. Ancak mahkeme kararı ile belirlenen fark, dava tarihinden itibaren uygulanabilir.

Kira Farkı ve İcra Takibi Süreci

Kira bedelinin tespiti davası sonucunda mahkemenin belirlediği yeni kira bedeli ile taraflar arasında ödenen eski kira bedeli arasında bir fark oluşabilir. Bu kira farkı, genellikle davanın açıldığı tarihten itibaren geçerli olur. Kiraya veren bu farkı kiracıdan tahsil etmek isterse, öncelikle mahkeme kararına dayanarak bir ihtarname gönderebilir veya icra takibi başlatabilir.

İcra takibi sürecinde, eğer kiracı yeni belirlenen kira bedelini ya da aradaki farkı ödemezse, kiraya veren ilamlı icra takibi başlatabilir. Kiracı, bu takibe itiraz etmez veya ödeme yapmazsa, kiraya veren kira farkını icra yoluyla tahsil edebilir. Ayrıca, gecikmiş ödemeler için yasal faiz talep etme hakkı da vardır.

Sonuç olarak, kira tespit davasının sonunda hem kira bedelinin güncellenmesi sağlanır hem de doğan farkın tahsili için yasal işlemler başlatılabilir. Kiracıların ve ev sahiplerinin bu süreçlerde haklarını iyi bilmeleri ve sürelere dikkat etmeleri oldukça önemlidir.

Sıkça Sorulan Sorular

Kira Tespit Davasında Zamanaşımı Var mı?

Kira tespit davasında zamanaşımı konusu kiraya verenler ve kiracılar için merak edilen bir detaydır. Kira tespit davası, bir tespit davası olduğu için zamanaşımına tabi değildir. Yani bu dava her zaman açılabilir, belli bir süresi yoktur. Ancak burada önemli bir ayrıntı bulunmaktadır: Mahkeme tarafından tespit edilen yeni kira bedeli geçmişe dönük olarak en fazla dava tarihinden itibaren geçerli olur. Yani bir kira döneminden eskiye dönük olarak yeni bedel uygulanamaz, davanın açıldığı tarihten önceki kira farkı istenemez. Bu nedenle zamanaşımı olmasa da, dava ne kadar erken açılırsa o kadar avantaj sağlar.

Dava Kısmi ve Belirsiz Alacak Davası Olarak Açılabilir mi?

Kira tespit davası kısmi dava veya belirsiz alacak davası olarak açılmaya genellikle uygun değildir, çünkü tespit davasında amaç, kira bedelinin tespitidir; bir alacak davası niteliğinde değildir. Ancak bazı durumlarda, örneğin geçmişe dönük kira farkları mahkemeden talep edilecekse veya yeni bedel üzerinden fazlaya ilişkin hakların saklı tutulmak istenmesi halinde, belirsiz alacak davası yöntemiyle başvurulabilir. Yine de kira tespit davalarında genellikle bu yönteme sık rastlanmaz. Dava açmadan önce somut olaya göre bu ayrıntının avukatla değerlendirilmesi önemlidir.

Dava Öncesi İhtarname Göndermek Zorunlu mu?

Kira tespit davası açılmadan önce ihtarname göndermek genellikle zorunlu değildir ancak bazı durumlarda gereklidir. Özellikle, davanın açıldığı yıl içinde yeni belirlenen kira bedelinin uygulanması isteniyorsa, yeni kira döneminden en az 30 gün önce ihtar çekilmiş olmalıdır. Dolayısıyla, yeni dönem başlamadan önce kiracıya yazılı bir bildirim yapılmazsa, tespit edilen kira bedeli ancak bir sonraki dönemden itibaren geçerli olur. Bu yüzden dava öncesi ihtarname genellikle tavsiye edilir ve sürecin doğru işlemesi için gereklidir.

Ev Sahibi Kira Tespit Davası Açarsa Kiracıyı Çıkarabilir mi?

Ev sahibi, kira tespit davası açtığı için kiracısını çıkaramaz. Bu dava yalnızca kira bedelinin yeniden belirlenmesine ilişkindir ve doğrudan tahliye ile ilgili değildir. Ancak, mahkeme tarafından tespit edilen yeni kira bedelinin kiracı tarafından ödenmemesi, kira sözleşmesinin feshi veya tahliyesi için ayrı bir takip veya dava konusunu oluşturabilir. Yani, sadece kira tespit davası açılması kiracının tahliye edilmesine temel teşkil etmez, endişeye gerek yoktur.

Tespit Edilen Yeni Kira Bedeli Ne Zaman Uygulanabilir?

Mahkeme tarafından tespit edilen yeni kira bedelinin uygulanma zamanı hem kiracı hem de kiraya veren açısından önemlidir. Genel kural, yeni belirlenen kira bedeli davanın açıldığı kira dönemi başından itibaren geçerli olur. Fakat, davadan önce ihtarname çekilmedi ise ya da ihbar şartına uyulmamışsa, yeni kira bedeli ancak bir sonraki kira başlangıç döneminden itibaren uygulanır. Bu nedenle, uygulama zamanı konusunda mağduriyet yaşanmaması için dava ve ihtar tarihi dikkatlice planlanmalıdır.

Not: Her davanın kendine özgü detayları olabileceğinden, uygulamada değişiklikler olabilir. Hak ve yükümlülüklerinizi en doğru şekilde öğrenmek için uzman bir avukattan destek almak faydalı olacaktır.

Uygulamada Sık Rastlanan Sorunlar

Kira tespit davası uygulamada çeşitli zorluklarla karşılaşılmaktadır. Uygulamada sık rastlanan sorunlar arasında ilk olarak beş yıl dolmadan kira tespit davası açılamayacağına dair yanlış bilgiler yer alır. Oysaki kira sözleşmesinde artış hükmü yoksa, beş yıldan önce de sınırlı şekilde tespit davası açmak mümkündür. Ancak, yanlış zamanda dava açılması davanın reddine yol açabilmektedir.

Başka bir sık karşılaşılan sorun ise davanın açılacağı tarihin ve ihtar şartının yanlış uygulanmasıdır. Kira tespit davasının, yeni kira döneminde geçerli olabilmesi için, dönemin başlangıcından en az otuz gün önceki bir tarihte ihtar gönderilmesi ya da dava açılması zorunludur. Pek çok dosyada ihtarname süresinin kaçırılması veya yanlış hazırlanması nedeniyle sonuç olumsuz olabilmektedir.

Davalarda bir diğer problem, bilirkişi raporlarının yeterli ve güncel emsal taşınmazlara dayandırılmamasıdır. Emsal seçiminde yapılan hatalar, bilirkişi raporunun ya da mahkeme kararının bozulmasına sebep olabilmektedir. Ayrıca özellikle eski kira sözleşmelerinde, artış oranının net ifade edilmemesi veya genel ifadeler kullanılması davayı karmaşıklaştırır.

Son olarak, taraflar arasında uyarlama davası ile kira tespit davası arasındaki farkların bilinmemesi de karşımıza sıkça çıkar. Yargıtay kararları da bu konuda açıklık getirerek, hangi durumlarda hangi davanın açılması gerektiğine dair yol göstermektedir. Tarafların bilgilendirilmemesi veya yanlış yönlendirilmesi davaların uzun sürmesine neden olur.

Örnek Yargıtay Kararları

Yargıtay kararları, kira tespit davasında uygulamanın nasıl olması gerektiği konusunda önemli yol göstericidir. Son yıllarda Yargıtay 3. Hukuk Dairesi’nin vermiş olduğu kararlar şu temel noktaları vurgulamaktadır:

  • Kiraya verenin beş yıldan önce de, sözleşmede artış hükmü yoksa ve yeni dönem başlamadan ihtar çekerek kira tespit davası açabileceği; fakat beş yıl dolana kadar mahkeme yalnızca TÜFE (on iki aylık ortalama) oranında artış yapabilecektir.
  • 2024 yılı Yargıtay kararlarında, kira bedelinin tespitinin, sözleşmedeki artış oranının muğlak ifadesi varsa veya hiç artış öngörülmemişse, bilirkişi raporu ve emsal kira örneklerine dayanarak hakkaniyete uygun şekilde yapılması gerektiği vurgulanmıştır. Özellikle emsal taşınmazların konumu, büyüklüğü ve niteliğiyle ilgili kriterlerin net belirtilmesi istenir.
  • Bazı Yargıtay kararları, kira tespit davası açılırken ihtar şartına uyulmamasının davanın reddine neden olacağını ortaya koymuştur. Özellikle davanın kira döneminin başlangıcından en geç otuz gün önce açılması veya yazılı ihtar çekilmesi şarttır.
  • Başka bir güncel kararda, kiracının veya kiraya verenin taraf sıfatını ispat edememesi, yani malik olmayan kişilerin (örneğin başka bir aile ferdi ya da ortak malik olmayan hissedar) tek başına dava açamayacaklarını da açıkça belirtmiştir.
  • 2024 yılında verilen önemli bir kararda ise, kira tespit davalarında karar ve ilam harcının, belirlenen yeni aylık kira farkı üzerinden alınacağı, tarafların bu konuda bilgilendirilmesinin zorunlu olduğu ifade edilmiştir.

Yargıtay’ın güncel kararlarını takip etmek, dava sürecinin sağlıklı işlemesi için oldukça önemlidir. Çünkü uygulamada sık yapılan hatalar, Yargıtay denetimlerinde davanın bozularak yeniden görülmesine neden olabilmektedir. Özellikle şartların her yıl güncellenen mevzuat ve emsal kararlar ışığında değerlendirilmesi, mağduriyetin önüne geçmektedir.

Sonuç ve Tavsiyeler

Dava Açmadan Önce Nelere Dikkat Edilmeli?

Dava açmadan önce nelere dikkat edilmeli konusunda en önemli nokta, tarafların aralarındaki mevcut kira sözleşmesini detaylıca incelemesidir. Kira sözleşmesinin hem süresi hem de içerisinde var ise kira bedelinin artışına dair maddeler büyük önem taşır. Özellikle 5 yıllık süre konusuna, sözleşmede yazılı bulunan şartlara ve geçmişte yapılan kira artışlarına dikkat edilmesi gerekir. Ayrıca tarafların kendi aralarında anlaşabilmeleri için iletişim kurmaları ve uzlaşma yolunu denemeleri tavsiye edilir.

Dava öncesi dikkat edilmesi gereken bir diğer konu da, kira tespit davası açılabilmesi için hukuki yararın varlığıdır. Kiracı ya da kiraya verenin gerçekten bu davaya ihtiyacı olup olmadığını değerlendirmesi gerekir. Dava açmak yerine arabuluculuk yoluna başvurma zorunluluğu olup olmadığı da araştırılmalı ve gerekli ise arabuluculuğa başvurulmalıdır.

Taraflar dava öncesinde mutlaka ihtarname (bildirim) çekilmesi gerekip gerekmediğini öğrenmeli, bu işlemler eksiksiz ve yasal şekilde gerçekleştirilmelidir. Eksik evrak, yanlış prosedür, yanlış mahkemede dava açmak gibi hatalardan kaçınmak için her adımda dikkatli olunmalıdır.

Avukat Desteği ve Danışmanlık

Avukat desteği ve danışmanlık, kira bedelinin tespiti davası sürecinde çok önemli bir ayrıcalık sunar. Özellikle mevzuat sürekli olarak değişmekte ve Yargıtay kararları ile uygulama farklılaşabilmektedir. Bu nedenle uzman bir avukattan hukuki danışmanlık almak, hem sürecin daha hızlı ilerlemesini hem de hak kayıplarının önlenmesini sağlar.

Bir avukat, kira sözleşmesinin doğru şekilde değerlendirilmesini, gerekli belgelerin ve delillerin toplanmasını sağlayabilir. Ayrıca mahkemede izlenecek strateji, hangi taleplerin öne sürüleceği ve olası riskler konusunda somut tavsiyeler sunar. Avukat, dava dilekçesinin hazırlanmasından bilirkişi raporlarına itiraz edilmesine kadar tüm süreçlerde profesyonel destek sağlar.

Unutulmamalıdır ki, yanlış açılmış veya eksik bilgilerle açılan davalar zaman kaybına ve gereksiz masraflara yol açabilir. Bu tür maddi ve manevi kayıpların önüne geçmek adına avukat danışmanlığı almak, sürecin sağlıklı ve etkili yönetilmesi için önerilen en önemli adımdır.

Boşanma Davası ve Boşanma Sebepleri

Boşanma davası açmak ve süreci doğru bir şekilde yürütmek isteyen kişiler için, yasal prosedürler ve boşanma sebepleri büyük önem taşır. Medeni Kanun‘a göre boşanma sebepleri genel ve özel olarak ikiye ayrılır. Genel sebepler arasında evlilik birliğinin temelinden sarsılması yer alırken, özel sebepler; zina, terk, hayata kast, işlenen suçlar ve akıl hastalığı gibi belirgin durumları kapsar. 🏛️

Boşanma davası, aile mahkemelerince yürütülüp sonuçlandırılır ve süreç içerisinde çocukların velayetinin kimde olacağı, nafaka ve mal paylaşımı gibi konular da değerlendirilir. Anlaşmalı veya çekişmeli olarak ikiye ayrılan boşanma türleri, tarafların uzlaşı durumuna göre şekillenir. Bu süreçte belgelerin ve delillerin titizlikle hazırlanması, davaların hızlı ve adil bir biçimde sonuçlanmasını sağlayabilir. 🤝

Boşanma sebepleri hakkında daha fazla bilgi sahibi olabilir, medeni kanundaki tüm detayları avukatlar aracılığıyla inceleyerek, hukuki süreçlere dair bilinçlenebilirsiniz.

Boşanma Davası Nedir?

Boşanmanın Hukuki Tanımı

Boşanmanın hukuki tanımı, evlilik birliğinin mahkeme kararıyla sona erdirilmesi olarak yapılır. Türk Medeni Kanunu’na göre, eşlerden birinin açtığı boşanma davası sonucunda, hakim tarafından evliliğin sonlandırılmasına karar verilir. Boşanma davası, sadece kişisel bir mesele değil, aynı zamanda yasal bir süreçtir. Bu süreçte hâkim, tarafların haklarını ve varsa çocukların çıkarlarını korumak için çeşitli incelemeler yapar. Boşanmanın hukuki tanımı sayesinde kişiler, haklarını nasıl kullanacaklarını ve hangi şartlarda boşanabileceklerini öğrenirler.

Güncel kaynaklarda da belirtildiği gibi, boşanma kararı sadece mahkemeden alınabilir ve evlilik resmi olarak da böyle sona erer. Ayrıca, mahkemeden alınmayan boşanma kararları hukuken geçerli değildir ve taraflar evli sayılmaya devam eder. Bu nedenle boşanmanın hukuki olarak tanımlanması, kişilerin yasal haklarını bilmesi açısından oldukça önemlidir.

Boşanma Davasının Amacı ve Önemi

Boşanma davasının amacı, eşlerin artık bir arada yaşamak istememesi durumunda kanuni yollarla evlilik birliğini sona erdirmektir. Bu davalar, aynı zamanda tarafların haklarının korunmasını, mal paylaşımının adil şekilde yapılmasını, varsa çocukların velayet ve bakımının düzenlenmesini sağlar. Boşanma davası açmanın önemi, bireylerin yeni bir hayata daha sağlıklı şekilde başlamaları ve haklarını koruyarak mağdur olmalarının önüne geçilmesiyle ortaya çıkar.

Boşanma davaları, toplumda aile bütünlüğünü sağlarken aynı zamanda kişisel huzursuzlukların da önüne geçmek amacıyla yürütülür. Özellikle çocukların üstün yararı göz önüne alınır ve velayetle ilgili hükümler verilir. Boşanma davası sürecinin doğru işleyişi, taraflar arasında olası anlaşmazlıkların büyümesini önler. Sonuç olarak, boşanma davası hem birey hem de toplum açısından önemli bir yasal süreçtir.

Boşanma Davası Türleri

Anlaşmalı Boşanma Davası

Anlaşmalı boşanma davası, eşlerin boşanmak için her konuda uzlaşması halinde başvurulan bir yöntemdir. Eşler arasında mal paylaşımı, nafaka, velayet gibi konular tamamen uzlaşmayla karara bağlandığı için süreç genellikle hızlı ve sorunsuz ilerler. Anlaşmalı boşanma davası, çekişmeli boşanma davasına göre çok daha kısa sürede sonuçlanır ve taraflar arasındaki tartışmaları en aza indirir.

Anlaşmalı Boşanma Şartları

Anlaşmalı boşanma için Türk Medeni Kanunu’nda bazı şartlar aranmaktadır:

  • Evlilik en az bir yıl sürmelidir.
  • Her iki eş birlikte başvurmalı veya birinin açtığı davayı diğeri kabul etmelidir.
  • Taraflar, nafaka, velayet, mal paylaşımı gibi konularda tam bir anlaşmaya varmalı ve bu anlaşmayı yazılı olarak sunmalıdır.
  • Hakim, tarafları bizzat dinleyerek hür iradeleriyle boşanmayı kabul ettiklerinden emin olmalıdır.
    Bu şartlar tamamlanmazsa hakim anlaşmalı boşanmaya karar veremez.

Anlaşmalı Boşanma Süreci

Anlaşmalı boşanma sürecinde öncelikle taraflar bir anlaşmalı boşanma protokolü hazırlar. Bu protokole tüm uzlaşma maddeleri detaylı şekilde yazılır. Protokol ile birlikte Aile Mahkemesi’ne dava dilekçesi verilir. Mahkeme, genellikle tek celsede tarafları dinler ve protokoldeki maddeleri uygun bulursa boşanmaya karar verir. Hakim, çocukların velayeti ve nafaka gibi konularda her zaman çocuğun üstün yararını göz önünde bulundurur ve gerekirse taraflardan düzeltme ister.

Tek Celsede Boşanma Mümkün mü?

Tek celsede boşanma, en çok merak edilen konulardan biridir. Anlaşmalı boşanma davasında her şey doğru şekilde hazırlandıysa ve hakim de tarafların hür iradesinden emin olursa tek celsede boşanma mümkündür. Ancak eksik evrak, uzlaşmazlık ya da hakim protokolde bir eksiklik görürse süreç uzayabilir. Yine de, anlaşmalı davalar çekişmeli davalara göre kıyaslanmayacak kadar hızlı tamamlanır.

Çekişmeli Boşanma Davası

Çekişmeli boşanma davası, eşlerin boşanmanın şartları veya sonuçları konusunda uzlaşamadığı durumlarda açılır. Genellikle mal paylaşımı, velayet, nafaka ya da boşanma nedeninin ispatı gibi konularda anlaşmazlıklar yaşanır. Bu nedenle çekişmeli boşanma davaları, anlaşmalı boşanma davalarına göre hem daha uzun sürer hem de daha zorlu geçer.

Çekişmeli Boşanma Açma Süreci

Çekişmeli boşanma davası açmak için, öncelikle uygun bir boşanma sebebiyle Aile Mahkemesi’ne dilekçe verilir. Dava dilekçesinde gerekçeler, talep edilen haklar, varsa maddi ve manevi tazminat, nafaka, velayet gibi tüm istekler detaylıca belirtilir. Davacı taraf, iddialarını delillerle ispatlamak zorundadır. Mahkeme, karşı tarafa cevap hakkı verir. Karşılıklı dilekçe aşaması sona erdikten sonra, tanıklar dinlenir, deliller toplanır ve mahkeme karar verir. Bu süreç, tarafların pozisyonlarına ve dosyanın içeriğine göre aylarca, hatta yıllarca sürebilir.

Çekişmeli Boşanma Davasında Delil ve İspat

Çekişmeli boşanma davasında davacı taraf, boşanma sebebini mutlaka delillerle desteklemek zorundadır. En çok başvurulan deliller:

  • Tanık beyanları
  • Yazılı belgeler (mesaj, e-posta, fotoğraf gibi)
  • Uzman raporları
  • Polis ve savcılık tutanakları

Hakim, iddiaları ve savunmaları deliller ışığında değerlendirir ve adaletli bir karar vermeye çalışır. Delil sunulmazsa veya sunulan deliller yetersiz bulunursa dava reddedilebilir ya da sonuç uzayabilir. Bu yüzden çekişmeli davalarda delil toplama aşaması büyük önem taşır.

Boşanma Sebepleri

Boşanma davası açmak isteyen çiftlerin en çok merak ettiği konulardan biri de boşanma sebepleridir. Boşanma sebepleri Türk Medeni Kanunu’na göre genel ve özel sebepler olarak ikiye ayrılır. Ayrıca hem kadınlar hem de erkekler tarafından sıkça öne sürülen başka davranışlar da bulunur. İşte günümüzde mahkemelerde en çok öne çıkan boşanma nedenleri

Genel Boşanma Sebepleri

Genel boşanma sebepleri, kanunda özel olarak sayılmayan, farklı çiftlerde farklı şekillerde ortaya çıkabilen nedenleri kapsar. Aşağıdaki başlıklarda genel boşanma sebeplerinin detaylarını bulabilirsiniz.

Evlilik Birliğinin Temelden Sarsılması

Evlilik birliğinin temelden sarsılması, Türk Medeni Kanunu’nda en sık başvurulan genel boşanma sebebidir. Taraflar artık bir arada yaşamakta zorlanıyorsa, saygı ve sevgi bitmişse, sürekli kavga ve huzursuzluk yaşanıyorsa, mahkeme evliliğin temelden sarsıldığını kabul edebilir. Bu durumda “Bu evlilikten artık hayır gelmez” denilebilecek bir noktaya gelinmiş olması yeterlidir.

Geçimsizlik ve Mizaç Uyuşmazlığı

Geçimsizlik ve mizaç uyuşmazlığı, çiftlerin farklı karakterlere sahip olması ve bu farklılıkları aşamaması sonucu ortaya çıkar. Sürekli tartışma, ortak bir hayat kuramamaktan kaynaklanan huzursuzluklar bu kapsama girer. Geçimsizlik, bazen küçük olayların bile büyümesine neden olabilir ve evlilik hayatını çekilmez hale getirebilir.

Güven Sarsıcı Davranışlar

Boşanmanın en önemli sebeplerinden biri de güven sarsıcı davranışlardır. Eşlerin birbirini kandırması, yalan söylemesi, gizli işler çevirmesi ya da sadakatsizlik gibi durumlar, eşler arasında güvenin yok olmasına yol açar. Güven bir kez zedelendiğinde ilişkiyi toparlamak oldukça zor olabilir.

Şiddet ve Hakaret

Şiddet ve hakaret, gerek fiziksel gerekse psikolojik olarak partneri aşağılamak, dövmek, tehdit etmek ve baskı uygulamak şeklinde olabilir. Özellikle son yıllarda mahkemeler, bir kez bile şiddet veya ağır hakaret uygulayan eşlere karşı boşanma kararı verebiliyor.

Ekonomik Sorunlar

Ekonomik sorunlar evlilikleri ciddi şekilde etkileyebiliyor. Sürekli borçlar, geçim sıkıntısı, çalışmayan eşin maddi yükü arttırması ve para harcama konusundaki anlaşmazlıklar, zamanla büyük çatışmalara sebep oluyor. Ekonomik problemlerin çözülememesi boşanmayı hızlandırabiliyor.

Cinsel Problemler ve İlgisizlik

Cinsel problemler ve ilgisizlik de boşanma davalarında sıkça karşımıza çıkar. Eşlerin birbirine karşı cinsel soğukluk göstermesi, partnerine gereken ilgiyi göstermemesi ya da cinsel birliktelikten kaçınma boşanma sebebi olarak kabul edilmektedir.

Özel Boşanma Sebepleri

Özel boşanma sebepleri, kanunda madde madde sayılan çok daha ciddi, ağır olayları içerir. Bunlar:

Zina (Aldatma)

Zina, yani aldatma en ağır boşanma sebeplerindendir. Eşlerden biri evlilik sadakatine aykırı bir davranışta bulunduğunda, aldatılan eş doğrudan boşanma davası açabilir. Zina davası için özel bir süre şartı ve ispat düzenlemesi bulunur.

Hayata Kast, Pek Kötü veya Onur Kırıcı Davranış

Eşlerden birinin diğerinin hayatına kast etmesi (öldürmeye teşebbüs), ona fiziksel veya psikolojik anlamda çok ağır davranışlarda bulunması, onurunu zedeleyecek şekilde hareket etmesi de açık bir boşanma sebebidir.

Suç İşleme ve Haysiyetsiz Hayat Sürme

Eşlerden biri yüz kızartıcı bir suç işlerse veya toplumda kötü anılacak, haysiyetsiz bir yaşam sürerse, bu durum da boşanma sebebi olabilir. Özellikle sürekli suça karışmak, kötü alışkanlıklar edinmek bu kapsama girer.

Terk

Terk, eşlerden birinin diğerini habersizce ve sebepsiz yere evi terk etmesi ve en az 6 ay boyunca dönmemesi durumudur. Terk edilen kişi, ihtar çekip yine de eşinin dönmemesi halinde mahkemeye başvurabilir.

Akıl Hastalığı

Akıl hastalığı da özel boşanma sebebidir. Eşlerden biri iyileşmesi mümkün olmayan ruhsal bir hastalığa yakalanmışsa ve bu hastalık ortak yaşamı imkansız hale getiriyorsa, diğer eş boşanma yoluna başvurabilir.

Diğer Sık Karşılaşılan Davranışlar

Mahkemelerde sıkça karşılaşılan fakat doğrudan kanunda yazmayan bazı davranışlar da boşanmaya yol açıyor.

Sadakatsizlikle Suçlamak

Sadakatsizlikle suçlamak, eşlerden birinin sürekli diğeri hakkında asılsız aldatma ya da güven sorunları çıkarmasıdır. Bu durum, evlilikte huzur ve güven ortamını yok edebiliyor.

Cinsel İlişkiden Kaçınma

Cinsel ilişkiden kaçınma, eşin uzun süreli olarak birlikte olmaktan uzak durması, partneriyle yakınlık kurmaması, soğuk davranması, çift arasında ciddi bir huzursuzluğa neden olur.

Aile ile Yaşamaya Zorlama

Aile ile yaşamaya zorlama, eşlerden birinin diğerini sürekli olarak kendi ailesiyle birlikte yaşamaya mecbur bırakmasıdır. Bu durum, özellikle anne-baba ile yaşanan evliliklerde büyük sorunlara yol açar.

Kötü Alışkanlıklar (Alkol, Kumar vb.)

Kötü alışkanlıklar, özellikle alkol ve kumar gibi bağımlılık yapan davranışlar evlilikleri olumsuz etkiler. Sürekli içki içmek, kumar oynamak hem maddi hem de manevi anlamda ilişkiyi yıpratır.

Sağlıksız Ev Ortamı

Sağlıksız ev ortamı, hijyen eksikliği, sürekli kavga gürültü veya huzursuzluk olması boşanma dosyalarında sıkça yer buluyor. Özellikle çocuklu ailelerde bu tür şikayetler mahkemeler tarafından dikkate alınıyor.

Küçük Düşürücü İfadeler ve Hakaret

Küçük düşürücü ifadeler ve hakaret, eşin sık sık aşağılanması, küçümsenmesi, toplum önünde küçük düşürülmesi de boşanma gerekçesidir. Hiçbir insan bu tür davranışlarla uzun süre evli kalamaz.

Ev İşlerini Yapmamak

Ev işlerini yapmamak, eşler arasında zamanla ciddi kırgınlıklara yol açabiliyor. Evini ihmal etmek, yükü tek tarafa yıkmak evlilikte büyük sorunlara yol açıyor.

Psikolojik ve Ekonomik Baskı

Psikolojik ve ekonomik baskı, bir eşin diğerine sürekli baskı uygulaması, harçlık vermemesi, özgürlüğünü kısıtlaması ya da baskıcı ve kontrolcü bir tavır sergilemesi, günümüzde en sık karşılaşılan boşanma nedenleri arasında yer alıyor.

Sonuç olarak, boşanma sebepleri çok çeşitli olabilir; önemli olan yaşanan sorunların ispatlanabilir ve mahkemede anlaşılır bir şekilde ortaya konabilmesidir. Her evlilik farklıdır ve yaşanılan olaylara göre dava süreci de şekillenir.

Boşanma Davasında Sık Sorulan Sorular

Boşanma Sebepleri Yeterli Olmazsa Ne Olur?

Boşanma davalarında sıkça karşılaşılan bir durum, boşanma sebeplerinin hâkim tarafından yeterli bulunmamasıdır. Boşanma sebepleri yeterli değilse, mahkeme, evliliğin temelinden sarsılmadığına ve tarafların bir arada yaşamaya devam edebileceğine karar verebilir. Bu durumda dava reddedilir. Özellikle Türk Medeni Kanunu’nda sayılan genel ve özel boşanma sebeplerinin, mahkemede delillerle ispatlanması gerekir. Yeterli kanıt sunulmazsa ya da aile birliği ciddi anlamda sarsılmamışsa, boşanma gerçekleşmez.

Davanın Reddinden Sonra Tekrar Açılabilir mi?

Boşanma davası reddedilirse, tarafların tekrar dava açmak için belirli bir bekleme süresi vardır. Bu süreye “bekleme süresi” veya “zorunlu bekleme” denir ve genellikle ilk boşanma davasının reddi kararının kesinleşmesinden sonra 3 yıl olarak belirlenmiştir. Eğer bu 3 yıl boyunca taraflar bir araya gelmez ve ortak hayat yeniden kurulmazsa, bu sürenin sonunda aynı nedenle veya yeni bir boşanma sebebine dayanarak tekrar boşanma davası açılabilir. Ancak yeni bir olay yaşanırsa, bekleme süresi olmadan da yeniden dava açılabilir.

Hangi Durumlarda Hakim Hemen Boşar?

Bazı özel durumlarda, hakim boşanma kararını hızlı şekilde verebilir. Özellikle anlaşmalı boşanma davalarında, taraflar gerekli şartları taşıyorsa ve tüm hususlarda uzlaşma sağlanmışsa, hakim aynı gün içinde davayı sonuçlandırabilir. Ayrıca özel boşanma sebepleri (örneğin zina, terk, hayata kast) açıkça ve somut delillerle kanıtlanırsa, bu durumlarda da hakim boşanmaya kısa sürede karar verebilir. Özellikle deliller net ve tartışmasızsa, davanın uzamasının önüne geçilir.

Hangi Hallerde Boşanma Olmaz?

Boşanma davasında bazı durumlarda hakim boşanmaya karar vermez. Örneğin; küçük bir anlaşmazlık, arada sırada olan kavgalar veya evlilikte olağan sayılan tartışmalar boşanmak için yeterli değildir. Ayrıca hakim, evliliğin sürdürülmesinde çocukların yararı olduğunu düşünürse ya da taraflardan haksızlık gören kişi affetmişse (örneğin ihaneti öğrenip evliliğe devam etmişse), boşanma talebini reddedebilir. Boşanma şartlarının oluşmaması, evlilik birliğinin aslında sürdürülmesinin mümkün olması durumunda da dava olumsuz sonuçlanır. Hakim, özellikle kanunda belirtilen sağlam gerekçeler ve ispat şartı arar.

Boşanma ile ilgili daha fazla ayrıntı ve aklınıza takılan farklı sorular için alanında uzman bir avukata danışmak her zaman en doğrusudur.

Mal Paylaşımı

Mal paylaşımı, boşanma davası sürecinin en çok merak edilen ve üzerinde en fazla tartışılan konularından biridir. Günümüzde, 2002 sonrası yapılan evliliklerde “edinilmiş mallara katılma rejimi” asıl sistem olarak uygulanmakta. Yani evlilik birliği içinde her iki eşin de birlikte edindiği mallar yarı yarıya paylaşılır. Bu kural, eşlerin kişisel olarak sahip olduğu malları (örneğin evlilikten önce sahip olunanlar, miras kalanlar veya karşılıksız bağışla elde edilenler) kapsamaz. Sadece evlilik süresince çalışarak, birlikte biriktirilen paralar, alınan taşınmazlar, arabalar, bankadaki mevduatlar vb. “edinilmiş mal” sayılır ve paylaşılır.

Boşanma davası ile birlikte mal paylaşımı davası da açılabilir ancak mahkeme kararının kesinleşmesi beklenir, yani mal paylaşımı davası boşanma kararı kesinleşmeden sonuçlanmaz. Ayrıca, hâkim tarafların kusur durumuna bakmaz, mal paylaşımı sadece ekonomik dayanışmanın son bulmasından kaynaklanır. Edinilmiş mallar, taraflar arasında eşit olarak bölüştürülürken, kişisel mallar ve borçlar paylaşılmaz.

Özetle, boşanma sonrası mal paylaşımı yapılırken evlilik birliği içinde alınan mallar yarı yarıya, evlilik öncesi mallar ve kişisel hediyeler ise yine sahibinde kalır. Ancak detaylı bir mal listesi çıkarılması ve hukuki süreçlerin dikkatlice takip edilmesi gerekir.

Nafaka Türleri ve Talepleri

Boşanma davasında nafaka konusu da çok önemlidir. Türk Medeni Kanunu’na göre, tedbir nafakası, yoksulluk nafakası ve iştirak nafakası olmak üzere üç ana nafaka türü vardır. Her biri farklı koşullarda ve farklı amaçlarla talep edilebilir. Nafaka miktarı, ödeyen ve alan kişinin ekonomik durumu, yaşam standardı ve çocukların ihtiyaçları dikkate alınarak hâkim tarafından belirlenir.

Tedbir Nafakası

Tedbir nafakası, boşanma davası devam ederken ekonomik sıkıntıya girmemesi için eşlerden birine veya çocuklara geçici olarak verilen paradır. Mahkeme, boşanma sürecinde zayıf olan tarafın ve çocuğun asgari hayatını sürdürebilmesi için bu nafakaya hükmedebilir. Tedbir nafakası boşanma sonucu kesinleşene kadar devam eder.

Yoksulluk Nafakası

Yoksulluk nafakası, boşanma sonrası yoksulluğa düşecek olan eşe, diğer eş tarafından ödenen bir paraya denir. Eğer boşanma sonucu bir eş ekonomik açıdan mağdur olacaksa ve bu mağduriyet boşanma ile doğrudan ilişkiliyse, daha az kusurlu veya kusursuz olan eş, diğerinden yoksulluk nafakası talep edebilir. Bu nafaka süresiz bağlanabilir ve şartlar değişirse mahkemeden değiştirilmesi istenebilir.

İştirak Nafakası

İştirak nafakası ise, boşanma sonrası çocuğun velayetini almayan ebeveynin, çocuğun bakım, eğitim ve temel ihtiyaçları için ödediği paradır. Yani çocuk küçük yaşta ise ve bir ebeveynin yanında kalıyorsa, diğer ebeveyn yine çocuğun rutin masraflarına katılmak zorundadır. Bu nafaka, çocuğun reşit olana kadar olan ihtiyaçlarını kapsar.

Velayet Hakkı ve Çocuğun Durumu

Boşanma davasında çocuğun velayeti kararı, mahkemeler tarafından “çocuğun üstün yararı” esas alınarak verilir. Hakim, çocuğun bedensel ve psikolojik sağlığını, eğitimini, ebeveynlerin maddi, manevi, ahlaki yapısını, yaşam koşullarını dikkatlice değerlendirir. Çoğu zaman küçük yaştaki çocukların bakımı ve duygusal ihtiyaçları için anne tercih edilir; ancak bu mutlak bir kural değildir. Eğer babanın bakım koşulları çok daha uygunsa, çocuk babaya da bırakılabilir.

Bir ailede birden fazla çocuk varsa hakim, her çocuk için ayrı ayrı değerlendirme yapar ve gerekirse kardeşleri ayırabilir. Ayrıca, ortak velayet uygulaması da günümüzde bazı durumlarda kabul edilmektedir. Boşanma sonrası, velayet hakkı kendisinde olmayan ebeveyn “kişisel ilişki” kapsamında çocuğu düzenli olarak görebilir. Velayet sahibi değiştirilebilir; çocuğun menfaatine aykırı bir gelişme olursa, mahkemeye başvurularak velayet talebi yeniden gündeme gelebilir.

Maddi ve Manevi Tazminat

Boşanma davasında maddi ve manevi tazminat talepleri de gündeme gelebilir. Eğer bir eş, diğerine göre boşanma konusunda daha az kusurlu ise ve bu boşanma sonucunda ekonomik olarak bir kayba uğramışsa, maddi tazminat isteyebilir. Maddi tazminat, mahkeme kararından itibaren bir yıl içinde açılabilir ve evlilikten beklenen menfaatin kaybı, evin terk edilmesiyle oluşan ekonomik zarar gibi durumları kapsar.

Manevi tazminat ise, eşin kişilik haklarına saldırı, onur kırıcı davranış gibi ağır manevi zarar durumlarında söz konusu olur. Hakim, kusurlu bulduğu tarafa, diğer eşin duygusal yönden yaşadığı yıkımı gidermek için manevi tazminat ödenmesine karar verebilir. Ancak burada, tazminatı talep eden eşin ya kusursuz ya da daha az kusurlu olması gerekir.

Kısacası, boşanma davasında mal paylaşımı, nafaka, velayet ve tazminat gibi çok önemli haklar söz konusu olur. Her biri için ayrı ayrı bilinçli hareket etmek, kanuni haklarını tam olarak öğrenmek gerekir.

Boşanma Davasında Mahkeme Süreci

Başvuru ve Gerekli Belgeler

Boşanma davasında başvuru süreci, öncelikle doğru belgelerin hazırlanması ve mahkemeye sunulması ile başlar. Boşanma davası açmak isteyen eş, aile mahkemesine başvurmalıdır. En önemli belgelerden biri boşanma davası dilekçesidir. Bu dilekçede tarafların kimlik bilgileri, evliliğin süresi, varsa çocuklar ve boşanma sebepleri ayrıntılı şekilde yazılmalıdır.

Başvuru sırasında genellikle şu belgeler gereklidir:

  • Nüfus cüzdanı fotokopisi,
  • Evlilik cüzdanı fotokopisi,
  • Boşanma davası dilekçesi,
  • Varsa delil niteliğindeki belgeler (mesela mesaj kayıtları, fotoğraflar, ses kayıtları, tanık listesi).

Zorunlu olmamakla birlikte, özellikle çekişmeli boşanma davalarında delillere dayanan belgeler baştan hazırlanmalıdır. Anlaşmalı boşanma davalarında ise hazırlanan protokol dilekçeye ek yapılır. Belgelerde eksiklik olması, davanın uzamasına ve mahkemenin ek belge istemesine neden olabilir.

Yetkili ve Görevli Mahkeme

Boşanma davasında yetkili ve görevli mahkeme çok önemlidir. Türkiye’de boşanma davalarına aile mahkemeleri bakar. Eğer bulunulan yerde aile mahkemesi yoksa, Asliye Hukuk Mahkemesi aile mahkemesi sıfatıyla bu davalara bakar.

Yetkili mahkeme ise Medeni Kanun’a göre belirlenir. Boşanma davası;

  • Eşlerden birinin yerleşim yeri mahkemesinde,
  • Veya son altı aydır birlikte oturulan yer mahkemesinde açılabilir.

Örneğin; taraflar Ankara’da altı aydır birlikte yaşıyorsa, Ankara Aile Mahkemesi’nde boşanma davası açılabilir. Ayrıca yetkisiz mahkemede açılan davalarda süre kaybı yaşanabilir. Bu nedenle, ilk aşamada doğru mahkemeyi seçmek davanın hızlı ilerlemesi açısından önemlidir.

Delil Sunma ve Değerlendirme

Boşanma davasında delil sunmak, haklılığın ispatı için çok önemlidir. Boşanma sebeplerinin ispatı zorunludur, özellikle çekişmeli davalarda. Delil olarak kullanılabilecek başlıca unsurlar şunlardır:

  • Tanık beyanları,
  • Mesajlaşma kayıtları, e-postalar,
  • Fotoğraf ve video kayıtları,
  • Ses kayıtları,
  • Raporlar (polis, doktor raporları),
  • Maddi belge ve faturalar.

Mahkeme, sunulan delilleri titizlikle inceler. Delillerin hukuka uygun elde edilmiş olması şarttır; aksi halde mahkeme dikkate almaz. Tanıklar, genellikle en sık başvurulan delil tipidir ve boşanmada yaşanan olaylar hakkında ayrıntılı bilgi verirler. Hakim, tüm delilleri değerlendirir ve tarafların iddialarının doğruluğuna karar verir.

Geçici Önlemler ve Koruma Kararları

Boşanma davası devam ederken, mahkeme geçici önlemler (tedbirler) alabilir. Bu önlemler tarafların ve çocukların hak ve menfaatlerini korumak amaçlıdır. Başlıca geçici önlemler:

  • Geçici velayet,
  • Tedbir nafakası,
  • Tarafların ayrı yaşamalarının sağlanması,
  • Ortak konuttan uzaklaştırma (koruma kararı).

Özellikle şiddet riski varsa, mahkeme hızlıca koruma kararı verebilir ve mağdur eş ile çocukları koruma altına alabilir. Ayrıca barınma, geçim ve çocukların eğitimi gibi konularda önlemler de alınır. Bu kararlar, dava sonuçlanana kadar geçerlidir ve nihai kararla birlikte güncellenebilir.

Geçici önlemler sayesinde, boşanma sürecinde taraflar mağdur olmadan, güvenli ve adil bir şekilde yeniliği bekleyebilirler. Hakimin takdirine bağlı olarak hemen verilen koruma kararları, toplumda boşanma süreci boyunca önemli bir güvence sağlar.

Boşanma Sebeplerinin Değerlendirilmesi

Boşanma sebeplerinin değerlendirilmesi Yargıtay kararları ışığında oldukça önemlidir. Yargıtay, boşanmayla ilgili olarak Türk Medeni Kanunu’nda yer alan hem genel hem de özel boşanma nedenlerini detaylıca incelemektedir. Özellikle “evlilik birliğinin temelden sarsılması”, “zina”, “terk”, “hayata kast” gibi sebepler Yargıtay’ın değerlendirmelerinde sık sık karşımıza çıkar.

Yargıtay kararlarında, çiftlerin arasındaki geçimsizlik, hakaret, şiddet, güven sarsıcı davranışlar gibi durumlar, evlilik birliğinin temelinden sarsılması kapsamına girer. Bu tür durumlarda, evlilik birliğinin artık sürdürülmesinin beklenemeyeceği noktasında hemfikir olunursa boşanma kararı verilmektedir. Ayrıca, zina ve terk gibi mutlak boşanma nedenlerinde, bu davranışların gerçekleştiğinin ispatı başlı başına boşanma sebebi sayılır; hakim, kusur veya başka bir gerekçe aramadan boşanmaya karar verebilir.

Bir başka önemli nokta ise, kusur değerlendirmesidir. Yargıtay, hangi eşin boşanmada daha kusurlu olduğuna, sunduğu deliller ve tanık beyanları üzerinden detaylıca bakar. Örneğin; hakaret, şiddet veya iftira gibi davranışların varlığı Yargıtay kararlarında özellikle vurgulanır. Kusurlu olan taraf daha ağır sonuçlarla karşılaşabilir (örneğin tazminat yükümlülüğü). Son olarak, Yargıtay’ın “ortak hayatın yeniden kurulamadığı” hallerde dahi, üç yıl boyunca birlikte yaşamamanın boşanma için yeterli bir sebep olabileceğini belirten çok sayıda kararı bulunmaktadır.

Kısacası, boşanma sebebinin ve eşlerin kusur oranlarının ispatı konusunda Yargıtay kararları belirleyicidir ve mahkemeler açısından da yol gösterici bir rehber niteliğindedir.

Uygulamada Karşılaşılan Örnekler

Uygulamada karşılaşılan örnekler sayesinde Yargıtay’ın boşanma davalarını nasıl değerlendirdiğini görmek mümkündür. En sık rastlanan örneklerden biri, sürekli tartışmalar, aile içi şiddet, hakaret, aşağılama gibi durumlarda mahkemelerin ve Yargıtay’ın “evlilik birliğinin temelinden sarsılması” sebebiyle boşanmaya karar vermesidir.

Bir örnekte Yargıtay, eşini sık sık küçük düşürücü sözlerle aşağılayan, aile huzurunu bozan ve evliliği çekilmez kılan davranışlarda bulunan eşin ağır kusurlu olduğuna karar vermiştir. Bu tür davranışların tanıklarla ve delillerle ispatlanması halinde boşanma kararı verilmektedir.

Başka bir uygulama örneğinde ise, zina eylemi tespit edilen bir eş için Yargıtay, diğer eşin ikinci bir ispat yükümlülüğü olmadan boşanma hakkı olduğuna karar vermiştir. Ancak burada da önemli bir nokta vardır: Zina eyleminin öğrenilmesinden itibaren altı ay içinde dava açmak gerekir, beş yıl geçerse dava hakkı düşer.

Son olarak, terk nedeniyle açılan davalarda, terk eden eşe ihtar çekilmesine rağmen geri dönmemesi halinde mahkemeler Yargıtay kararları doğrultusunda mutlak boşanma sebebinin oluştuğuna karar vermektedir.

Bu örneklerde görüldüğü gibi Yargıtay’ın kararları, hem yerel mahkemelere yol göstermek hem de vatandaşlar için hukuki güvence sağlamak açısından önemlidir. Her vakanın kendi özel durumuna göre değerlendirilmesi gerektiği unutulmamalıdır. Özellikle delil ve tanık sunumu, boşanma davalarında başarılı olmanın anahtarıdır.

Profesyonel Destek ve Danışmanlık

Boşanma davasında avukatın rolü, hukuki sürecin doğru ve hızlı bir şekilde yürütülmesi için oldukça önemlidir. Bir boşanma avukatı, müvekkilinin haklarını korumak, yasal yolları göstermek ve tüm prosedürün doğru şekilde işlemesini sağlamakla görevlidir. Özellikle mal paylaşımı, nafaka, velayet ve tazminat gibi karışık ve hassas konularda hukuki bilgi şarttır. Avukat, dosyanın hazırlanması, delillerin toplanması ve mahkemedeki savunma gibi işlemlerde taraflara rehberlik eder.

Boşanma davalarında avukat, sadece dava açmakla kalmaz; aynı zamanda müvekkilinin hazırlık sürecinden başlayarak, dava boyunca tüm aşamalarda yanında olur. Karşı tarafla yapılacak iletişimlerde, anlaşmazlıkların çözümünde ve hak kaybı yaşanmaması için strateji geliştirir. Hele ki çekişmeli boşanma davalarında, bir profesyonelin desteği olmadan hak kaybı yaşanması çok yaygındır. Ayrıca, deneyimli bir avukat dava dilekçesinin hazırlanmasında, kanıt ve belge toplama süreçlerinde deneyimiyle sürece büyük katkı sağlar.

Boşanma süreci, duygusal olarak zor bir dönemdir ve çoğu zaman taraflar objektif davranmakta zorlanır. Avukat, bu noktada hem hukuki hem de psikolojik destek sunar ve sürece dışarıdan, objektif gözle bakabilir. Bu nedenle, boşanma davasında profesyonel avukat desteği almak, hem haklarınızın korunması hem de sürecin yasalara uygun yürütülmesi açısından büyük avantaj sağlar.

Sık Yapılan Hatalar ve Tavsiyeler

Boşanma davasında yapılan en sık hatalardan biri, yeterli hazırlık ve bilgi eksikliğidir. Birçok kişi haklarını ve hukuki yükümlülüklerini tam bilmeden dava açar ve bu hata, sürecin uzamasına veya hak kaybına yol açar. Özellikle mal paylaşımı, nafaka, velayet ve tazminat talepleri zamanında ve doğru şekilde talep edilmezse geri dönüşü zor kayıplar meydana gelebilir.

Bir diğer önemli hata, duygusal tepkilerle hareket ederek aceleci ya da öfkeli kararlar vermektir. Bu durum bazen gereksiz taleplerde bulunmaya ya da önemli haklardan vazgeçmeye neden olur. Ayrıca, mahkemeye sunulan belgelerin eksik veya yanlış hazırlanması da çok yaygındır. Bu tür eksikler, davanın reddiyle ya da uzamasıyla sonuçlanabilir.

Yanlış avukat seçimi de sürecin seyrini olumsuz etkileyen bir başka noktadır. Davada yeterli tecrübesi olmayan ya da iletişimi güçlü olmayan bir avukat, tarafın haklarını tam olarak savunamayabilir. O nedenle avukat seçerken, özellikle aile hukuku alanında deneyimli olmasına dikkat edilmelidir.

Tavsiyelere gelince; bir boşanma davası açmadan önce mutlaka haklarınız hakkında bilgi sahibi olun, mümkünse bir uzmandan (avukattan) profesyonel destek alın ve dava sürecinde aceleci, öfkeli hareketlerden kaçının. Belgelerinizi tam, açık ve anlaşılır şekilde hazırlayın; mahkeme ve karşı tarafla iletişimde sakin, yapıcı kalmaya çalışın. Son olarak, süreç boyunca daima doğru bilgilere ve uzman görüşüne başvurun. Böylece olası hak kayıplarının ve uzun davaların önüne geçmiş olursunuz.

Sıkça Sorulan Sorular (SSS)

Kadın ve Erkek İçin Boşanma Sebepleri Arasındaki Farklar

Kadın ve erkek için boşanma sebepleri, Türk Medeni Kanunu’na göre temelde aynıdır. Yani kanun her iki cins için de eşit haklar ve sebepler tanımıştır. Ancak uygulamada, bazı sebeplerin kadınlar veya erkekler için daha sık görüldüğü ya da toplumda farklı algılandığı söylenebilir.

Kadın için boşanma sebepleri, genellikle şiddet, ekonomik baskı, sadakatsizlik, ilgisizlik ve aile baskısı gibi konularda yoğunlaşır. Erkekler ise çoğunlukla sadakatsizlik, ilgisizlik, karakter uyumsuzluğu ve ev işlerinin paylaşımı gibi nedenlerle boşanma yoluna giderler.

Özetle, hukuki olarak kadın ve erkek için boşanma nedenleri arasında fark yoktur. Ancak toplumsal algı, tarafların mağduriyetleri veya dava sırasında sunulan deliller olayın gidişatında farklılık yaratabilir. Hakim, dosyanın tümüne bakarak boşanma kararı verir.

Dinen Boşanma Sebepleri

Dini bakış açısına göre boşanma – özellikle İslam’da – bazı şartlarda caiz görülmektedir. Dinen boşanma sebepleri arasında şunlar yer alır:

  • Eşler arasında şiddetli geçimsizlik,
  • Eşin sadakatsizliği (zina),
  • Şiddet veya kötü muamele,
  • Nafaka yükümlülüğünün ihlali (eşlerin birbirinin hakkını gözetmemesi),
  • Cinsel ilişkiden sürekli kaçma,
  • Dini vecibeleri yerine getirmede engel olma.

İslam’da boşanma, mümkünse son çözüm olarak düşünülür. Boşanmak isteyen taraflar önce barışmalı veya arabulucu aracılığıyla anlaşma aramalıdır. Dinen boşanma için mahkeme kararı gerekmese de, Türkiye’de resmi olarak evliliğin bitmesi için mahkeme kararı şarttır. Yani dini nikahla evlilik bitse bile hukuken evlilik devam eder.

Nafakasız Boşanma

Nafakasız boşanma, taraflardan hiçbirinin diğerine nafaka talebinde bulunmadığı ya da mahkemenin nafakaya hükmetmediği boşanma şeklidir. Özellikle anlaşmalı boşanmalarda çiftler aralarında “nafaka talep edilmeyecek” şeklinde karar alabilirler ve protokole yazarlar.

Çekişmeli boşanmada ise, hakimin takdirine göre nafaka verilmemesine de hükmedilebilir. Hukuka göre şu durumlarda nafakasız boşanma mümkündür:

  • Taraflar kendi geçimini sağlayabilecek durumda ise,
  • Yoksulluk oluşmayacaksa,
  • Taraflar aralarında karşılıklı olarak vazgeçmişse.

Unutmamak gerekir ki, özellikle yoksulluk nafakası talep eden kişi kendi ihtiyaçlarını karşılayabiliyorsa ya da kusurlu ise, mahkeme nafaka verilmesine gerek görmeyebilir. Nafakasız boşanma isteği varsa, bu durumun dava sürecinde açıkça belirtilmesi ve protokole doğru şekilde geçirilmesi gerekir.

Boşanma Davası Nedir?

Boşanma hukuken geçerli olarak kurulmuş bir evliliğin mahkeme kararıyla sona erdirilmesidir. Boşanma ancak dava yoluyla gerçekleşebilmekte olup, tarafların hakim kararı olmaksızın boşanması Türk Hukukuna göre mümkün değildir. Boşanma davaları ise evliliğin sona ermesi sürecinde karşımıza çıkan dava süreci ile ilgili hukuki işlemleri ifade eder. Boşanma davaları, tarafların arasında anlaşma olup olmamasına göre; anlaşmalı boşanma davası ve çekişmeli boşanma davası olmak üzere iki farklı şekilde açılabilir.

Çekişmeli Boşanma Davası nedir?

Çekişmeli boşanma davaları, genellikle anlaşmalı boşanma davalarına nazaran daha karmaşık ve daha uzun sürelidir. Çünkü mahkeme, boşanma sebepleri ve sonuçlarına ilişkin ayrıntıları incelemek zorundadır, kanıtlar ve tanıklıklar aracılığıyla boşanma sebeplerini ve boşanma sonucunda hangi eşin hangi haklara sahip olacağını belirlemesi gerekmektedir.

 Çekişmeli boşanma davası, eşler arasında boşanma veya boşanmanın sonuçları üzerinde (örneğin çocuk velayeti, nafaka, mal paylaşımı gibi konularda) anlaşmazlık olduğunda açılan dava türüdür.

Çekişmeli boşanma davalarında boşanma sebepleri, özel boşanma sebepleri ve genel boşanma sebepleri olarak ikiye ayrılmaktadır. Buna göre;

Özel boşanma sebepleri nelerdir?

4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’na göre özel boşanma sebepleri beş maddede düzenlenmiştir ve sınırlı sayıda öngörülmüştür. Özel boşanma sebebi olarak gösterilen durum ‘’belli bir olguyu’’ gösterir ve bu olgu davada ispatlandığı takdirde boşanma için yeterlidir. Örneğin, zina (aldatma) nedeniyle boşanma davasında zina olgusu ispatlandığı takdirde bu olayın evlilik birliğine zarar verip vermediği gibi etkisine bakılmaksızın boşanma kararı verilir.

  • Zina (aldatma) nedeniyle çekişmeli boşanma davası (TMK m. 161)
  • Hayata kast sebebiyle çekişmeli boşanma davası (TMK m. 162)
  • Pek kötü veya onur kırıcı davranış nedeniyle çekişmeli boşanma davası (TMK m. 162)
  • Suç işleme nedeniyle çekişmeli boşanma davası (TMK m. 163)
  • Haysiyetsiz hayat sürme nedeniyle çekişmeli boşanma davası (TMK m. 163)
  • Akıl hastalığı nedeniyle çekişmeli boşanma davası (TMK m. 165)
  • Terk nedeniyle çekişmeli boşanma davası (TMK m. 164)

Genel boşanma sebepleri nelerdir?

4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 166 ncı maddesinde düzenlendiği üzere genel boşanma sebepleri, belirli bir vakıaya dayanmamaktadır. Başka bir ifadeyle evlilik birliğinin sarsılmasına sebebiyet veren, şiddetli geçimsizliğe sebebiyet veren her olay boşanma sebebi olabilir. Örneğin, duygusal şiddet, fiziksel şiddet, ekonomik şiddet, cinsel şiddet, tükürmek, aşağılamak, beğenmemek, iftira atmak, sevgisiz davranmak, hakaret etmek, tehdit etmek, ilgisiz davranmak, korkutmak, dışlamak, aileden ayrı ev tutmamak ve benzeri evlilik birliğinin çekilmez hale gelmesine sebebiyet verecek her durum ‘’genel boşanma sebebi’’ olabilir.

Kısacası, şiddetli geçimsizlik nedeniyle boşanma davası ve evlilik birliğinin temelden sarsılması nedeniyle boşanma davası olarak bilinen bu boşanma davasının sebepleri sınırlı sayıda değildir, somut evliliğin durumuna özgü değerlendirilir.

Genel boşanma sebeplerine dayanılarak açılan boşanma davalarının özel boşanma sebebine dayanılarak açılan davalardan farkı ise hakim tarafların boşanma sebebi olarak davada ileri sürdüğü sebebin evlilik birliğine olan etkisine bakar ve ortak yaşamın sürdürülmesinin taraflardan beklenemeyeceğine kanaat getirmelidir.

Bu nedenle, evlilik birliğinin temelden sarsılması/ şiddetli geçimsizlik nedeniyle açılan çekişmeli boşanma davalarında sadece davada ileri sürülen sebebin ispatı yeterli değildir, bu sebebin evlilik birliğinin devamına engel olduğunun da ispatlanması gerekmektedir.

Anlaşmalı boşanma davası nedir?

Anlaşmalı boşanma, eşlerin boşanmayı ve boşanmanın sonuçlarını (örneğin maddi tazminat, nafaka, çocukların velayeti, mal paylaşımı vb.) karşılıklı olarak anlaşarak ve herhangi bir uyuşmazlık yaşamadan sonlandırmayı seçtikleri bir boşanma türüdür.

Anlaşmalı boşanma davası için eşler, mahkemeye birlikte başvurabileceği gibi, bir eşin açtığı davayı diğer eşin kabul etmesiyle de anlaşmalı boşanılabilir.

Anlaşmalı boşanma davalarının çekişmeli boşanma davalarına kıyasla en büyük avantajı, daha hızlı ve ekonomik bir süreç olmasıdır. Ayrıca, tarafların özel hayatlarının detaylarının mahkeme önünde paylaşılmaması, stres ve duygusal yükün azaltılmasına da katkı sağlar.

Kıdem Tazminatı Nedir?

Kıdem Tazminatı Nedir

Kıdem tazminatı, deneme süresi dahil en az bir (1) yıllık çalışma süresini dolduran işçinin iş akdinin yasada sayılan belirli sebeplerle son bulması halinde, işçiye veya öldüyse mirasçılarına, işçinin kıdemi ve son aldığı brüt ücret dikkate alınarak hesaplanarak işveren tarafından ödenmesi gereken bir miktar paradır.

İş Akdi Hangi Nedenlerle Sona Erdiğinde Kıdem Tazminatına Hak Kazanılır?

İşçinin kıdem tazminatına hak kazanabilmesi için iş sözleşmesinin Kanunda gösterilen fesih sebepleri veya işçinin ölümü ile sona ermesi gerekmektedir.

Buna göre,

  • İşçinin ölümü
  • Sağlık nedenleri
  • Zorlayıcı nedenler
  • Tutuklanma veya gözaltına alınma
  • İşçinin haklı nedenle feshi
  • Muvazzaf askerlik hizmeti
  • Kadın işçinin evlenmesi
  • İşverenin usulsüz feshi
  • Bağlı bulundukları kurum ve sandıklardan yaşlılık, emeklilik ve malullük aylığı veya toptan ödemesi almak için sözleşmenin feshi

hallerinde işçiler kıdem tazminatına hak kazanır.

Kıdem Tazminatında Çalışma Süresi Nasıl Hesaplanır?

İşçinin kıdem tazminatına hak kazanabilmesi için deneme süresi dahil iş akdinin sona erdiği tarihte işyerinde en az 1 yıllık kıdeminin bulunması gerekmektedir. Bu sürenin hesaplanmasında işçinin işyerinde sürekli veya aralıklı çalışmasının toplamı esas alınır. Kıdemi bir tam yıldan az olan işçi kıdem tazminatına hak kazanamaz.

Kıdem süresinin başlangıcı, iş akdinin yapıldığı tarih değil işçinin işyerinde fiilen çalışmaya başladığı tarihtir. Kıdem süresinin sonu ise iş akdinin sona erdiği tarihtir. Sözleşmenin bildirim sürelerine uyularak feshedilmesi halinde bildirim süresinin sona erdiği tarih kıdem süresinin sonudur. Yargıtay’a göre, çalışma süresini ispat yükümlülüğü işçiye aittir.

Kıdem Tazminatına Hangi Ücret Esas Alınır?

Kıdem tazminatının hesabında esas alınacak ücret, işçinin son aldığı giydirilmiş brüt ücrettir. Buna göre, kıdem tazminatı, işçinin eline geçen ücret üzerinden değil, sigorta primi, vergi, sendika aidatı gibi kesintiler yapılmaksızın, ikramiye, prim, çocuk veya aile zammı, yol, yemek, sağlık, giyim, yakacak gibi her türlü yardımlar göz önünde tutularak hesaplanmalıdır. Ancak, ücrete ek olarak ödenen yardımların göz önünde tutulabilmesi için yasayla veya sözleşmeyle sağlanmış bu ek ödemelerin devamlı nitelik taşıması önemlidir.

Kıdem Tazminatı Nasıl Hesaplanır?

Kıdem tazminatına hak kazanan işçiye işe başladığı tarihten itibaren her geçen tam yıl için işverence otun günlük ücreti tutarında kıdem tazminatı ödenir. Bir yıldan artan süreler için de aynı oran üzerinden ödeme yapılır.

Buna göre, kıdem tazminatı hesaplanması için önce işçinin bir günlük ücreti belirlenir ve bu ücret otuzla daha sonrada işçinin kıdem yılıyla çarpılarak miktar belirlenir.

Kıdem Tazminatında Zamanaşımı

25.10.2017 tarihinden sonra sona eren sözleşmelerde kıdem Tazminatı beş (5) yıllık zamanaşımına tabidir.

Kıdem Tazminatında Tavan Ücret Nedir?

Kıdem tazminatı tavanı, her tam yıl için işçiye ödenecek kıdem tazminatının üst sınırıdır. Yargıtay’a göre kıdem tazminatı tavanını düzenleyen kural mutlak emredici nitelikte olduğundan tavanı artıran iş sözleşmesi veya toplu iş sözleşmesi hükümleri geçersizdir.
Buna göre, kıdem tazminatının yıllık miktarının en yüksek devlet memuruna bir hizmet yılı için ödenecek azami emeklilik ikramiyesini aşamayacaktır.